İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 13 Bölüm 01

Roxy’nin Yeni İşi

 

SABAHIN KÖRÜNDE, ağız sulandıran kokularla uykumdan uyandırıldım. Uyurken burun deliklerimin en dibine yerleşmiş, yüreğimi sıcacık ve mükemmel duygularla doldurmuştu.

“Nolu-?!”

Bu davetkar kokuyla gözlerimi irkilerek açtım… ve yanıbaşımda yatakta bebekler gibi uyuyan bir tanrıça buldum. Onun o masun yüzü gözlerimin birkaç santimcik ötesindeydi. Hatta minicik tatlış burnundan usul usul nefes aldığını bile duyabiliyordum.

“Ooh…”

Yavaşça battaniyenin altından çıktım ardından olabildiğince sessizce dizlerimin üzerine çöktüm. Ellerimi birleştirip ona minik bir dua ettim . Yatağımda kutsal bir şahıs vardı. Ona hürmet etmem gayet doğaldı ne de olsa.

“Bir dakika. Yoksa bu…”

Ellerim tir tir titrerken uzanıp battaniyeyi tanrıçanın üstünden çektim. Tam da beklediğim gibiydi! Hayretler içindeydim, bütün vücudu dibimde apaçık ortadaydı resmen!

“Ooooh!”

Fiziği narin ve insanı aldatsa da bir şekilde genç görünüyordu, normalde kıvrımlarının olması gereken yerlerden yoksundu.  Hava düzgünce görmem için çok karanlıktı ama… göğsünün üstünde gördüğüm o nokta ilahi bir sembole mi benziyordu sanki? Yoksa üçüncü gözünü temsil eden şanslı bir işaret miydi?

Yok, muhtemelen değildi. Buna rağmen en azından kutsal bir şey olduğu kesindi.

“Hığk…”

Şöyle bir ellesem, müsaade edilir miydi acaba? Göklerin tam kutsanmışlığına sahiptim neticede. Ne de olsa tanrıça ayağıma kadar gelmişti. Ben seçilmiş kişiydim. Mesih’tim. Pek tabii bir mesihin tanrısına dokunmasına izin verilirdi yani.

Ama onun ruhu başka bir yerlerde laylaylom dolanırken bunu yapmama izin var mıydı? Ruhumu günaha boğup kendimi de Nirvana’nın kapılarından tekmelettirme riskim vardı. Elimi kaldırdığım an odayı keskin bir ışıkla doldurabilir, “Yok ol, aptal Mara!” diye patlayabilirdi ve hemen sonrasında beni hiçliğe dönüştürebilirdi.

İki ucu boklu bir değnekti. Zavallı çavuşumun hele de bu sabah bi’ selam çakmasını durdurmam mümkün değildi!

“Mm… ‘Soğuk…”

Tanrıça’m bilinçsizce battaniyeyi kavrayıp üzerine çekti ve sarılıp öteki tarafına döndü.

“Oooh…”

Aklımı yitireceğim nerdeyse! Mavi saçlarının altından görünen beyaz ensesini görebiliyordum! Dün boynunda bıraktığım morlukları görebiliyordum! Gerçekten muhteşemdi. Uyandığım anda böylesine muhteşem manzaralarla karşılaştığım için dünyanın en şanslı erkeği olduğum kesindi.

…Ah, doğru ya. Sabah o kadar vaktimiz olmaz, değil mi?

Onu uyandırsam iyi olur…

“Roxy, uyan. Sabah oldu.”

“Hm…?”

Tanrıçam gözlerini açtı ve yavaşça doğrulup oturdu. Battaniye kayıp gitti ve güzel, çıplak sırtını ortaya çıkardı. Yepyeni bir çağın şafağıydı resmen bu.

“…Günaydın.”

Yavaşça arkasını dönüp bana baktı, gözleri uykudan buğulanmıştı. Göğsünde iki adet şanslı işaret vardı, alt tarafındaysa sevimli küçük bir göbek deliği duruyordu. Her şeyi geçtim öyle bir külotu vardı ki, tarifsiz ruhani zevkleri saklıyordu.

Stupam tehlikeli bir hızda karma biriktiriyordu. Bu hızla devam ederse çok geçmeden nirvanaya ulaşacaktım.

“Ah…”

Sanırım vaziyetimi fark etmişti, battaniyeyi kaptı ve vücudunu gizlemek için üzerine çekti. Tanrıça’m beni terk etmişti. Dünyadaki tüm ışık solmuştu. Yeni bir karanlık çağ artık bizi bekliyordu…

“Böyle yıkılmış görünmenin bir nedeni var mı?” diye sordu kuru bir sesle.

“Ah, bir nedeni yok. Gün ışığında vücudunuza şöyle uzun uzun bakmak istemiştim sadece, öğretmenim.”

“…Bakılacak çok da bir şey olduğunu sanmıyorum.”

“Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu! Uzatma da, çek şu battaniyeyi. Işığının altında güneşleneyim lütfen!”

“Yüce Tanrım, sabah sabah enerjin de yerinde… Eh, her neyse. Sanırım artık utangaç olmak için bir neden kalmadı…”

Yavaşça, Roxy battaniyeyi kenara çekti. Işık öylece dünyama geri geldi. Evet, ışığı gördüm, harika ötesiydi!

Tabii karanlığı da görmüştüm; karanlığa Eros, ışığa da Apollo demeye karar verdim. Karanlığa nazaran, göbek deliğini ve uylukları gözüme ilişti. Onlara Aşk Tanrısı ve Amor adını verdim. İlk gün için yeterli bir çalışma olmuştu herhalde.

“Pekâlâ, yeter herhalde bu kadarı.”

O lanetli örtü yeniden yaratılışın ihtişamını gözlerimden saklamıştı. Bir karanlık çağa daha giriy… Tamam, ben bile bu kısımdan sıkılmaya başlamıştım.

“Şey, Rudy?”

“Efendim, tatlım?”

“Teşekkür ederim. Dün gece için.”

Roxy kendini eğip başıyla ufak garip bir selam verdi.

Dün gecenin bizim için bir anlamı vardı. Haftalardır denediğimiz bir şeydi. Sylphie doğurduktan sonra Roxy’nin ikinci karım olacağını resmen kararlaştırmıştık. Üzerinden epey zaman geçmişti. Fakat düne kadar, Sharia’ya geldiğimizden beri birlikte yatmamıştık. Bir yandan herkes Lucie’nin gelişine alışmakla meşgul olsa da nedeni Roxy’nin de yeni düzenimiz konusunda endişesinden kaynaklıydı aslında. Tabii ki anlaşılabilir bir durumdu, lakin bu konuda bir şeyler yapmak istiyordum.

En sonunda onu rahat hissettirmek için özel bir çaba sarf ettim. Gece Roxy’ye bir prenses gibi davranmıştım. Sabah çenem hâlâ azcık sızlıyordu, varımı yoğumu ortaya koymuştum.

Her saniyesine değmişti de. Kesinlikle tatmin olmuştu.

“Açıkçası, bu tarz teknikler olduğunu bile… bilmiyordum.” Gözlerini benimkilerden kaçırdı, hafiften kızarıyordu.

“Heh heh. Eh, daha neler neler var, küçük dilini yutarsın.”

Aklıma gelen her numarayı kullanmıştım. Yıllar içinde, Sylphie’yi sürekli aralıksız inlemekten nefessiz bırakan bir rutin geliştirmiştim. Roxy’yi de zevke boğmak istiyordum ve “tekniklerimin” bunu başarmanın en hızlı yolu olduğu barizdi.

