İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 13 Bölüm 02

BÖLÜM 2:

ÜÇÜNCÜ SENEM

 

Üniversitedeki üçüncü yılımın ilk gününe uyandım.

Uyanıp oturma odasına indiğimde Sylphie’yi, Lucie’yi emzirirken buldum.

“Günaydın Rudy.”

“Günaydın Sylphie.”

Henüz sadece birkaç aylık olsa da Lucie güçlü ve sağlıklı görünüyordu. Sylphie de gayet iyiydi. Tek fark, artık daha kadınsı görünüyordu. Belki de saçlarını uzattığı içindi? Ya da tüm o “yeni anne” havasındandı? Ya da sadece biraz daha yaşlandığı içindi?

Durum ne olursa olsun o her geçen gün git gide Hollywood tarzı bir güzelliğe dönüşüyordu. Kanepede sessizce oturup hiçbir şey yapmıyor olduğunda bile portre pozu veriyormuş gibi görünüyordu. Bazen onunla konuşmakta bile tereddüt ediyordum, onu görünce dilim tutuluyordu.

Fakat dikkatini çektiğimde o hala tanıdığım ve sevdiğim Sylphie oluyordu – ilgi ve şefkata aç olan Sylphie. Bu güven veriyordu bana.

“Lucie bugün de enerji dolup taşıyor,” dedi bana gülümseyerek.

Karımın göğsünü şiddetle emmekle meşgul olan bebeğimize baktım. Tıpkı yatakta yaptığım gibi emiyordu. Babasının kızı.

Lucie sağlıklı bir bebek olsa da biraz sessizdi. Çok fazla ağlamıyordu. Bir süre hasta olabileceği ya da fiziksel bir sorunu olabileceği konusunda endişelendim.

Ne zaman bu konuyu açsam Sylphie gülümseyip “amma evhamlısın he” diyordu. Kardeşlerim doğduğunda bile bu kadar endişeli olduğumu hatırlamıyordum ama sanırım bebek kendi çocuğunuz olunca durum değişiyormuş.

Ancak, endişelerime rağmen Lucie normal hızda büyüyordu ve sağlıklıydı. Yaşına göre hâlâ biraz sessizdi ama vücudu yeterince sağlam görünüyordu. Bir keresinde Lilia sakin küçük kızıma bakarken, “Bana aynı o yaştaki halinizi hatırlatıyor Üstat Rudeus,” demişti.

Bunu dediğinde içimde bir korku tomurcuğu yeşermişti. Aklımda direkt “Reenkarnasyon” kelimesi canlanmıştı.

Önceki hayatımda baya iğrenç bir insandım doğruyu söyleyeyim. Bu düşünceler beni endişelendirmişti. Ya Lucie Japonya’dan gelen bir moronun reenkarnasyonuysa?

Bu fikir içimi kemirmeye devam etti. En sonunda, tepkisini ölçmek için minik kızımla Japonca ve İngilizce konuşmaya karar verdim.

Yoldan geçen herkes beni yeni doğan çocuğuma “Şimdiye kadar anlamışsındır, değil mi?” gibi şeyler mırıldanırken görmüştür muhtemelen. “Burası paralel bir evren…” dedikten sonra “You are my sunshine! I am a pen!” gibi şeyler zırvalamıştım. Milleti güldürdüğüme eminim. Aisha’nın gölgelerden bana kıs kıs güldüğünü hatırlıyorum.

Yöntemlerim harika olmasa da kızımın, muhtemelen, kimsenin reankarnasyonu olmadığına karar verdim. Onunla konuştuğumda, tek yaptığı gülümsemek ve manasız bebek sesleri çıkartmaktı.

Gerçek doğasını saklıyor da olabilirdi elbette ama hangi yetişkin bu kadar uzun süre mükemmel bir bebek taklidi yapabilir inan bilmiyorum. Durum böyle olsa bile, birinin umutsuzca bebek gibi davrandığını hayal etmek kendi çapında sevimli bir şeydi.

Evet. Öyle ya da böyle, Lucie kesinlikle tatlıydı. Onu izlemekten hiç sıkılmadan bütün gün beşiğinin yanında oturabilirdim. Sonuç olarak, birinin reenkarnasyonu olup olmaması gerçekten umurumda değildi. Her halükarda ona iyi bakacaktım. Ne de olsa Paul da benim için aynısını yapmıştı.

“Bakıyorum da kızımız her zamanki gibi çok sevimli.”

“Ciddiyim. Neden bu kadar sevimli ki?”

“Annesine çekmiştir belki.”

Kollarımı Sylphie’nin arkasından omuzlarına dolayarak onu nazikçe kendime çektim. Sanki başının arkasına bir öpücük konduracakmış gibi eğildim… durmayıp yüzümü saçlarına gömdüm ama.

Hafif süt kokuyordu. Doğal bir parfüm gibiydi.

“Hee hee… teşekkürler, Rudy.”

Yüzünü elime sürterken utangaçça gülümsedi. Sonra arkamda duran Roxy’yi fark etti.

“Ah… Selam Roxy. Rudy dün gece nasıldı?”

Roxy şaşkınlıkla kıpırdadı. “Şey…ımm. Şey, ah, çok nazikti.”

“Gerçekten mi? Bazı zamanlar fazla sert olabiliyor, biliyorum. Seni korkuttu veya başka bir şey yaptı mı?”

“Hayır, pek sayılmaz. İkinci seferimiz olduğundan nazikti… Özür dilerim. Belki de bunu söylememeliydim…”

“Özür dilemeni gerektiren bir şey yok.”

“…Yok mu?”

“Yok.”

Araları hâlâ biraz garipti ama en azından düşmanlık yoktu. Saygılı ve düşünceli olmaya çalıştıklarını görebiliyordum ki bu da bana bu ilişkiyi yürütmek istediklerini söylüyordu.

Bu tarz bir üçlü ilişki tek eşli bir ilişki kadar basit değildi. Muhtemelen hepimizin biraz çaba göstermesi gerekecekti. Bu ilişki özellikle Sylphie’nin etrafında dönüyordu. Onun açık fikirliliği bu anlaşmayı mümkün kılan tek şeydi çünkü.

