İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 09 Bölüm 01

Çevirmen: RaccoonYobosasadassdaads

 

Bölüm 1: Deha’nın Sırrı (Part 1)

 

 

 

Millis Kilisesi Papası’nın torunu Cliff Grimoire, büyüye yeteneği olan genç bir adamdı. Lakin kendisi ayrıca çabuk sinirlenen, egoist ve cafcaflı bir palavracıydı da. Sonuç olarak da hiç arkadaş edinememişti. Cliff şu anda on altı yaşındaydı; başka bir deyişle erişkinliğe geçen sene ayak basmıştı. Böylesine önemli bir dönüm noktasını kimse kutlamamıştı.

Fakat, meziyetsiz bir genç adam değildi de kendisi. Her ne kadar cafcaflı konuşuyor olsa bile o, doğuştan gelen yeteneklerine bel bağlamıyor ve başarıya ulaşmak için çaba sarf etmekten çekinmiyordu. Her ne kadar az olsa da onun bu özelliğini fark edip ona bir nevi saygı duyan insanlar yok değildi.

Cliff Grimoire Ranoa Büyü Akademisine basit bir nedenden dolayı gelmişti: memleketinde güç için olan çirkin bir mücadelenin içine karışmıştı.

Birkaç yıl önce, Millishion civarında Kutsal Çocuğa yapılan suikast teşebbüsünden sonra, Millis Kilisesindeki güç mücadelesi daha çirkin bir hal almıştı. Cliff’in dedesi, yani Papa, onun can güvenliğinden endişe ettiği için dünyanın öbür yanına göndermişti.

Cliff evden ayrılmadan önce dedesinin ona dediklerini unutmamıştı: “-Sende ileride büyük adam olma kapasitesi var, Cliff. Sahip olduğun ile yetinme sakın, yanlışlarını bil ve onların üstesinden gelmeye çalış.”

Genç adam kendisinden bunun beklendiğinin farkındaydı. Zaten o vakit bunu yeterli bir sebep olarak görmüştü. O bir dahiydi sonuçta. Her ne kadar düşmanlarını kaşla göz arasında kıyma eden Silahşör Eris kadar dahi olmasa da o yine de bir dahiydi. O, kendisinin olağanüstü yeteneklerle taçlandırıldığına inanıyordu.

Cliff’in zorlu bir yolculuk sonunda ulaştığı Ranoa Krallığı zorlu bir memleketti. Yemekler hoşuna gitmiyordu, iklim çok sertti ve yerlilerin çoğu onun tuhafına giden bir şekilde yaşıyor ve davranıyordu.

Yine de, yeteneğiyle her türlü zorluğun üstesinden gelebileceğine dair olan inancını koruyordu. O bir özel öğrenciydi, papanın torunu ve bir gün Millis Kilisesinin başına geçecek olan kişiydi; diğerlerinden farklı olduğu apaçıktı.

Ancak Cliff’in umduğunun aksine Akademideki ilk yılında bir değil tam iki kez utanca uğramıştı.

İlk utanç Zanoba Shirone denilen adamın ellerinden gelmişti. Zanoba, Kutsal Çocuktu, doğduğunda ona özel güçler bahşedilmişti. Bir nevi dengesiz bir kişilikti, evet kesinlikle öyleydi. Ancak onun fiziksel gücü dudak uçuklatan bir seviyedeydi. Cliff bir keresinde Zanobayı kendisinin üç katı büyüklüğündeki bir adamın kafasından tutup, havaya kaldırıp, çöp parçasıymış gibi bir kenara fırlattığını görmüştü.

Onun yapabileceği korkunç şeylere rağmen Zanoba diğer herkes gibi büyü öğrendiği Büyü Akademisine katılmıştı. Cliff’e kıyasla onun gelişim hızı insanı deli eden bir şekilde yavaştı. Gerçi Kutsal çocukların büyüye o kadar da ihtiyacı yoktu. Doğrusu, bazı düşünürler, büyünün; ilk başta eskiler tarafından normal insanların kutsal olanlarla iletişim kurabilmesi için tasarlandığına dair bir teori öne sürmüştü. Ve tabi ki, Kutsal Çocuklar o güçlerin insanda vücut bulmuş haliydiler. Tanrının seçtiği kişilerin büyü yapmakla uğraşması için ortada hiçbir sebep yoktu.

Eninde sonunda Cliff, Zanoba’yı bir açıklama yapmaya zorlamıştı.

“-Neden büyü öğrenmeye çalışıyorsun Zanoba?”

Genç adam “-Sebebi çok basit,” diye yanıtlayıp devam etti. “-Benim için her şey olan bir hedefin peşinden gidiyorum çünkü.” Yanında taşıdığı bir kutuya elini uzattı ve Zanoba içinden bir figürin çıkarttı… ve detaylı bir şekilde figürini anlatmaya başladı. Bu monoloğun çoğunluğu Cliff’e pek bir anlam ifade etmiyor olsa da Zanoba’nın bu figürinin dizaynına ve malzeme kalitesine olan övgüsü aşikardı.