İşler tamamen beklediğim gibi gitmemişti aslında. Nedeni Roxy’nin  sürecin her anında bana -genellikle “Şimdi ne yapmalıyım?” tarzında- sorular sorup durmasıydı. Anlaşılan yatakta dahi çalışkan bir tipti. Şipşak cevaplar ve ipuçlarıyla kendisini teslim ettirdim bana, ayrıntılı bir şekilde deneyimlettirdim her şeyi.

“Sonraki sefere detayları bana da anlat, anlaştık mı?”

“İstediğin zaman geriye yatıp işimi yapmama izin verebilirsin, Roxy. Tadını sonuna kadar çıkardığından emin olurum.”

“Hayır, teşekkür ederim. Kendi marifetlerimi edinmek isterim.”

Dürüst olayım, başta bunları planlarken hayal ettiğim bu değildi. Hiç de fena değilmiş ama. Sylphie’nin kendi seks anlayışı vardı, Roxy’nin ise bambaşka anlayışa sahipti. İkisinden de gayet tatmin oluyordum, şikayet edemezdim.

“Ahğ. İşe gecikiyorum…”

Kızarmış yüzünü benden yana çevirip yataktan çıktı. Yatakta bağdaş kurmuş vaziyette olduğum yerde kalakaldım, ve odanın içinde yürürken poposunun parlaklığıyla kutsandım.

“Hm? Ne oldu?”

“Oh, hiçbir şey. Bir şey olduğu yok.”

Roxy bakışlarımı hissedince bana baktı. Dönüp sanki en başından beri giyiniyormuş gibi yaptım.

“…”

Roxy’nin arkamdan bana gözlerini diktiğini hissedebiliyordum. Eğlencesine esnemeye başlayacaktım ki yanıma gelip sırtıma dokundu.

“Afedersin Rudy. Seni çizmişim sanırım. Acıyor mu?”

“Hm?”

Ne var diye kafamı çevirince sırtımda dört tane uzun, ince yara izi gördüm. Dokununca hafiften sızlıyorlardı.

Roxy dün gece bunları bana hatıra olarak bırakmıştı. Kısaca, onları onurluca taşıyabilirdi.

Ahhh, tam şu an tırmalarkenki yüz ifadesini hatırlayıverdim de… Kalkma, evlat! Kalkma! Şu anda senin maskaralıklarınla uğraşamayız!

“İyiyim ben, Roxy.”

“İz falan falan kalmaz umarım…”

Yüzü kızarırken mırıldandı. Dünü hatırlamakla meşgul olduğu için büyüyle iyileştirmeyi aklına bile getiremiyormuş gibi hissettim. Başımı kaldırıp göz göze geldim. İri mavi gözlerinde yüzümün yansımasını görebiliyordum. Bir süre sonra, öpücük beklercesine gözlerini kapadı.

Kabul edemezdim yine de. Kendimizi sadece on saniye sonra tekrardan yatakta bulurduk. Şefkatle yanağını okşamakla yetindim.

“…Giyinme vaktimiz geldi sanırım, Profesör.

“Ah. Doğru. E-elbette!”

Roxy sıçrayıp uzaklaştı, biraz utanmış bir hali vardı ve iç çamaşırını çekiştirmeye koyuldu. Arkama dönüp ben de giyinmeye başladım.

“İyi görünüyor muyum Rudy?”

Roxy cüppesini giyip iyice bakabilmem için önümde durdu.

“Evet.”

“Sahiden mi?”

“Elbette, Roxy. Harika görünüyorsun.”

Bu tanım bile az kalırdı resmen. Roxy’i mükemmelden öte görmeyen bir andaval olsaydı, ne kadar aptal olduğunu gözüne sokardım mutlaka.

“Pekâlâ, tamamdır. İşteki ilk günüm, anlatabiliyor muyum? İçine edemem!”

Roxy yumruğunu sıkıp kendi kendine başını salladı. Bugünden itibaren o da Büyü Üniversitesi’ne gidip gelecekti… bir öğretim üyesi olarak tabii. Üçüncü sınıf öğrencisi olarak ilk günüm olacaktı ayrıca.

Tüm bunları anlatmadan önce, zamanı biraz geri saralım.

Roxy’nin yeni işine başladığı günden bahsedelim.

 

AYLAR ÖNCE

 

Yolculuğumdan sonra eve döndüğümden beri yaklaşık bir hafta geçmişti. Bir süredir telaşlıydım ama sonunda işler yeniden sakinleşmeye başlamıştı.

Roxy içeri girdiğinde oturma odasındaki kanepede kestiriyordum. “Rudy, sanırım ben Büyü Akademisi’nde çalışmak istiyorum. Sana da uyar mı?”

“Ha?”

Başta ne kastettiğinden emin olamadım. Her zamanki kararlı ifadesiyle bana baktı ve gözlerini benimkilere dikti.

“Fazla boş zamanım var gibime geliyor, yani işe yarar hale gelmek istedim.”

“Yani… profesör falan mı olmak istediğini söylüyorsun?”

“Niyetim öyle, evet.” Roxy başını salladı, yüzü ciddi ve resmiydi. Mantıklı gelmişti. Buraya döndüğümüzden beri bir miktar huzursuz görünüyordu.

Roxy pek de uysal ev hanımı tiplemesine uygun biri değildi. Hayatının çoğunu yollarda yalnız bir maceracı olarak geçirmişti, bu yüzden ihtiyacı olduğunda neredeyse her işi yapabilirdi … ama ev işi denilince Aisha, Sylphie veya Lilia kadar becerikli değildi.

Ayrıca, zaten evde yaşayan kendini işe adamış iki hizmetçimiz vardı, yani onun yapabileceği fazla bir şey yoktu.

Ara ara sol elim yerine geçiyordu da. Henüz tek ele alışmamış olmam bazı şeyleri gerçekten zahmetli hale getiriyordu. Roxy’nin giyinirken veya yemek yerken bana yardımcı olması cidden hayat kurtarıyordu.

Tüm gün yanımda olmasına kesinlikle ihtiyacım yoktu. Mecbur kalırsam kendi başıma da idare edebilirdim.

“Hmm…”

Buna karşın… Roxy profesör olmak istiyordu, değil mi? Harika bir öğretmen olduğu su götürmezdi. Ondan büyü öğrenmenin ne denli büyük bir lütuf olduğunu şahsen tatmıştım.

Yetenekleri ve bilgeliği göz önüne alındığında, yitik elimin eksikliğini kapatması uğruna onu alıkoymak suç sayılırdı. Onu tamamen kendime saklamanın da çekici bir tarafı vardı elbette ama, dünyadaki diğer herkes adına, dışarıda varlığıyla toplumumuzu zenginleştirmesi gerekiyordu.

“Kulağa biraz kibirli gelebillir netice de öyle özel bir büyücü değilim… ama insanlara bildiklerimi öğretmekten her zaman zevk almışımdır.”

“Ne? Bunu aklımın ucundan bile geçirmedim!”

Dediklerine azcık alınmıştım.

Ne kadar çok paralel evren olursa olsun, Roxy’nin kibirli olduğunu düşündüğüm tek bir evren dahi göremezdiniz. Olası her dünya çizgisinde ona derin saygı duymak kaderimde vardı. Bu Stein’ın Kapısı’nın seçimiydi!