Ona verdiğim sözden dönmüş ve Roxy’yi ikinci eş olarak kabul etmiştim. Boşanma evraklarım elimdeyken yüzüme tokadı yapıştırmakta haklı olurdu.

“Kahvaltı, kahvaltı, kalkkkvaltı zamanı…”

Aisha kendi kendine şarkı söyleyerek oturma odasına girdi.

Ne yalan söyleyeyim şarkısı rezil ötesiydi. Anlık uydurmuştu olmalıydı. Sanırım dahilerin bile zayıf noktaları vardı.

“Günaydın, Rudeus! Günaydın, Bayan Sylphie ve Bayan Roxy! Bugünün kahvaltısı her zaman olduğu gibi!”

Elinde beyaz ekmek, yeşil çorba ve ılık at sütü vardı. Bu bölgede yeni annelerin bundan bolca içmesi gelenekseldi. Emzirmelerine yardımcı olduğu söylenirdi.

“Aisha, kabul edilemez bu. Ne servis ettiğini herkese söyle.”

Lilia kızının arkasından odaya girdi. Anlaşılan o da mutfaktaydı.

Aisha, “Patates ve Yoko fasulyesi çorbası var, yanında da beyaz ekmek ve son derece besleyici at sütü!” diye geveledi itaatkar bir şekilde.

Ne servis edildiğini elbette biliyorduk, çünkü aşağı yukarı her sabah yediğimiz şey buydu. Ama sanırım küçük formaliteleri yerine getirmek de bir nevi önemliydi.

“Harika,” dedi Lilia memnuniyetle başını sallayarak. “Herkesi bir dakika bekleteceğim.” deyip ikinci kata doğru yöneldi.

“Sabrınız için teşekkür ederim.” Birkaç dakika sonra yanında Zenith’le geri döndü.

Annem oturma odasına girmişti, bana bakmak için duraksadıktan sonra sessizce masadaki ona ayrılan koltuğuna yöneldi.

“…Günaydın anne.”

Aylar geçse de Zenith’in anıları ona geri dönmemişti. Ancak küçük olsa da fark edilecek kadar değişmişti. Özellikle de Norn etraftayken çok farklı davranıyordu. Kızının başını okşayıp kendi tabağından beslemeyi denemek gibi şeyler yapıyordu. Sanki kızı daha iki üç yaşındaymış gibi hareket ediyordu.

Norn zaman zaman güçlük çekse de Zenith’in iyi niyetine karşılık veriyordu. Tam olarak ne düşündüğünü tahmin edemiyorum. Bu konuda çok karışık duygular içindeydim.

Hâlâ bir kızın annesine bağlanmasının doğal olduğu yaşlardaydı… ya da ona karşı isyan etmeye hazırlanıyordu. Her iki durumda da, hayatınızın bu dönemi ebeveynlerinizle olan ilişkinizin ne kadar önemli olduğunu hissettiğiniz bir dönemdi.

Norn, Zenith’in durumunu anlıyordu ve belli ki annesinin duygularını kendi duygularının önüne koymaya özen gösteriyordu. Birkaç yıl öncesine kadar ondan böyle bir olgunluk beklemezdim ama sanırım insanlar değişiyor.

“…”

Zenith’in açısından bakınca bunların gerçekten ne anlama geldiğini bilmek hâlâ zordu. İçgüdüsel olarak kızıyla arasında bir bağ mı hissediyordu? Yoksa hafızasının parçalarını yavaş yavaş geri mi kazanıyordu?

Neyse, Şu an için en iyisi bekleyip neler olacağını görmekti. “Pekâlâ canlarım. Hadi yumulalım.”

Hep birlikte kahvaltımızı yaptık. Sylphie sağımda, Roxy de solumda oturuyordu. Masanın diğer tarafında ise sırasıyla Aisha, Lilia ve Zenith vardı. Norn annesinin yanında oturacaktı ama bugün burada değildi.

Bu düzenin kasıtlı olarak ayarlanıp ayarlanmadığını hatırlamıyordum ama yine de bir şekilde bu oturma düzenine ulaşmıştık.

“Bildiğine eminim ama bugün üniversiteye geri dönüyorum. Lucie’ye benim için iyi bak, olur mu?”

“Elbette, Bayan Sylphiette. Her şeyi bize bırakın.”

Sylphie ve ben bugünden itibaren öğrenci olarak derslerimize geri dönecektik. Biz evden uzaktayken çocuğumuza Lilia ve Aisha bakacaktı.

Gerçi Lucie hâlâ bir bebekti. Annesinin göğüslerine erişimi olmadan hayatta kalamazdı.

Bi’ dakika. Bu beni de mi bir bebek yapıyor yoksa? Hmm.

Neyse bunu şimdilik bir kenara bırakalım.

Bir sütanne tutmaya karar verdik. Mahallede yaşayan Suzanne adında eski bir maceraperest ve iki çocuk annesi bir kadındı bu sütanne. Benim eski bir tanıdığımdı ama şu anda bu konuya girmesek de olur.

“Yemek için teşekkürler.”

Üniversitedeki üçüncü yılımın başlama zamanı gelmişti.

 

***

“Hey!”

“Günaydın, efendim!”

“Seni tekrar görmek güzel!”

Kampüse adımımızı atar atmaz tanımadığım öğrenciler bana merhaba demek için yanıma gelmeye başladı. Kaba görünüşlü tiplerdi ama ilginçtir ki hepsi saygılıydı.

Belki de bugünlerde otoriter bir hava veriyordum?

Düşünüyorum da ben artık bir babayım ve bir evin reisiyim. Kendimi farklı hissettiğimden değildi.

“Hey, Ağam!”

Bunları düşündüğüm esnada aralarındaki en tekinsiz öğrenciler karşımıza geçti.

“Günaydın ağam!”

“Ah, size de günaydın Fitz ve Bayan Roxy.”