“-Bu figürini yapan adamın çırağı olmak istiyorum ve dünyayı bunun gibi muhteşem figürinlerle donatmak istiyorum. Bunu başarmak için de ilk önce figürinleri kendim yapmayı öğrenmeliyim! Ustamla tekrar buluşmadan önce en az temel büyülerde ustalaşmalıyım. Yoksa onun karşısına çıkamam! Ve tabi ki, kendi elimle figürin yapacağım günü iple çekiyorum.”

Adamın hayali vardı. Bu Cliff’de olmayan bir şeydi. O hayalinden uzun zaman önce vazgeçmişti. Dünyada içinde olduğu pozisyon göze alındığında vazgeçmek dışında yapabileceği bir şeyi yoktu. Ama… yine de, Zanoba da önemli birisiydi. Kutsal Çocuk olarak insanlarının umutları onun üstündeydi. Shirone’a geri döndüğünde hayatta kendi yolunu çizemeyecekti belki evet. Ama yine de ufak da olsa içinde bir umut vardı— özgür olabileceği ihtimali. Eğer o fırsat bir gün eline geçseydi kendi kaderini belirlemek için kullanmaktan çekinmezdi.

Cliff’in görüşleri işte böyleydi. Tamamen doğru olmayan varsayımlar üzerine kuruluydu. Shirone’da yaşanan olaylardan ve sonuçlarından ya da Zanoba’nın ordaki pozisyonundan tamamen habersizdi. Yine de, onun yaptığı bu yorum üzerinde büyük bir etki bırakmıştı. Kendisini Zanoba’ya büyük bir saygıyla bakarken buldu— hatta hayranlıkla.

“-Şu bahsettiğin ‘Usta’ kim acaba?”

“-Rudeus Greyrat adında bir büyücü.”

Cliff kendisini ne diyeceğini şaşırır bir vaziyette buldu aniden. Rudeus Greyrat. Aklında karanlık bir köşeye sahip olan bir isimdi bu, o günden beri, Eris’in onu reddettiği günden beri bu ismi bir daha duyacağını düşünmemişti. Hele ki saygı duyduğu adamın ağzından.

Egosuna büyük bir darbe olmuştu bu.

 

 

Cliff’in yaşadığı ikinci utanç iki üst dönemin ellerinden gelmişti.

Tahmin edebileceğiniz üzere Cliff kendisinin Akademideki en güçlü büyücü olduğuna inanıyordu. Yakın dövüşte onun eline verebilecek bir sürü insan vardı evet, ama o yine de kendisini güçlü bir büyücü olarak görüyordu. O gerçek bir deha iken diğerleri sadece basit öğrencilerden ibaretti. Profesörler bile ona yetişemiyordu. Kısaca, kendisinin yenilmez olduğunu sanıyordu.

Bu sanrının yanlış olduğunu sadece iki aycık bir süreden sonra öğrenmişti. Üniversitedeki en güçlü öğrencilerden olan iki hayvan kız tarafından yenilgiye uğramıştı. Linia ve Pursena.

Kavgayı kimin başlattığı muallaktı. Cliff sivri dilli birisiydi ve çoğu zaman kibirli bir havayla konuşurdu. Linia ve Pursena da öncesine kıyasla daha sakin olsalar da bir çömezin burnunu kaldırmasına izin vermezlerdi de. Cliff dedikleri arasında bardağı taşıran damlanın hangisi olduğunu hatırlayamıyordu. Ancak kavganın kendisini çok iyi hatırlıyordu. Gelişmiş Seviye bir büyü yapmaya çalışıyorken, Pursena Başlangıç Seviyesi büyülerle Cliff’in sözlerini yarıda kesiyor ve hareketlerini kısıtlıyordu. Sonrasında Linia yakınına girip kaşı gözü dağılana kadar dövmüştü.

Toplumun gözleri önünde yaşanan bu yenilgiden sonra Cliff yurt odasına yalnızlık içinde ağlamak için geri çekildi. Kendisine adil bir dövüş olmadığını, karambole alındığını bu yüzden de gerçekten kaybetmediğini söylüyordu.

Ancak birkaç gün sonra Fitz adındaki bir öğrencinin Linia ve Pursena’yı tek başına yendiğini öğrenmişti. Ve bu haber onda bir şok etkisi yaşatmıştı.

Her zaman daha büyük bir balık vardır. Kulağa geldiği gibi bariz olsa da bu gerçek Cliff tarafından gerçekten öğrenilmemişti, ta ki şu ana kadar. Gelişmiş seviye büyü bilip bilmemesi onu dövüşte daha güçlü yapmıyordu. Bu da daha yeni yeni farkına varmaya başladığı gerçekler arasındaydı.

Cliff’e bütün bunlar çok ağır gelmişti. Ancak o günden sonra kendisini geliştirmek için daha sıkı çalıştırmaya başlamıştı. Profesörlerinden ve diğer öğrencilerden bir şeyler öğrenmek için çok gururluydu. Bunun yerine kendisini geliştirmek için başka yollar aramaya başlamıştı. Zorluydu ama yine de devam etti, zayıflıklarını ortadan kaldıracak yolu bulmaya.