“Dilediğini yap Roxy. Eminim. Harika bir profesör olacaksın!”

“Ah. Imm, bunu duymak hoşuma gitti… ve sanırım biraz da utanmış olabilirim.”

Artık mesele hallolduğuna göre, oyalanmanın bir anlamı yoktu. “Tamam o zaman. Neden hemen gidip Müdür Yardımcısı Jenius’la konuşmuyoruz?”

Roxy şaşkınca konuştu. “Jenius mu? Bir dakika, Profesör Jenius şimdi de Müdür Yardımcısı mı oldu?”

“Evet, oldu ya. Tanıdığın biri mi?”

Roxy nedense yüzünü buruşturarak bir an tereddüt etti. “Aslına bakarsan, o benim ustamdı.”

Ha? Jenius bir Aziz Su Büyücüsü mü o zaman? Ateş büyüsünün onun uzmanlık alanı olduğunu sanıyordum… Belki de yanlış hatırlıyorumdur?

Hem bir büyücünün birden fazla elementi bütünüyle incelemesi o kadar da alışılmadık bir durum değildi ne de olsa. Muhtemelen Jenius da bir Su Büyücüsüydü ve bundan bana bahsetmeyi ihmal etmişti.

“Ne yazık ki onu son gördüğümde çok sert konuştum. Artık pişman olsam da o zamanlar genç ve asabiydim…”

“Canını sıkma, Roxy. Geçmiş geçmişte kaldı.”

Bana anlattığına göre, Roxy’nin büyü ustası kendini beğenmiş, gururlu bir aptaldı. Ama benim tanıdığım Jenius, zamanının çoğunu kâğıtları itip kakarak geçiren, çalışkan ve kibar bir adamdı. Muhtemelen yıllar içinde kendisi de çok değişmişti.

“Ya bunu bana karşı kullanırsa?”

“Her şeyi geride bırakmasını sağlayacağım. İstese de istemese de.”

Yıllar boyunca yaptığı yardımlar için Jenius’a zaten çok şey borçluydum ama Roxy’nin hatırı için, ona olan borcuma bir yenisini eklemekten çekinmezdim.

“Peki öyleyse. Umarım iş o noktaya gelmez.”

Her şeyi ayarladıktan sonra Büyü Akademisi’ne doğru yola koyulduk.

 

 

Jenius’u bir yığın evrakın altında gömülü bulduk, tıpkı hep olduğu gibi.

“Ahh… Tanrım.”

Roxy’yi gördüğünde, bize daha çok yüzünü ekşittiği bir gülümseme sundu.

Garip gülümsemeleri onun her zamanki ifadesiydi, ancak bu kesinlikle normalden daha garipti.

“Böldüğüm için özür dilerim, Müdür Yardımcısı Jenius. Bize biraz zaman ayırabilir misiniz?”

“Elbette, Rudeus. Neden diğer odaya geçmiyoruz?”

Meşgul olduğu her halinden belli olmasına rağmen Jenius bizimle konuşmayı kabul etti. Adamın hep çok işi vardı ama yardıma ihtiyacım olduğunda beni asla başından savmamıştı. Özünde kötü bir adam değildi.

“Oturun lütfen.”

Resepsiyon odasına geçtikten sonra Roxy’le beraber Jenius’un karşısındaki kanepeye yerleştik.

Buraya en son ne zaman gelmiştim? Badigadi ile düellomdan sonra mıydı? Kesinlikle uzun zaman olmuştu.

“Her şeyden önce… seni tekrar görmek güzel, Roxy.”

“…Çok uzun zaman oldu, Üstat Jenius.”

“Hm. Bu unvana layık olmadığımı…hah… söylememiş miydin?”

Roxy bakışlarını yere indirdi. “Tüm bunlar için özür dilerim. Toy ve kibirliymişim.”

Konuşma tereddütlü başlamıştı. İkisi de yanlış bir kelimenin bir öfke patlamasına yol açabileceğini emindi.

“Sanırım bu ikimiz için de geçerli. Ben de fazla gururluydum.”

Birbirlerinden özür diledikten sonra ikisi de gözle görülür biçimde rahatlamıştı.

Uzun zamandır birbirlerini engel olarak görüyorlardı ama bir noktada muhtemelen karşılıklı bir saygı geliştirmişlerdi. Anca şimdi, olaydan yıllar sonra, bunu kendilerine itiraf edebiliyorlardı.

Geçmişte ne hakkında tartıştıklarını bilmeme imkân yoktu ama aradan geçen bunca zamandan sonra köprünün altından çok sular akmışa benziyordu. On ya da yirmi yıl çoğu insanı değiştirmeye yeterdi.

Birkaç saniye sonra Jenius başını kaldırdı ve boğazını temizledi. “Her neyse… Bugün sizin için ne yapabilirim?”

“Şey, Üstat Jenius… Üniversiteden ayrıldıktan sonra yaptığım seyahatlerde, sonunda öğretmenliğin zevklerini ve mükafatını anlamaya başladım. Mümkünse burada bir eğitmen olmayı umuyordum.”

“Vay, vay,” dedi Jenius hafif bir sırıtışla. “Bir zamanlar öğretmenleri ‘düpedüz işe yaramaz’ olarak görmüyor muydun? Kesinlikle değişmişsin, Roxy.”

Sorun mu çıkaracaktı?

Biraz gergin hissederek Roxy’ye bir bakış atınca hafifçe gülümsediğini gördüm. Belli ki ikisi birden durumu komik buluyordu. Kendimi biraz dışlanmış hissediyordum.

Jenius bu fikri redderse, Roxy’nin adına süper ısrarcı olacaktım ama gerek kalmayacak gibiydi. Hatta, buradaki varlığım bile yararsızdı.

“Hocam, detayları halletmeniz için sizi yalnız bıraksam sorun olur mu?”

“…Ha? Um, olur. Yine de burada kalmanda bir sakıncası yok bilesin.”

“Şey, bir arkadaşıma uğrayacağım.”

Roxy ve Jenius eski tanıdıklardı. Muhtemelen arayı kapatmaları gereken çok şey vardı. Ayrıca nedense Roxy’nin gençliğindeki utanç verici hikâyeleri dinlememe izin vereceğinden şüpheliydim.

Kalbim biraz burulmuştu ama odadan çıkmak benim için en iyisi gibi görünüyordu.

 

***

 

Doğruca Zanoba’nın laboratuvarına ilerledim.

İki yıl boyunca ortalarda olmayabileceğimi söylemiştim ve süreyi sadece altı aya indirgemiştim. Muhtemelen beni görünce şok geçirecekti.

Elbette yolculuğumun sonucu pek de olumlu olmamıştı ama onu da depresyona sokmama gerek yoktu. Mümkün olduğunca neşeli davranmaya çalışmalıydım.

“Pekala…”

Kapıyı çaldım ve cevap beklemeden içeri girdim. “Son dakika haberi, Zanoba! Geri döndüm!”

“Ne-?!”

Arkadaşımı içerde suratı mest olmuşken bir mankenin üzerinde oturmuş halde buldum.

“…”

“…”

İkimiz de birkaç saniye boyunca sessiz sessiz birbirimize baktık.

Zanoba tam olarak şu esnada, şu saniyede ne hissediyordu? Kafasında neler cirit atıyordu?

Herhalde biliyordum. Hatta fazlasıyla iyi biliyordum.