Tabii ki Linia ve Pursena’ydı bunlar. Bu ikisi son senelerinde olmalarına rağmen gram olsun değişmemişlerdi.

Linia hâlâ küstahça kasıla kasıla yürüyor, Pursena ise bizimle konuşurken bile jambonumsu bir şeyler kemiriyordu.

“Ne kadar da şanslısın, değil mi ağam? Sağına soluna birer gacı almış okulda cirit atıyorsun!”

“Hem bizi terk edip gittin hem de ikinci bir eş aldın? Bu hiç adil değil.”

“Biliyorsunuz bu yıl mezun oluyoruz. Sanırım biz de kendimize birini bulmalıyız.”

“Evet. Her şeyi değişecek. Eve dönmeden kendimize birer adam bulmalıyız!” Gerçekten heyecanlanmış görünüyorlardı. Beni kıskandıklarını hissediyordum – eşlerimi değil, beni.

İçten içe, ikisi de belli ki kendi “sürülerine” liderlik etmek istiyordu. Kanlarındaki liderlik özelliği ağır basıyor olmalıydı.

Sylphie hoş bir gülümsemeyle, “İkinize de iyi şanslar,” dedi.

Halinden memnun alaycı bir kadın gibi alay etmişti. Yalan yok, biraz şaşırmıştım.

Sylphie bu ikisini benden daha uzun süredir tanıyordu. Daha rahat anlaşmalarına şaşırmamam gerekirdi.

Roxy ise sözlerini olduğu gibi kabullenmişti sanki. Özür dileyen bir ifadeyle başını onlara doğru eğdi. “Kusuruma bakmayın. Araya kaynak yaptım, değil mi?”

“Myav dedin?!”

“Ne?!”

Linia ve Pursena doğal olarak bu durum karşısında şaşırdılar.

“Ah, yoo sıkıntı yok! Ağzımızdan öyle laflar çıkmaz, biliyorsun değil mi?”

“Aynen aynen, çekicilik nedir bilmememize kızgınız sadece. Sizi yermiyoruz, Bayan Roxy!”

İkisi aniden Roxy’e özürler dizmeye başladı.

Roxy bu saygıyı tabii ki hak ediyordu ama bu denli çaresiz olmaları ucubeceydi sanki.

Bu ucubelerin “Biz o küçük cücenden kat be kat seksiyiz, miyav!” ya da “La şeytanın tekiyle evlenilir mi?” gibi bir şeyler söylemesini bekliyordum aslında. Böyle bir saygısızlığı hoş görmezdim gerçi

Özürleri bittikten sonra ikisi de Sylphie’nin omuzlarını şefkatle sıvazladılar.

“Çok zorlanıyorsundur, eminim. Dayan, Fitz!”

“Roxy’e ayak uydurmak zor gelecektir ama sana inancım tam!”

Sylphie gözlerini kırpıştırdı, biraz şaşkın görünüyordu. “Ha?”

“Hızlıca ikinciliği alsan iyi edersin.”

“Evet. Liderlik korunmalı yani.”

“Ne…?”

Sylphie düşünmek için bir an durakladı, sonra “Ah,” diye mırıldandı, yüzü biraz garip bir ifadeye büründü. “Hımm… Rudy bana hâlâ bol bol sevgi gösteriyor farkında değil misiniz?”

Linia ve Pursena buna abartılı bir sempati içinde yüksek sesle burnunu çekerek tepki verdi.

“Ah, zavallımmm seni tatlı çocuk!”

“Neredeyse ağlayacağım! Hadi Fitz! Bizim ağa üçüncü dördüncü karıyı aldıktan sonra senin gibi sessiz bir kadın arka planda kaybolur gider. İçim kan ağlıyor!”

Vay be. Davarlar da konuşurmuş…

Aileme daha fazla eş katmayı planlamıyordum. Ve alsam bile, Sylphie’yi herhangi bir nedenle ihmal etmeye başlamazdım da. Bana yardım etmek için vücudunu ortaya koymuştu. Bu iyiliğini asla unutamazdım.

Roxy meselesi falan derken, ona borcumu şimdiye kadar pek iyi ödememiştim.

“Ha? Bu doğru değil! Uf… Değil mi Rudy?”

Sylphie’nin güneş gözlüklerinin altındaki ifadesini seçemiyordum ama sesi endişeli geliyordu. Bir adım öne çıkıp ona biraz güvence vermem gerekiyordu.

“Tabii ki değil!”

Eğildim ve onu kocaman bir kucakladım.

Sırtını şefkatle okşayarak derin bir nefes aldım ve duygularımı ifade etmeye hazırlandım. Muhtemelen en iyisi, etrafta bir sürü tanık varken, burada ve şimdi her şeyi açıklığa kavuşturmaktı.

“SENİ SEVİYORUM, SYLPHIE!”

Bu güçlü açıklama, etraftaki birkaç kişiden alkış aldı. Sylphie öfkeyle kızardı ve kollarımın arasında kıpırdandı. “Rudy, hadi ama! Burası ne yeri ne de zamanı!”

“Gerçekten mi? Benden güvence isteyen sendin ama.”

“Eğer büyük bir jest yapmak istiyorsan, aynısını Roxy için de yapmalısın!”

Yeterince makul. Roxy’ye bir göz attım ve,

“…Zahmet etmene gerek yok. Ben iyiyim.”

Gözlerinde beklentiye benzer bir şey görüyorum ama!

Daha fazla tereddüt etmeden sol kolumla Roxy’yi kucakladım, sağ kolumla da Sylphie’yi kendime bastırdım.

Ah, ne mutluluk. Artık iki yanımda da bir karım vardı.

“İKİNİZİ DE SEVİYORUM!”

Bu kez, beni izleyen bazı öğrencilerden yuhalama sesleri yükseldi.

Muhtemelen Millis Kilisesi’nin üyesi falandılar.

Ne haltsanız! Sizin yasalarınız beni bağlamaz! Ben kanunun ta kendisiyim!

Her halükarda, halkın dolu dolu ilgisi Sylphie için biraz fazla olmaya başlamıştı. Yüzü domates gibi kızarmıştı. “Aman Tanrım! Prenses Ariel’in yanına gidiyorum, tamam mı?”

“Elbette. Öğle yemeğinde görüşürüz, Sylphie.”

“Akademideyken Fitz diyecektin bana hatırlasana?!” Ah, doğru ya. Bu kısım tamamen aklımdan çıkmış.

Neredeyse bir yıldır burada derslere girmiyordum, o yüzden sanırım unutmuştum. Dürüst olmak gerekirse, bu maskaralığa devam etmesinin pek de bir anlamı yokmuş gibi geliyordu bana. Bugünlerde bir erkek olarak inandırıcı olamayacak kadar güzeldi çünkü.

Eh, geçti gitti. Sevimliydi ve bu yüzden kendini nasıl sunmak istediği onun kararıydı.

Sylphie’nin koşar adım uzaklaşmasını izledikten sonra Roxy, “Sanırım ben de fakülte ofislerine gideceğim,” dedi.

“Doğru. İlk gününde iyi şanslar, Roxy.”

“Oh, doğru ya. Okul sınırları içindeyken bana Profesör Roxy demelisin.”

Hmm. Doğru, özel ve profesyonel hayatlarımızı ayrı tutmamız gerekiyor.

Bu benim için sorun değil elbette. Ama daha önemlisi… Roxy artık gerçek bir profesördü, değil mi? Bu biraz… müstehcen hissettiriyordu. Dün geceyi bunu düşünerek geçirmiştim.

Acaba beden eğitimi kulübesinin anahtarlarını kaça kadar ödünç almana izin veriyorlardı?

Bu noktada aniden önemli olduğunu hissettiğim bir şeyi hatırladım.

“Profesör Roxy?”

“Evet, Rudeus?” dedi Roxy, sakin ve profesyonel bir gülümsemeyle bana bakarak.

“Bugün yeni dönemin ilk günü, değil mi? Fakülte erken bir toplanmıyor mu?”

“Hıkk!”

Hmm. Yüzündeki tüm renk uçup gitti. Hiç iyiye işaret değil.

“Ü-üzgünüm ama gitmem gerek! Hemen! İzninizle!”

Saniyeler içinde fakülte ofislerine doğru koştu ve kalabalığın içinde kayboldu.

Sanırım zamanlamamızı iyi düşünemedik. Bir öğretim üyesi, sıradan bir öğrenciyle aynı programa uymuyordu sonuçta.

“Peki, tamam o zaman. Biz de gidelim çocuklar.”

“Miyav!”

“Seninleyiz ağam.”

Kendi adıma, sadık yardımcılarımla birlikte özel sınıfa doğru yola çıktım. Bugün zorunlu dersimiz vardı.

Eşlerimin ikisi de bugün ortadan kaybolmuştu ama nasıl olduysa hâlâ yanımda iki sevimli kız vardı. Belki de sonunda popüler günlerim gelmişti.

Linia ya da Pursena’ya elimi süremem ama. Ah, bazen erkek olmak çok zor.

“Ay şimdi hatırladım da. Senin hakkında bir dedikodu dolaşıyor, Ağam.”

Linia yüzünü bana döndü, kulakları diken diken olmuştu. Gözlerindeki merak ışıltısını görebiliyordum.

“Gerçekten mi?”

“Evet. Gerçekten destansı bir savaş verdiğini söylüyorlar. O kadar destansı ki sol elini kaybetmişsin.”

“Ah…”

Düşündüm de, bu ikisine söylediğim tek şey yolculuğumdan döndüğüm ve Roxy’nin üniversitede ders vereceğiydi. Bu noktada ayrıntılara girdiğim tek arkadaşım Zanoba’ydı.

O zaman haberi etrafa o mu yaydı? Ya da belki Cliff’ti. Ne de olsa muhtemelen tüm hikâyeyi Elinalise’den duymuştu.

“Taşaklı ağamız, miyavbee! Yedi Büyük Güç’ten biriyle savaşmak için İblis Kıtası’na uçuyor ve kazanmak için kendi elini feda ediyor!”

“Ne-?”

Ne? Yedi Büyük Güç de nereden çıktı?!

“Rakibin utanç içinde kaçmak zorunda kalmış, di mi? Yürü be Patron!”

“Bekle. Bekle! Bir saniye yavaşla, Linia!”

Bu çok tuhaftı. Söylenti nasıl bu kadar çarpıtılmıştı? Hiç hoşuma gitmedi bu. Ya bu söylenti yeterince yayılır ve herkes Yedi Büyük Güç’ten birini alt ettiğime inanmaya başlarsa? Ya Güçlerden biri bu söylentiyi duyarsa?

Ya o listedeki iki numaraysa? Ya o kişi Orsted adında bir adamsa?

“Dedikodu işte. Merak etmeyin, bunu herkese duyuracağımdan emin olabilirsi—-”

Linia cümlesini tamamlayamadan onu kuyruğundan yakaladım ve şiddetli bir şekilde çektim. Pençelerini uzatarak bana saldırdı ama ben İblis Gözümü kullanarak onu savuşturdum. Birkaç başarısız denemeden sonra ellerini poposuna bastırdı ve gözlerinde yaşlarla bana baktı ve, “Bu ne içindi?! Bir kadının kuyruğunu çekiştirme!”

Ben de ona ters ters baktım. “Etrafa abartılı dedikodular yayma, anladın mı? O şeyi senden çekip koparırım!”

“Ha?! A-anladım! Özür dilerim!”

Bu ikisinin dedikoduculuk geçmişi vardı. Yatakta yaşadığım sorunları kampüsün dört bir yanına yaymışlardı, o zamanlar doğru olduğu için onları affedebilirdim. Ama bu tamamen farklı bir durumdu. Bana gerçek sorunlar yaratabilirdi bu. Sonunda ölebilirim bile.

Bu tür söylentilerin önünü kesmek şarttı.