“…”

Gözlerimi kaçırıp tek kelime etmeden kapıyı kapattım.

Hemen odadan büyük bir takırtı duyuldu. Sesler nihayet kesilene ve küçük bir ses “Hazırım” diyene kadar yaklaşık on dakika bekledim.

Kapıyı ikinci kez şiddetle açtım.

“Son dakika haberi, Zanoba! Geri döndüm!”

“Ohhhh! Harikulade! Bu benim sevgili ustam Rudeus değil mi ya!”

Tekrar bir araya geldiğimiz için keyfimiz yerine gelmişti ve sanki hiçbir şey olmamış gibi birbirimize sarıldık. İkimizin de garip hissetmesi için hiçbir neden yoktu. En yakın arkadaşlardık. Ben hiçbir şey görmedim. Hiçbir şey olmadı bile.

“Aramıza çok çabuk döndün, Usta! İki yıllığına gittiğini sanıyordum!”

“Eh uzun hikâye görüyorsun işte erken döndük.”

“Ah, yani iki yıllık bir görevi yarısından daha kısa bir sürede tamamladın! Gel de şaşma!”

Odanın etrafına şöyle bir göz gezdirdim. Heykeller ve bir çeşit bebekle doluydu çoğu. Bu odaya daha önce de defalarca gelmiştim elbette ama geri dönmüş olmak nostaljik bir his veriyordu. Yine de ben yokken bir sürü yeni oyuncak biriktirmişti. Özellikle Julie’nin masasının neredeyse hepsi kil bebekler ve heykelciklerle kaplıydı. Belli ki benim yokluğumda çok çalışmış.

“Ginger ve Julie nerede?”

“Alışverişe çıktılar. Bulmalarını istediğim şeyler akşama kadar bulunmaz, yani bir süre daha dönmeyecekler.”

Anlaşıldı. Demek bu yüzden sevgili oyuncak arkadaşıyla bir “randevuya” çıkmakta sakınca görmemişti.

Onun için alışılmadık bir fırsat olmalıydı. Böldüğüm için neredeyse kendimi kötü hissediyordum.

“Ah? Usta, elin…”

Zanoba nihayet sol elim olmadan döndüğümü fark etti. Yüzünde sıkıntılı bir ifadeyle bileğimin ucuna bakıyordu.

“Evet, artık yok. Biraz dikkatsiz davrandım.”

“…Nasıl bir düşman seni bu denli ağır yaralayacak kadar korkunç olabilir?”

“Büyüye karşı bağışıklığı olan bir su yılanıydı.”

“Su yılanı mı? Hmm, anlıyorum. Küçük bir tehdit değilmiş.”

Savaşımızı tekrar gözden geçirince, fiziksel saldırı alanında eksik olduğumuz aşikârdı. Eğer Zanoba da bizimle olsaydı, belki de su yılanını daha kolay alt edebilirdik. Belki de geçici olarak geri dönmeli ve bize yardım etmesi için onu ya da başka birini işe almalıydık. Yine de şu anda bu konuda spekülasyon yapmanın pek bir anlamı yoktu.

“Canavarın büyüye karşı direnci olunca senin bile onu yenmekte zorlanmasını anlıyorum.”

“Evet. Kafalarından birini kesmeyi başardığımızda bile tekrar büyüdü. Çantada keklik olmadığını söyleyebilirim.”

“Rejenerasyon da mı yapabiliyordu? Peki onu öldürmeyi nasıl başardınız?”

“Kılıç ustam- Kılıç ustamız kafalarını kesti, köklerini ateşle dağladım ben de.”

“Ah, şimdi anlıyorum. Derisi değil de etinin kendisi savunmasızdı! Stratejiyi sen mi akıl ettin Usta?”

“Birini böyle yapmamız gerektiğini söylerken duydum.”

O savaşı düşünmek ruh halime pek iyi gelmiyordu. Yola çıktığımızda canavarı öldürmenin yolunu bilmeme rağmen Paul yine de ölmüştü. Zanoba zaferimizi övdükçe daha da berbat hissediyordum.

“Usta, üzerinde kasvetli bir hava var.”

“Şey… kazandık ama ağır bedel ödedik.”

“Ah, anlıyorum.” Elime bakan Zanoba kendi kendine başını salladı.

“Bu arada, sanırım bir fikrim var.”

Gülümseyerek kendi çalışma masasına doğru ilerledi ve alt çekmeceyi karıştırmaya başladı. Birkaç dakika sonra bir el modeli çıkardı.

Belki de yanlış tarif ediyordum. Bir “el” e göre biraz baştan savma görünüyordu. Bir tür eldivenin prototipi gibiydi.

“Şuna bir bak lütfen.”

“Bu ne, Zanoba?”

“Heh heh. Altı aylık emeğin meyvesi!”

“Hoo?”

“Ciddiyim,” dedi Zanoba gururlu ve anlamlı bir gülümsemeyle. “Senin yokluğunda boş boş oturmuyordum, Usta.”

Haklısın. Ayrıca cansız nesnelerle de sevişiyordun… Oppsss. Yoo, onu görmedim. Ben hiçbir şey görmedim!

“Pekala. Peki tam olarak nedir?”

“Gözlemle!”

Yüzü güven dolu olan Zanoba boştaki elini sıktı sonra eldiven modelinin içine soktu.

Tam o anda, kulağa büyü gibi gelen bir şey bağırdı: “Toprak, elim ol!”

Model birdenbire hareketlenmeye başladı. Başta yumruk gibi sabit duruyordu ama artık kilden parmakları ufak ufak uzuyordu. Yumruğunu tekrardan sıkıp açtı ve sonra parmaklarını teker taker içe katladı.

Tüm bu hareketler şaşırtıcı derecede pürüzsüz ve doğal görünüyordu.

“El formunda büyülü bir araç. Sahibi nasıl dilerse öyle hareket ediyor.”

“…”

“Tavsiyenize uydum Usta, Cliff’in yardımıyla o gizemli bebek üzerindeki çalışmalarıma devam ettim. Bulgularımın ilk kez pratiğe dökümü bu.”

“…”

“Usta? Iı… Usta?”

“Ha, evet. Pardon.”

Şaşkınlıktan anlık dilimi yutmuştum. Bebeğin ellerini ve kollarını incelemeye odaklanmasını Zanoba’ya söylediğimi hatırlıyordum ama birkaç ay içinde bu kadar etkileyici bir şey yapmasını kesinlikle beklemiyordum.

“Bu inanılmaz, Zanoba. Hayran kaldım gerçekten.”

“Heh heh heh. Ama henüz en iyi kısmına gelmedim bile. Bu cihazı kullanarak korkutucu gücümü kontrol altına alabiliyorum!”

“Bekle, harbi mi?”

“Harbi.”

Zanoba yüzünde gerçek bir sevinç gülümsemesiyle başını salladı. Aşikar ve bulaşıcıydı mutluluğu.

Eğer Zanoba gücünü kontrol edebiliyorsa, bu heykelcikleri kendisinin yapabileceği anlamına geliyordu. Sonunda en sevdiği şeyleri yaratabilmenin bir yolunu bulmuştu. Onun için ne kadar önemli olduğunu hayal bile edemiyordum.

“Elim, toprağa geri dön.”

Zanoba’nın ikinci büyüsüyle birlikte el hareket etmeyi kesti. Anlaşılan, istenilen an kapatılıp açılabiliyordu.

“Şimdi o zaman…”

Zanoba elini büyülü aletten çekip bana uzattı.