Bu noktada Pursena söze karıştı. “Olanları Zanoba’dan duyduk. Büyüye karşı bağışıklığı olan bir hydra ile savaşmıştın, değil mi? Orada olması gerektiğini söylüyordu. Sana zarar gelmesini engelleyebileceğini düşünüyordu.”

“Bu doğru, miyavs. Ama biz sadece o şeyi yenebilmenden etkilendik. Bu yüzden herkesin senin ne kadar baş belası olduğunu bilmesini sağlayabiliriz diye düşünmüştüm oysaki…”

“Sağ ol ama almayayım.”

Yıllar geçtikçe güçlendiğim doğruydu. Ama iş durum hakikaten önemli olduğunda, hala yüz kızartıcı bir şekilde yetersiz kalıyordum. İnsanların hakkımda şişirilmiş fikirlere sahip olmasını istemiyordum. Bunu hak etmiyorum çünkü.

“Ama biliyorsun, Patron… biz bir şey söylemesek bile, insanlar zaten bir şeyler uydurur. Herkes artık yapay bir elin olduğunu görebiliyor.”

“Doğru diyor miyavs. O yüzden dedikodumuzu ortaya atsak da pek bir şey fark etmez yani.”

“…”

Görünüşe göre kampüste yarı tanınmış bir figüre dönüştüm, bu yüzden insanların spekülasyon yapması muhtemelen kaçınılmaz oluyor. Yine de Yedi Büyük Güç’ü bu işin dışında tutmak istiyorum. Tehlikeli sular çünkü. Orsted’in beni neredeyse öldürdüğü günü hâlâ çok canlı bir şekilde hatırlayabiliyordum.

“Etrafta dolaşan başka ne gibi söylentiler duydun?”

“Bir sürü var. Hım düşüneyim…”

Linia bir dizi hikâye anlatmaya devam etti. Bazıları bir Superd savaşçısıyla ölümüne savaştığımı söylerken, diğerleri yüz canavardan oluşan bir sürüyle tek başıma yüzleştiğimi söylüyordu. Bazıları ise yasaklanmış kadim bir büyüyü başarıyla yaptığımı ama bu sırada elimi kaybettiğimi iddia ediyordu.

Hiçbiri inandırıcı gelmiyordu, bu yüzden çok uzamadan ortadan kaybolacaklarını düşünüyordun.

“Hmm…”

Bir düşününce, Yedi Büyük Güç de muhtemelen insanların kendileri hakkında saçma sapan hikâyeler uydurmasına alışkındır. Savaştaki hünerleriyle inanılmaz derecede ünlüydüler sonuçta. Belki de bir şekilde haberdar olsalar bile, bir üniversitede dolaşan aptalca bir hikayeye aldırış etmezlerdir.

“Pekala, yeter. Kuyruk için üzgünüm.”

“Siz insanlar bunun ne kadar acı verici olduğunu anlayamazsınız, grrrr. Bir kadının kuyruğunu koparmak affedilemez!”

“İyi, iyi. Bir gün sana balık alırım, tamam mı?”

“Hee hee, harika! Daha sık şikayet edeceğim artık…”

“Bana ordan bol yağlı bi et olsun yerine.”

Üçümüz bir kez daha koridorda ilerlemeye başladık.

 

 

Sınıfımız her zamanki gibiydi.

Diğer beş kişi benim masamın etrafında gevşek bir grup halinde oturuyordu. Zanoba figürleriyle oynuyordu, sadık asistanı Julie de onun yanındaydı. Linia pençelerini törpülemekle meşguldü, Pursena et çiğniyordu ve Cliff ciddiyetle kalın bir kitap üzerinde çalışıyordu. Öğrenci olmamasına rağmen odanın arka tarafında sessizce duran Ginger da vardı.

Bu sınıfa gelmeyeli uzun zaman olmuştu ama her şey hemen tanıdık hale gelmişti. Sadece bir yıl içinde sayımızdan ikisini kaybedeceğimizi hayal etmek zordu. Tabii Linia ve Pursena’nın mezun olmayı başardıklarını varsayarsak.

“Bu arada, Rudeus…” Cliff kitabından başını kaldırdı ve bana bir bakış attı.

“Diğerleriyle birlikte bana da merhaba demek için uğramamanın bir nedeni var mı?”

Huysuzluğunu anlayabiliyordum. Onu görmeye gitme fırsatı bulamamıştım.

“Bunun için üzgünüm, Cliff. Döndükten hemen sonra sana uğradım ama sen ve Elinalise başka işlerle meşgulmüşsünüz gibi gelmişti.”

“Ah… Anlıyorum. Sanırım o akşam onunla birlikteydim, evet. Tamam, boş ver o zaman. Özür dilerim.”

Neyse ki Cliff yeterince çabuk geri adım attı. Ama yine de toplumun bu kesimindeki insanların bu tür formaliteler konusunda gerçekten titiz olduklarını hissetmeye başlamıştım. Ariel de tek kelime etmeden ayrılmamdan hoşnut olmamıştı.

Maceracı olduğum zamanlarda herkes bu tür konularda çok daha rahattı.

“Ama, ilk çocuğunuz doğdu, değil mi? En azından bu konuda iletişime geçebilirdiniz. Hâlâ eğitimdeyim ama en azından kutsamasını yapardım.”

“…Evet, haklısın sanırım.”

“Ah, doğru. Millis Kilisesi’ne ait değilsin değil mi, bu yüzden sanırım buna gerek yok. Yine de, sanki benden kaçıyormuşsun gibi geliyor. Çocuğunuzla meşgulsunuz anladım da bir kez olsun laboratuvarıma uğrayacak zamanı da mı bulamadınız?”

Haklıydı. Belki de ondan kaçıyordum.

Yine de bunun bir nedeni vardı. Roxy adında bir sebep. Artık iki karım vardı ve Cliff Millis Kilisesi’nin sadık bir üyesiydi. Muhtemelen bu habere pek olumlu tepki vermeyecekti.

“Beni görmek istememenin bir nedeni mi var acaba? Eğer öyleyse, sakıncası yoksa bunu bizzat senden duymak isterim.”