“Lütfen sen de bir dene, Usta. Yalnızca ‘Toprak, elim ol’ sözleriyle komut verip bir parçan haline getir. Eski hali için ‘Elim, toprağa geri dön’ sözlerini söyle.”

“Pekâlâ.”

Zanoba’dan eli alarak sol bileğime doğru ittim. Bu şey, iç yüzeyinde topak bir el için oyulmuş şekilde tasarlanmıştı; bir elim eksik olduğu için her an düşecekmiş gibi hissediyordum.

“Sabit duracağından şüpheliyim…”

“Sorun olmayacak. Devam et, büyüyü dene.”

“Tamam, o halde… Toprak, elim ol.

Sözcükler dudaklarımdan çıktığı anda, cihazın kolumdan mana çektiğini hissettim.

O kadar da uzun sürmedi. Zanoba kullanabildiğine göre tabii ki sürmezdi.

“Oha!”

Manamı özümsediği saniye cihaz kendini kesilen kısmıma sıkıca bastırmaya başladı.

Sanki bir şey “giyiyor” gibi hissetmem anında yok oldu. Onun yerine, artık bana bağlı yapay eli hissedebiliyordum.

“…Ne düşünüyorsun?”

Dikkatlice sol elimi hareket ettirmeye çalıştım. Açıp kapadım, başparmağımdan başlayarak her parmağımı uzattım ve serçe parmağımdan başlayarak içe doğru kıvırdım. Kaba görünümlü kil sanki vücudumun başka bir parçasıymış gibi tepki verdi.

 

 

 

 

 

 

“Hareket ediyor! Gerçekten hareket ediyor!”

“Ah, dahasını da yapabilirsin. Bir şeylere dokunmayı denesene.”

“Tamam…”

Yakındaki masadan küçük bir ahşap heykel almak için uzandım. Neredeyse yumruğum kadar büyük bir at oymasıydı.

Yapay parmak uçlarım onun ağırlığını ve dokusunu “hissedebiliyordu”. His biraz donuk ve belirsizdi -neredeyse kalın bir çift pamuklu eldiven giymişim gibi- ama kesinlikle oradaydı.

“Bunla bir şeyler bile hissedebiliyor muyum? İnanılmaz.”

“Ne sandın. Dokunma hissi yokken bir heykelcik yapmak pek mümkün değil.”

Gayet mantıklı. Bir şeyi yontarken kullanılan gücü ayarlama konusunda oldukça hassas olmak gerekliydi. Zanoba bunu kendi hedeflerini göz önünde bulundurarak yaptığına göre, bu dokunma hissi önemli bir özellik olmalıydı.

Neler olabileceğini görmek için yeni “parmaklarımla” ufak bir büyü denedim. Minik bir su topu belirdi önlerinde. Anlaşılan büyü de sorun olmayacaktı.

Zanoba gerçekten bunu sadece yarım yılda mı bulmuştu? Bu kadar kolay olamazdı. Heykelciklere olan tutkusu onu inanılmaz derecede motive etmiş olmalıydı.

Zanoba memnun bir gülümsemeyle, “Elin olmadan kullanabileceğinden tam olarak emin değildim ama görünüşe göre büyük bir sorun yok,” dedi.

“Evet, gayet iyi hareket ediyor. Parmakları da hissedebiliyorum. Ayrıca büyü kullanabiliyorum.”

“Gücünü artırmak istersen, manandan daha fazla beslemen yeterli.

Gücü de buna aynı oranda artar.”

“Gerçekten mi?”

“Elbette, eğer mananın tamamını aktarırsan, yükün altında parçalanması muhtemel. Normal bir insan elinden daha sağlam olsa da dikkatli ol.”

“Peki, bir bakalım…”

Konuşurken cihazı biraz daha mana ile besledim. Elimdeki heykelin ağırlığı tamamen yok olmuş gibiydi.

“Vay hörekesinin, bu gerçekten-”

Cümlemi tamamlayamadan keskin bir çatırtı duyuldu. “Oh.”

“Aaah!”

Yanlışlıkla küçük atın bacaklarından birini koparmıştım.

“Aaaağh… Usta, naptın ustaaa…?” Zanoba yüzünde sitem dolu bir ifadeyle bana baktı.

“Üzgünüm, Zanoba… Bunu telafi edeceğim.”

“Uff… o eski Giara Prensliği’nden geleneksel bir heykeldi… Benzerini bir daha bulabileceğimden şüpheliyim…”

“A-oh, şey, belki sana yeni bir şey yapabilirim? Sadece bir Toprak büyüsü heykeli olur ama…”

Bu teklif karşısında Zanoba’nın yüzü aydınlandı. “Oooh! Müthiş olur! Pardon kötü hissettirmek istemedim!”

Heykeli benden alarak dikkatlice masasının içine koydu.

Belki de tekrar yapıştırmayı falan planlıyordu. Umarım iyi gider.

Zanoba tekrar bana döndü. “O el sende kalabilir, Üstat Rudeus. Elbette hâlâ sadece bir prototip ama eminim hiç yoktan iyidir.”

“Gerçekten mi? Emin misin?”

“Sen ve Cliff bana yardım ederseniz, kısa sürede buna yakın kalitede bir tane daha yapabileceğime eminim.”

Mantıklı. Ne de olsa hâlâ aktif olarak araştırması üzerinde çalışıyordu.

Bu cihazı daha duyarlı hale getirmek güzel olurdu. Böylece onu eğlenceli okşamalarımda kullanabilirdim.

Elbette sayısız olasılıkta geliştirilebilir noktaları da vardı. Çok fazla potansiyeli vardı. Mesela çeşitli aletlere veya silahlara dönüştürmenin bir yolunu bulabilirdik. İhtiyaç duyduğunuzda matkaba dönüşen parmaklara sahip olmak fazla yararlı olmaz mıydı? Ya da istendiğinde sihirli bir topa dönüşen bir el?

“…Zanoba, bu muazzam inanılmaz bir icat olabilir bence.”

“Kesinlikle katılıyorum! Övünmek gibi olmasın ama bence bu oldukça harika minik bir eşya.”

Savaşta ya da heykelcik yapımında yararlı olabileceği gibi, başka pek çok kullanım alanı da vardı. Bir kere, dahice bir protezdi.

Bu dünyada, şifa konusunda ileri becerilere sahip bir büyücüye gittiğiniz takdirde kopan bir uzvu yeniden takmak mümkündü. Ve benim eski dünyamda sizi hastanelik edecek yaralar, basit büyülerle bile çabucak iyileştirilebiliyordu.

Öte yandan, vücudunuzun eksik bir parçasının yenilenmesi son derece pahalıydı. Çok zengin olmadığınız sürece, muhtemelen böyle bir şansınız olmazdı. Ayrıca bir kol ya da bacağın tamamını onarabilecek çok fazla büyücü de yoktu. Bazılarını Kutsal Ülke Millis’te bulabilirdiniz, ancak orada bile çok nadirdiler. Sıradan bir maceracı onların hizmetlerinden yararlanmayı bekleyemezdi.

Sıradan bir köylü ya da maceracı vücudunun bir parçasını kaybettiğinde, çoğunlukla Kaptan Ahab’ın tahta bacağı gibi kaba bir yedekle yetinmek zorunda kalıyordu.

Eğer bunun gibi büyülü protezleri nispeten uygun bir fiyata satmaya başlasaydık, pek çok insana yardım etmiş olurduk. Ve bu süreçte bolca para kazanırdık.

Millis Şifacıları bundan pek memnun olmayabilirdi ama neyse ki bizden uzakta dünyanın öbür ucundaydılar. Akademi veya Büyü Loncası gibi daha büyük bir kuruluşun desteğini aldığımız sürece, muhtemelen her şey yolunda gidecekti.

“İsim verdin mi buna, Zanoba?”

“Henüz bir isim vermedim, hayır. Ne yazık ki ne Cliff ne de ben bir şeylere isim verme konusunda pek yetenekli değiliz.”

“Öyle mi?” Bu pek eğlenceli değildi. Bir şeyler uydurabilirdik, değil mi?

“Bizim için bu şerefe nail olmak ister misiniz, Efendi Rudeus?”

“Ha? Ih, tabii, sanırım.”

İsim vermekte kendimi iyi görmezdim aslında ama yardımımı isterse onu geri çeviremezdim.

Şu anda sol elim yerine geçen şeye bakarak bir an düşündüm.

Çıkarılabilir, yapay eller söz konusu olduğunda, aklıma gelen ilk kelime “Roket Yumruk” oldu. Ama bu şeyi düşmanlarıma ateşleyebileceğim falan yoktu… Eh lazım olunca fırlatabilirdim.

Aklıma gelen ikinci terim “İhtişamlı El” oldu. İdam edilmiş bir suçlunun kesilip salamura edilmiş, sözüm ona sihirli güçlere sahip eli gibi – sapık, bandana giyen bir anime karakterinin özel hareketi olacak değil herhalde.

Daha önce kullanılmış bir ismi tekrardan kullanmak istemedim.

Yepyeni bir icattı bu – yani bu dünyanın daha önce hiç görmediği bir buluş. Belki de mucitler biraz övgüyü hak ediyorlardı.

“Biraz ‘Zanoba’dan biraz da ‘Cliff’ten alıp buna Zaliff Protezi mi desek?”

“Senin de isminin bir kısmını eklememiz gerekmiyor mu, Usta?”

“Yoo, sıkıntı olmaz. Çorbada bir tuzum yok sonuçta.”

“…Ben öyle düşünmüyorum, ama peki madem. Şu andan itibaren bu cihaza Zaliff Protezi, Prototip Bir diyeceğiz.” Zanoba konuşurken gururla gülümsedi.

Artık kayıp elimin yerine geçecek sihirli bir elim varmış gibi görünüyordu. Eskisi kadar hassas ya da duyarlı değildi ama gayet iyi hareket ediyordu ve en azından içindeyken bir şeyler hissedebiliyordum. Ayrıca mana eklemeyi arttırırsam çok güçlü hale gelebilirdi. Yine de doğru miktarda güç kullanmayı öğrenmek için biraz pratik yapmam gerekecekti.

Nihai hedefim Roxy ve Sylphie’nin göğüslerini nazikçe sıkabilecek noktaya gelmekti.

“Elbette hâlâ geliştirmemiz gereken çok şey var ama otomatikliği üzerindeki çalışmalarımıza da devam etmemiz gerekiyor. Neye öncelik verelim, Üstat Rudeus?”

“Hmm, bir bakalım…”

Görünüşe göre, prototopin bazı temel sorunları vardı. Bir kere, tükettiği mana normal değildi. Ben durmak nedir bilmeden kullanabilirdim ancak sadece iki ya da üç sate Zanoba’yı bir deri bir kemik halde bırakıp kuruturdu.

Parmakları da azcık kalındı, ki bu da estetik zevki bozuyordu. E tabii ki dokunma duyusu henüz mükemmele erişmemişti. Tüm bu sorunları çözmeyi başarsaydık, daha da şaşırtıcı bir icat olurdu.

Bununla birlikte, bu protez araştırmamızın ana odağı değildi. Sadece bir yan ürünüydü.

“Pekâlâ, dikkatimizi bunla kaybetmeyelim.”

Amacımız kendi ellerimizle kendimize ait bir otomat yapmaktı. Bu protez kesinlikle yüksek bir fiyata satılıp çok kullanışlı bir alet olacaktı. Muhtemelen bir noktada piyasaya sürebilirdik. Ama bunun tüm araştırma zamanımızı almasını istemiyordum.

“Tam anlamıyla otomatik bir kukla yapmaya çalışıyoruz değil mi? Asıl amacımızı unutmaya izin veremeyiz.”

“Haklılık akıyor paçandan.”

“Şimdilik protezi geliştirmeyi askıya alıp otomatı incelemeye geri dönelim.”

“Elbette. Bunu söylemeni bekliyordum Usta.”

Neyse ki Zanoba’yla aynı fikirdeydik. Her zaman bir taraftan protez üzerinde çalışabilirdik ne de olsa.

Sonrasında ikimiz bir süre daha konuşmaya devam ettik. Sohbetimiz çoğunlukla Begaritt Kıtası’nda gördüğüm çeşitli bebekler ve heykelcikler üzerinde yoğunlaştı. Ona cam heykellerinden bahsettiğimde Zanoba’nın gözleri heyecanla parladı.

“Her neyse ben yokken Julie nasıldı?”

“Baya iyiydi. Daha geçen gün bir beyefendinin heykelciğini bitirdi. Sanırım bunu sana göstermek istedi, Usta Rudeus.”

Hm? Ruijerd heykelciğini bitirmiş miydi? Bir an önce görmek istiyordum ama…

“Bunu duyduğuma sevindim. Ama akşama kadar dönmeyecekse, onu bugün göremeyebilirim sanırım.”

“Hrm. İlgilenmen gereken başka bir iş mi var?”

“Ustam şu anda bir iş görüşmesi yapıyor. İşi bittikten sonra etrafı dolaşıp herkese merhaba demeyi planlıyordum.”

“Ustan mı?”

Kusursuz bir zamanlamayla biri kapıyı çaldı. “Rudy? İçeride misin? Burası değil mi?”

Roxy’nin sesiydi. Görünüşe göre Zanoba’yla arayı kapatırken müdür yardımcısıyla işi bitmişti.

“İçeri gelsene. Biz de tam senden bahsediyorduk aslında.”

“Pardon…”

Roxy çekingen adımlarla odaya girdi. Bir an duraksayıp odaya baktı, sonra yavaşça yanıma doğru ilerledi.

“Burası oldukça etkileyici bir laboratuvar. Burada olmam gerçekten doğru mu? Görmemem gereken şeyler varmış gibi hissediyorum…”

“Saçmalama, Roxy. Bu kampüste girmene izin verilmeyen tek bir yer bile yok.”

“Bunun senin kararına bağlı olduğunu zannetmiyorum, Rudy.”

“Belki de değil. Ama en azından burada hoş karşılanıyorsun.”

İkimiz sohbet ederken, Zanoba olduğu yerde donup kaldı. Bir süre sonra hafifçe titrediğini fark ettim.

“Zanoba, seni tanıştırayım. Bu Roxy M. Greyrat, benim büyü ustam.”

“Sizi tekrar görmek güzel, Prens Zanoba. Sizi bu kadar dinç ve sağlıklı bulduğuma sevindim.”

Roxy başını Zanoba’nın önünde derin bir şekilde eğdi. “Oh… Oh… Ohhh…”

Zanoba ise sadece ona bakıyor ve öncekinden daha da belirgin bir şekilde titriyordu. Sonunda titreyen kollarını başının üzerine kaldırdı. Birdenbire, bir tür garip kükreme sesi çıkardı.