Bugün bu konuda garip bir şekilde inatçı davranıyor. Elinalise’nin onu çoktan bilgilendirdiği hissine kapıldım. Onu yakından tanıyorum, muhtemelen onu da zorlamıştır. “İnancına ne kadar bağlı olduğunu biliyorum Cliff, ama onu günahları için affedersen, herkese senin ne kadar hoşgörülü ve nazik olduğunu gösterebilirsin!” gibi bir şeyler söylediğini hayal edebiliyordum.

Tabii ki Roxy’le evlenmek için Cliff’in affına ya da iznine ihtiyacım yoktu. Ama bu arkadaşlığımızı mahvetmek istediğim anlamına da gelmiyordu. Oyununa eşlik edecektim. Gerçeği itiraf edebilir, Cliff’in beni affetmesine izin verebilir ve ardından açık fikirliliğine uzun uzun iltifat edebilirdim. O egosunu okşar, biz de bu meseleyi geride bırakırdık. Bu bir kazan-kazan durumuydu gerçekten.

Tamam o zaman. Sanırım senin iplerinde dans edeceğim yine, Elinalise.

“Aslında, Cliff-”

“Affedersiniz.”

Ben daha cümlemi tamamlayamadan biri sınıfımızın kapısını açtı.

İki kişi içeri girdi. Biri sınıfımızın sorumlusu olan ve genellikle derslerimize giren profesördü.

Diğeri ise bornoz giymiş, uykulu gözleri ve ciddi ifadesiyle biraz gergin görünen sevimli bir genç bayandı. Her zaman elinden gelenin en iyisini yaptığı belli olan ve sarılmak istemekten kendinizi alamayacağınız türden bir kadındı. Yani… Roxy’ydi.

“Herkese merhaba. Sizi Özel Ders’te bana yardımcı olacak yardımcı doçentle tanıştırmak istiyorum.”

“Memnun oldum,” dedi Roxy, bir adım öne çıkıp başını hafifçe eğerek. “Ben Roxy M. Greyrat.”

Zanoba ve diğerleri şaşkınlıkla bakakaldılar ama profesörümüz sözlerine devam etti. “Profesör Roxy oldukça genç görünebilir, ama aslında bu kendi halkının bir özelliği. Kendisi 50 yaşının üzerindedir. Görünüşe göre bazılarınızla kişisel bağlantıları var, bu yüzden onu buraya yerleştirmeye karar verdik. Şimdilik benim asistanım olarak görev yapacak, ancak gelecek yıldan itibaren sınıfı tamamen onun devralmasını planlıyoruz.”

“Miyav miyav?! Size ne olacak Profesör Samson?!”

Profesör bu soru karşısında başını salladı. Anlaşılan adı Samson’muş. Bu benim için yeni bir şeydi. Ne kadar önemsiz biriydi, şaşırtıcı.

“Gelecek yıl memleketime geri döneceğim. Ne de olsa artık bu sınıfta bakmam gereken bir akrabam yok.”

“Ah evet. Ren mezun olduktan sonra nereye gitti bu arada?”

“Küçük kız kardeşim Neris Dükalığı’nda büyü şövalyesi olarak görev yapıyor. Şimdilik durumu gayet iyi gibi görünüyor ama ona göz kulak olmak için yanında olmazsam ne yapacağı belli olmaz.”

“Ooh. Anladım.”

Tüm bunları daha sonra öğrenecektim ama görünüşe göre özel sınıf danışmanının bir veya daha fazla öğrenciyle kişisel bağlantısı olan bir eğitmen olması normalmiş. Muhtemelen ne kadar öngörülemez olduklarından ile dolayıydı. Onları biraz kontrol edebilecek ya da en azından dizginleyebilecek birini sınıfın başına koymanız şarttı.

Şimdiye kadar bizden sorumlu olan Profesör Samson, Cliff’in buraya kaydolmasından bir yıl önce mezun olan bir öğrencinin kardeşiydi. Üç Sihirli Ulus’tan biri olan Neris’in dük ailesinin bir parçasıydı ve güya büyü konusunda olağanüstü bir yeteneği vardı.

Eh yani, Roxy’nin hem benimle hem de Zanoba ile kişisel bağlantıları vardı. Aslında bu iş için mükemmel bir seçimdi.

Roxy tekrar öne çıkarak odadakilere baktı ve ardından konuşmaya başladı. “Bazılarınıza daha önce tanıtıldığımı biliyorum ama bir kez daha söylüyorum, benim adım Roxy M. Greyrat. Sınıfımızdaki Rudeus Greyrat’ın ikinci eşiyim. Bunun bir profesör olarak davranışlarımı etkilemesine izin vermemeye çalışacağıma söz veriyorum, sizden de anlayışlı olacağınızı umuyorum.”

“…”

Cliff bu noktada suratı asıldı.

Muhtemelen “ikinci eş” meselesini doğrudan benden duymak isterdi. Bu şekilde durumu nezaketle kabul edebilir ve minnettarlığımı kazanabilirdi. Ama şimdi planları mahvolmuştu.

“Şey, Cliff-”

“Hmm. İkinci eş demek? Sadık kelimesi sözlüğünde bulunmuyor sanırım, Rudeus?”

Onunla konuşmaya çalıştığımda beni hemen azarlamaya başladı.

“Biliyorum, biliyorum. Sadakat konusunda yetersiz kaldığımı itiraf ediyorum.”

“Sylphie ile olan evliliğini kutsadım çünkü bana onu seveceğini söylemiştin, sadece onu. Hatırlamıyor musun?”

“Elbette hatırlıyorum. Ve sana çok minnettarım.”

“Her neyse, benimle aynı inancı paylaşmadığını en başından beri biliyordum. Konuyu daha fazla uzatmayacağım. Ne olursa olsun, sizi tebrik ederim. Umarım birlikte mutlu olursunuz.”

“Teşekkürler, Cliff.”