“Ohhhhhhh!!!”

Kurbağa misali havaya sıçradıktan sonra yere düştü ve ellerini önünde uzatarak secdeye kapandı.

“Voahhhhh!” Roxy şaşkınlıkla irkilip arkama geçerek kendini kısmen gizledi.

“Sizi tekrar görmek ne güzel, Leydi Roxy! Size geçmişte o denli kaba davrandığım için en derin özürlerimi sunarım! O zamanlar sizin efendimin efendisi olduğunuzu bilmiyordum!”

“Lütfen ayaklarıma kapanmayı bırakın! Siz koca bir krallığın prensiyken ben sıradan bir büyücüyüm. Ya biri bunu görseydi?”

Roxy’nin telaşlandığı belliydi. Haksız da sayılmazdı.

Muhtemelen benim olaya el atıp ortamı sakinleştirmem için bir işaretti bu. “Endişelenmeyin öğretmenim. Eğer biri bunu sorun yapmaya kalkarsa, onu kendim sustururum.”

“Sen de mi, Rudy! Kafayı peynir ekmekle mi yedin?!”

Tanrım, sinirlendiği zaman çok tatlı oluyor.

Yine de endişelenecek bir şey yoktu.

“Bence sadece birkaç derin nefes alıp sakinleşmen gerekiyor Roxy.

Zanoba’nın önünde secde etmesinden daha doğal ne var ki?”

“Öyle mi? Nedenini açıklayabilir misiniz?”

“İyi, Zanoba? Bu son derece doğal, değil mi?”

Yüzünü sabit ve sağlamca yere zımparalamış olan Zanoba saygıyla başını salladı. “Gerçekten de öyle! Ne de olsa o benim ustamın ustası!”

Görüyor musunuz? Her şey son derece makul.

“Bu bir açıklama değil! Gerçek bir neden istiyorum!”

“Doğal hissettiren bir şeyi yapmak için bir ‘nedene’ ihtiyacın yok, değil mi? Neden zarifçe jestini kabul etmiyorsun?”

“Ama…”

“Ohh harika harika. Zanoba, ayağa kalkabilir misin?”

Konuşmamız gram ilerlemiyor gibiydi bu yüzden Zanoba’nın ayağa kalkmasına izin vermeye karar verdim.

Adam uzun boyluydu, bu yüzden tekrar ayağa kalktığında muhtemelen Roxy’nin sevimli başının üst kısmını net bir şekilde görebilecekti.

Başımdan kaynar sular akar gibi oldum, bunu görmezden gelmeliydim. Sonuçta adam kendi boyunu kontrol edemezdi.

“Neyse neyse, Roxy, mülakatınız nasıl geçti?” diye sordu Zanoba kibarca. “Profesör olarak işe alınacağınızı düşünüyor musunuz?”

“Evet. Üstat Jenius -yani müdür yardımcısı- bir büyücü olarak yeteneklerimin yeterli olduğunu düşünüyordu.”

“Tabii ki öyle,” diye araya girdim. “Ne de olsa bana büyüyü öğreten kadın sensin!”

“Öğrendiklerinin çoğunu kendi başına yaptın Rudy. Öğretmen olarak potansiyelimi ne denli yansıttığından emin değilim.”

Görünüşe göre Roxy, bir sonraki dönem başlar başlamaz burada eğitmen olarak yeni işine başlayacaktı.

Bu açıkça bir kutlama gerektiriyordu.

Kutlamamız gereken tek şey de bu değildi. Yakında evlenecektik, kız kardeşlerim çok geçmeden on yaşına basacaktı ve ailemize yeni bir üye daha katılacaktı.

Hepsini büyük bir partide birleştirmek en kolayı olabilirdi.

Her şey bir yana, Paul’ün mektubunda herkes buraya döndüğünde bir kutlama yapılması öneriliyordu. Yine de acelemiz yoktu. Hepimizin şu anda yapacak çok işi vardı. İşler biraz daha sakinleşene kadar beklemek daha iyi olacaktı.

“Ah, neredeyse unutuyordum. Etrafta dolaşıp diğer herkese de selam veriyim diyordum.”

“İyi yaparsın, Usta. Eminim seni bu kadar erken dönmüş gördüklerine çok sevineceklerdir.”

Zanoba o kadar parlak bir şekilde gülümsedi ki ben de sırıtmaktan kendimi alamadım.

Roxy’yi nihayet diğerleriyle tanıştıracağım için her şeyden çok heyecanlıydım.

“Pekâlâ o zaman, Zanoba. Protez için tekrar teşekkürler. Yakında tekrar selam çakarım.”

“Lütfen vaktin olunca selam çak, Usta. Julie seni görünce sevinecektir.”

“Tabii ki.”

“Ah, son bir şey daha. Yeni elin sana sorun çıkarmaya başlarsa, bana gelmek yerine doğrudan Cliff’e göstermen senin için daha hızlı olabilir.”

“Anlaşıldı.”

Bu sözlerle birlikte ikimiz Zanoba’nın odasını geride bıraktık.

 

 

Akademinin soğuk koridorlarında yürürken, duvarlardan bir gıcırtı sesi yankılandı.

Ses yeni protezimden geliyordu; ne kadar büyü ile güvenle besleyebileceğimi aktif olarak deniyordum. Elimi her açıp kapadığımda duyulabilir bir gıcırtı çıkarıyordu.

Galiba bir protezin sessizce çalışmasını düşünerek tasarlamalarını ummak mantıklı değildi.

“Bu büyülü bir alet mi Rudy?” diye sordu Roxy, kil rengindeki ele bakarak.

“Aynen. Anlaşılan Zanoba’nın yoğunlaştığı bir araştırma ve geliştirme çalışmasının ürünü.”

“Çok etkileyici bir çalışma olduğunu söylemeliyim. Çok hassas hareketler yapabiliyor gibi görünüyor.”

“Evet, kayda değer bir ürün. Ne kadar iyi çalıştığını göz önüne alırsak, sanırım bundan sonra gayet iyi idare edebileceğim. Sen her zaman yanımda olmasan bile.”

“Oh…doğru. Herhalde halledersin.”

Nedense Roxy’nin yüzü hafifçe çökmüş bir ifade aldı. “Özür dilerim Rudy. Sanırım senin durumunu hesaba katmamışım. Öğretmen olmak için o kadar hevesliydim ki, bunun başına açabileceği sorunları düşünemedim bile…”

“Ha, yitirdiğim elimi mi kastediyorsun? O kadar dert değil, gerçekten.”

Roxy’nin yanımda olması çok yardımcı olmuştu ama ondan kişisel asistanım gibi bir rol üstlenmesini istememiştim. Açıkçası, kendi planlarına öncelik vermesini istiyordum.

Bir kere, hayatımda gerektiğinde bana yardım etmeye hazır pek çok başka insan vardı. Tabii ki bunu söylemeyecektim, Roxy’nin yerinin doldurulabileceği izlenimini yaratsın istemiyordum.

“Sonunda tekrar sol elinin olmasına çok sevindim.”

“Evet. Artık sana iki kat daha fazla dokunabilirim.”

Uzandım ve yapay elimle Roxy’nin omuzlarını hafifçe okşadım.

Bornozunun içinden bile onun sıcaklığını ve vücudunun yumuşaklığını hissedebiliyordum. Vay be sıcaklığa da duyarlıymış. Gerçekten iyi yapılmış.