Cliff bunun üzerine homurdandı. “Biliyor musun, kız kardeşin Norn’a şehirde birkaç kez rastladım. Bana bir gün sizinki gibi mutlu bir evliliği olmasını umduğunu söyledi. Merak ediyorum da ikinci eşini eve getirdiğinde sana bir şey söyledi mi acaba?

“Bana çok kızmıştı.”

“Beklediğim tepki. Neredeyse her gün kilisede senin ve babanın sağ salim dönmesi için dua ediyordu. Normalde eve dönüşün onun için sevinçli bir olay olmalıydı.”

“Ama sonunda beni affetti.”

“Tabii ki affetti. Seninle çok inatlaşırsa onu evden atacağından korkmuş olmalıydı.”

“…ona asla böyle bir şey yapmazdım.”

“Elbette yapmayacağını biliyorum. Ama kendini burada daha savunmasız olan tarafın yerine koymayı dene. Kız babasını yeni kaybetti. Şu anda güvenebileceği tek kişi sensin, anlıyor musun? Bence aile olarak onun duygularını daha fazla dikkate almaya çalışmalısınız.”

“Haklısın.”

“Ayrıca, yeni partnerler edinmek ilişkilerinizi daha da karmaşık hale getirecektir. Kadınlar toplanacak nesneler değildir, bilmelisin.”

Dostum, beni canımın yandığı yerden vuruyorsun. Sanki yaşlı ve sert bir rahip tarafından sorguya çekiliyormuşum gibi hissettim. Adam istediği zaman gergin olabiliyordu.

“Doğru… Şey, Cliff?”

“Ne var, Rudeus?”

Yine de bu hikâyenin benim için yepyeni olan bir kısmı vardı ve ona biraz minnet borçluydum.

“Ben yokken Norn’a göz kulak oluyordun, değil mi? Teşekkür ederim. Minnettarım.”

“Bir gün kilisedeyken onu fark ettim ve iki lafın belini kırdık, hepsi bu. Bu arada, aklında bulunsun bu denli genç bir kızın kasabada böyle serbestçe dolaşmasına izin vermemelisiniz. Bu bölge yeterince güvenli ama arka sokaklarda fidyecilerin cirit attığını duydum.”

“Haklısın. Daha dikkatli olacağım.”

“Harikulade. Uygun bir şekilde tövbe ettin, bu yüzden hataların için seni affedeceğim. Ne de olsa Aziz Millis bize hoşgörülü olmayı öğretti.”

“Minnettarım, Cliff.”

Affedilmiştim. Belki de bu bir sohbetten ziyade bir itiraftı.

Yine de adam birçok iyi noktaya değindi. Şu anda Norn’a nasıl davrandığım konusunda kesinlikle kötü hissediyordum. Bundan sonra ona karşı iki katı daha nazik olmam gerekecekti.

“Kişisel tartışmalarımız bitmiş gibi görünüyor, değil mi? O halde Üniversiteden gelen bildirimlere geçelim…”

Cliff’in dersi sona erdiğinde, Profesör Samson nazik bir şekilde derse yeniden başladı. Roxy tüm bu süre boyunca onun yanında durmuştu, son derece rahatsız görünüyordu.

Ona öpücük atınca beni küçük bir kahkaha ve ardından onaylamayan bir kaş çatmayla onurlandırdı.

Sonraki kısa süre boyunca hayatım eski bildik çizgide ilerledi.

Zanoba ve Cliff’i düzenli olarak kontrol ediyor, Nanahoshi’ye araştırmasında yardım etmek için uğruyor ve boş saatlerimi kitabım üzerinde çalışmak veya son seyahatimden getirdiğim büyü emici pulları incelemek için kullanıyordum. Her zaman olduğu gibi, zamanımı meşgul edecek çok şey vardı. Bütün bir günü tek bir ya da belki iki işe ayırabildiğim günler için biraz özlem duyuyordum.

Değişen tek şey, dersler bittikten hemen sonra zamanımı nasıl kullandığımdı. Daha önce Norn’a derslerinde yardım ediyordum ama şimdi onun yerine kılıç kullanmasını öğretiyordum.

Bu değişikliğin akademik sonuçları üzerinde olumsuz bir etkisi olabileceğinden biraz endişeliydim, ancak notları için çok çalışacağına söz vermişti, bu yüzden bir şans vermeye hazırdım. Motive olduğunda tutkulu olduğu şeylerin peşinden gitmesine izin vermek beni mutlu ediyordu.

Şimdilik bunların hiçbirine fazla girmeyeceğim.

Kampüsten ayrılmaya yakın, Sylphie’yi ve Roxy’yi buldum ve birlikte eve doğru gittik.

Sylphie’nin gece vardiyası olduğunda, sadece Roxy ve ben oluyorduk. Roxy’nin akşam fakülte toplantısı olduğunda da bazen sadece ben oluyordum. Arada sırada Norn da geliyordu.

Bir akşam, kendimi sadece Sylphie ile geri dönerken buldum. Yolda yürürken el ele tutuşmuştuk ve çoğunlukla Sihir Üniversitesi’ndeki son olaylar hakkında konuşmuştuk. Görünüşe göre, öğrenci konseyi bu dönem bir ya da iki yeni üye alacaktı.

“Sen de katılmalısın Rudy!”

“Boş zamanım olduğunu sanmıyorum; üzgünüm.”

Pek sohbet sayılmazdı ama birbirimize eşlik etmekten keyif alıyorduk. Pervasız değildik tabii ki. Halkın içindeydik.

“Eve geldik.”

Kapıdan içeri adımımı atar atmaz Aisha öne fırladı ve kollarını bana doladı.

“Tekrar hoş geldin, Rudeus! Akşam yemeği ister misin? Ya da banyo? Ya da belki… beni?!”

Bu cümleyi nereden öğrendi? Ne klişe ama. Bir dakika, bunu ona ben mi öğretmiştim? Hayır… Bunu Sylphie’ye öğrettiğimi hatırlıyorum ama kendi küçük kız kardeşime değil.

“Sen!” diye bağırarak, kahkahalar atarak kaçan ve Lilia’dan kafasına bir yumruk yedikten sonra Aisha’nın koltuk altlarını acımasızca gıdıklamaya devam başladım.

Bu küçük aradan sonra doğruca banyoya gittim.

Aisha seçenekler listesine eklemiş bunu ama hazır değildi, beni falan beklemiyordu. Onlar da hala akşam yemeği üzerinde çalışıyorlardı. Başka bir deyişle, “Sen” seçeneği yalnızca tek seçeneğimdi.

Her neyse. Neyse ki Aisha gün içinde banyoyu bizim için hep temizliyordu, bu yüzden tek yapmam gereken suyu akıtmaktı.

O günlerde tek başıma pek banyo yapmıyordum. Bir noktada, her seferinde iki kişi kullanmaya başlamıştık. Artık töre haline gelmişti. Böyle bir geleneği daha önce hiçbir yerde duymamıştım ama, neyse.

Bugün, Aisha beni banyoya kadar takip etti. Kız zaten on bir yaşındaydı ama hâlâ utanma duygusundan yoksun görünüyordu. Hormonlu genç bir oğlanla sohbete girse, zavallı çocuk muhtemelen birkaç dakika içinde yanlış bir fikirlere kapılırdı.

“Sana banyoya girerken bir havluyla örtünmeni söyleyip duruyorum, Aisha.”

“Neden?”

“Usulu böyle.”

“Tamaaaam.”

En azından bu konuda, Aisha’nın ablasından bir şeyler öğrenmesini dilemeye başlamıştım.

Yine de küçük bir kız kardeşe sahip olmak güzeldi. Bacaklarımın arasına girip sırtını yıkamamı ya da kafasını durulamamı talep etmeyi seviyordu ve bu her zaman çok şirindi. İyi ki kız kardeşti ve aynı zamanda cılız bir çocuktu, yoksa elimde başka bir karım olabilirdi. bruh

Sylphie ya da Roxy aynı numarayı deneseydi, saniyeler içinde kendimi kontrol edemeyeceğime emindim. Gerçi o durumda kendimi kontrol etmem gerekmezdi.

Her neyse. Kız kardeşimle keyifli bir aile bağının tadını çıkarmak için yerleştim. İkimiz birbirimizi yıkarken Aisha bana günün olaylarını anlattı. Bunlar çoğunlukla önemsiz küçük şeylerdi. Lucie sevimli bir şey yapmıştı, Zenith yabani otları ayıklamaya yardım etmişti, Lilia pencerenin yanında uyuklamıştı, bahçemize yeni bir şey ekmişti… bu tür şeyler.

Ah, demişken. Elime geçen pirinç tohumunu Aisha’ya emanet etmiş ve yetiştirip yetiştiremeyeceğini sormuştum. Havalar biraz daha ısındığında bunu deneyeceğine dair bana söz vermişti. Çocuk bir dahiydi, bu yüzden çok geçmeden kendi özel pirinç kaynağıma sahip olacağıma dair iyimser hissediyordum. Gerçekten dört gözle bekliyordum.

Banyodan çıktığımızda Roxy eve yeni geliyordu, bu yüzden doğrudan akşam yemeğine geçtik.

Bugün tatlı su balığı yahnisi, ekmek, fasulye ve patates yedik. Aşağı yukarı her zamanki gibi.

Yemekten sonra Lucie’nin Sylphie’nin göğsünü şiddetle emmesini dikkatle izledim. Bebeğimizin ne kadar sessiz olduğu düşünüldüğünde, iştahının çok açık olduğu kesindi. Sylphie’nin kızının çok tombul büyüdüğünü hayal etmek zordu ama yeterince büyüdüğünde biraz egzersiz yaptığından emin olmalıydım.

Yemekten sonra bir süre ailece dinlendik. Ben Aisha’ya biraz büyü öğrettim, Roxy de yarınki derslere hazırlanmak üzere odasına gitti.

Sylphie Lucie’yle ilgilenmekle meşguldü ama bazen büyü yapmak için kendine zaman ayırıyordu da.

Evcil hayvanımız armadillo Dillo yanıma geldi, ona biraz ilgi gösterdim.

Bu arada, ona bakmaktan Aisha sorumluydu. Onu çok iyi eğitmişti ve artık her şeyden çok sadık bir bekçi köpeği gibi davranmaya başlamıştı.

“Pekala o zaman, sanırım yatma vaktimiz geldi. Herkese iyi geceler.”

Lilia ve Zenith genellikle gece için ilk yatanlardı.

“İyi geceler!”

Gerçi Aisha da erkenden yatmıştı. Özel dersini bitirdikten sonra genellikle doğruca uyurdu.

“Peki o zaman… Hazır mısın Sylphie?”

Ev sessizliğe gömüldükten sonra karımı yatak odamıza davet ettim.

“Evet,” diye cevap verdi, yüzü kızarmıştı ve gömleğimin kolunu hafifçe kavrıyordu.

Doğal olarak, bu beni harekete geçirmek için fazlasıyla yetmişti Onu kucağıma alıp, prenses tarzında yatağa taşıdım.

Ondan sonra… özel zamanımızın tadını çıkardık.

Zihinsel ve fiziksel olarak tatmin olmuş bir şekilde, karım kollarımdayken derin bir uykuya daldım.

 

***

 

Ondan sadece birkaç dakika önce Sylphie’yi uyandırmamaya dikkat ederek sessizce yataktan çıktım.

Elimden geldiğince sessizce bodruma indim.

Oraya vardığımda, gizli kapıyı açmadan önce arkama birkaç kez dikkatle baktım.

İçeriye küçük bir sunak yerleştirmiştim. Kutsal idollerim orada saklanıyordu.

Bilmeyenler için küçük kumaş demetlerinden başka bir şey gibi görünmeyebilirlerdi. Ama Roxy ve Sylphie’nin ilahi ruhlarının onların içinde yaşadığını biliyordum.

Her gece olduğu gibi bu gece de şükran dualarımı sundum.

 

 

Üniversite Efsaneleri #2: Patron’un gözleri ışıldayabilir.

 

 

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.