Roxy’yi uzun bir süre okşamaya devam ettim, hiç şikâyet etmeden kabul etti.

“Öhm, seni herkesle tanıştırmak istiyorum. Biraz benimle gelebilir misin?”

“Oh…ah! Elbette.” Roxy biraz gergin görünerek başını salladı.

 

 

Öğlenin geri kalanında kampüste gezinirken Roxy’i arkadaşlarıma ve tanıdıklara tanıttım. Linia, Pursena, Ariel, Luke ve Nanahoshi’yi görmek nasip oldu. Cliff’i de ziyaret etmeyi planlıyordum, ancak yaklaştığımızda laboratuvarının içinden tutkulu inlemeler duydum ve başka bir zaman uğramaya karar verdim.

Çeşit çeşit tepki aldık.

Linia ve Pursena özellikle komik tepki verdi. Roxy’nin kokusunu aldıkları anda ikisi de yüzlerinde korku ifadesiyle dikkat kesildiler.

Kuyruklarını bacaklarının arasına almış, uysal bir şekilde orada dururlarken, Roxy’yi sevgili öğretmenim olarak tanıttım. Hemen başlarını ona doğru eğdiler.

Sanırım hayvan halkı bulaşmamaları gereken insanları çabuk tanıyorlar. Bu sefer içgüdüleri doğru çıktı.

Öte yandan Ariel ve Luke şaşırtıcı derecede ilgisizdi.

Merhaba demek için geldiğimde, Ariel’in ağzından çıkan ilk kelimeler “Görüyorum ki en azından seyahatinden sonra uğramayı unutmamışsın.” oldu.

Gerçekten üzgün görünmüyordu ama ayrılmadan önce onu görmeye gelseydim bana yardım edebileceğini açıkladı. Yetersiz hazırlıklarımın bana pahalıya mal olduğunu düşününce, bunu duyunca biraz utandım. Sonunda dikkatsizliğim için özür diledim.

Bunu bir kenara bırakırsak… Roxy’yi tanıtmaya başladığımda ikisi de şaşkınlıkla ona baktı, sonra da birbirlerine döndüler. Belli ki bu kadar “genç” bir büyücünün fakültede bir rol üstlenmesine şaşırmışlardı.

Yine de Ariel gereken tüm diplomatik becerilere sahip bir prensesti. Roxy’yi çok kibarca selamladı, sesinde herhangi bir şaşkınlık belirtisi yoktu. Kadının kendini kontrol etmesi etkileyiciydi.

Nanahoshi’yi biraz yıpranmış halde bulduk. Deli gibi öksürdüğüne göre soğuk algınlığı falan geçirmiş olabilirdi. Yüzümü gördüğünde rahatlayarak gülümsedi ve “Artık araştırmayı tekrar rayına oturtabiliriz” diye mırıldandı.

Roxy’yi tanıştırıp bundan böyle akademide ders vereceğini söylediğimde, ilgisiz bir şekilde “Anlıyorum” dedi.

Davranışı bana biraz kaba gelince Roxy’nin birçok erdemini ve yeteneğini detaylandırmak adına zaman ayırdım. Ne yazık ki Nanahoshi yüzünü buruşturdu ve bana “sübyancı” dedi.

Sanırım sıradan bir liseli kızın Roxy’nin büyüklüğünü kavrayabileceğini beklemek çok fazlaydı.

 

Artık akşam olmak üzereydi ve ziyaret etmek istediğim herkese uğramıştık.

Tam eve gitmeyi önerecektim ki Roxy yüzünde biraz hoşnutsuz bir ifadeyle konuştu. “Rudy?”

“Efendim, Roxy?”

“Arkadaşlarınla tanıştırmak için zaman ayırman hoşuma gitse de beni överken biraz abarttığını hissediyorum.”

“Gerçekten mi? Kasıtlı yapmadım valla.”

“Emin misin?”

“Bana sorarsan söyleyebileceğim hiçbir kelime senin ne kadar olağanüstü biri olduğunu anlatmaya yetmez. Hak ettiğininin yanından ufacık bile geçmezdi dediklerim.”

Roxy kaşlarını çatarak parmağını bana doğru kaldırdı. “Bak bak, işte yine başladın! Benimle alay falan mı ediyorsun Rudy?”

“Saçmalama. Sana olan saygım ve hayranlığım dünyalar kadar gerçek.”

“Ahhh! Ya sabır… Bana Öğretmenim demeye başladığın an benimle dalga geçtiğini düşünmeden edemiyorum.”

Açıkçası onun hakkındaki düşüncelerimin tamamen haklı olduğunu düşünüyordum, ama o bunu biraz abartılı buluyordu.

“Onu bunu boş ver de… Birkaç arkadaşınla tanıştırıp öğretmenin olduğumu söyledin. Ama karın olduğumdan bir kez bile bahsetmedin.”

“Hay!”

Heh şimdi sıçmıştım işte.

Bu noktaya geldikten sonra düzeltebilecek bir şey bile değildi sanki.

Roxy dibine kadar haklıydı. O artık Roxy Migurdia değildi. O artık Roxy M. Greyrat’tı.

Onu herkese bu şekilde tanıtmıştım elbette. O da selamlaşırken bunu tekrarlamıştı. Sanırım bir parçam bunun yeterli olduğunu, evli olduğumuzun çok açık olduğunu düşünmüştü.

En azından Ariel kadar zeki birinin bunu anlayacağından emindim.

Yine de bu bir mazeret değildi. Roxy’nin öfkelenmeye hakkı vardı.

Sanırım her şeyden çok onun yüceliğini vurgulamak istemiştim. Hem bir parçam hâlâ onun benim gibilerle evlenemeyecek kadar iyi olduğunu düşünüyordu. Ama belli ki onu karım olarak tanıtmamı istemişti.

Bu benim açımdan affedilmez bir hataydı. Roxy benim ikinci karımdı, evet, ama bu onu daha az karım yapmazdı. Hayatımızın geri kalanını birlikte geçirecektik. Belki çocuklarımız bile olacaktı.

“Çok üzgünüm, Roxy, birtanem. Ama seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun, değil mi? Bunu nasıl telafi edebilirim? Kendimi ailenle tanıştırmamı ister misin?”

“Uh…hayır, bunun gerekli olduğunu sanmıyorum. Zaten uzun bir yolculuk. Eninde sonunda halledeceğiz.”

Eninde sonunda mı? Hmm.

Umarım Rowin ve Rokari İblis Kıtası’nda iyi durumdadırlar. Artık Roxy ile evli olduğuma göre, onlar benim kayınvalidemdi. Yıllar önce bana sağladıkları yardımlar için de onlara borçluydum. Gidip onları görmek için zaman ayırmak istiyordum.

Birkaç ışınlanma çemberinden geçen bir rota çizersek, oraya iki ay gibi bir sürede varabilirdik, ama…

“Tamam o zaman. Bugünlerde zaman yaratmamız gerekecek.” İşleri aceleye getirmeye gerek yoktu. Her şey yoluna girdiğinde, belki de tüm aileyi onlara merhaba demek için dışarı çıkarabilirdik.

Bu düşünceyi aklımın bir köşesine iterek, yanımda yeni eşimle birlikte eve doğru yola koyuldum.

 

Akademi Efsaneleri #1: Patron elini bir roket misali ateşleyebilir.

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.