Zaman geçmiş ve Akademide ikinci yılına girmişti… ve sırasıyla yeni şoklar silsilesi yaşamıştı.

 

İlki Rudeus Greyrat’ın okula kaydolmasıydı.

Çocuk dağınık gri bir cüppeyle ve yüzündeki özgüven eksikliğini açıkça belirten bir eminsizlik ifadesiyle dolaşıyordu. Tanıştığı herkese boyun eğiyor ve sanki onların kölesiymiş gibi davranıyordu, her fırsatta kendini yeriyordu: ayrıca rutin olarak gelen geçen kızları göz ucuyla kesiyordu. Ona bakınca onda erkeksi hiçbir şey göremiyordunuz.

O, nasıl desem, Cliff’in aklında canlanan, Eris ve Zanoba’nın anlattığı “Rudeus” a hiç benzemiyordu. Bu o muydu gerçekten? Başka birisinin ismi olabilir miydi? Olası bir ihtimaldi bu.

Ancak Zanoba, Rudeus’u çoktan ‘Ustası’ olarak tanıtmıştı ve çocuk da Eris’i tanıyordu. Cliff, onun bir sahtekar olduğuna karar vermişti. O, bir şekilde, hem Zanoba’yı hem de Eris’i yalanlarla ve sinsi dalaverelerle kandırabilmeyi becermişti.

Kanıtlar bu sanrının doğru olduğunu gösteriyordu. Linia ve Pursena tarafından meydan okununca çocuk hemen boyun eğip kavgadan kaçınmıştı. Eğer o gerçekten güçlü bir büyücü olsaydı onları o sırada yerin dibine sokmaktan kaçınmazdı.

Sonuç olarak. Cliff, Rudeus’un eninde sonunda sahtekar olduğunun ortaya çıkacağına karar vermişti. Linia ve Pursena vahşi dövüşçülerdi ve Zanoba da kutsal güçlere sahip gayretli bir beyefendiydi. Palavralar ve numaralar böylesi bir ortamda seni ancak bir noktaya kadar götürürdü. Etrafta Rudeus’un Fitz’i yendiğine dair söylentiler dolanıyordu. Bu ya bir yanlış anlaşılmaydı ya da Rudeus’un yaydığı bir tür yalandı. Eğer bir şekilde kazanmışsa da alçakça bir numaraya başvurarak kazanmış olmalıydı. Cliff bu konuda haklı olduğundan emindi.

Ancak Rudeus çok geçmeden yeteneklerinin gerçek olduğunu kanıtlamıştı. Sözsüz büyü yapabiliyordu. Hem de istediği zaman. Linia ve Pursenayı hizmetçisi yapmıştı ve bir şekilde Zanoba’nın hayranlığını kazanmıştı. Fitz bile yeteneklerine saygı duyuyordu: çok geçmeden kütüphanede birlikte çalışmaya bile başlamışlardı. Rudeus’un gerçek olduğu bariz olan yeteneklerine rağmen Cliff, onun yine de derslere katıldığını görüyordu– başlangıç seviyesi kutsal ve bariyer derslerine. Öylesine basit büyüleri öğrenmesine gerek yoktu gerçi ama onun içinde her türlü bilgiye karşı doyumsuz bir açlık var gibiydi sanki.

Rudeus Greyrat, en az Cliff’in olduğu kadar kendini adamış birisiydi ve ondan daha yetenekliydi. Daha da önemlisi, onun gerçek başarıları sanıldığından daha da etkileyiciydi.

Cliff normalde bunu itiraf ederken çok zorlanması gerekirdi. Ancak her niyeyse kendini bu gerçeği kolayca hazmederken buldu. Belki bunun sebebi Zanobayla tanışması ve Linia ile Pursena’ya kaybetmesinden dolayıydı. Rudeus’un büyük işler başaracağını, en azından kendine, itiraf edebiliyordu.

Yine de bu çocuktan haz ettiği anlamına gelmiyordu. Bu bambaşka bir meseleydi.

 

Bir sonraki ve yaşadığı şokların en sonuncusu da bambaşka bir şeydi.

Cliff’e bir akşamüstü yurda dönüyorken bir anda olmuştu.

Bir anda kendini bir tanrıçaya bakarken bulmuştu. Yüzünde kayıtsız bir ifade ile pencere pervazına yaslanmıştı, altın sarısı saçının rüzgarda dalgalanmasına izin veriyordu. Batan güneş yüz hatlarını turuncumsu bir ışıkla aydınlatıyordu.

Cliff hemen o anda vurulmuştu. İlk görüşte aşık olmuştu. O hep bu tür güzelliklere çekilirdi. Çocukluk günlerinde maceracı olarak yaşamayı sonra da inanılmaz güzel bir kadınla evlenmeyi hayal ederdi. Çocukken kaldığı yetimhaneye arada sırada uğrayan şifacı kadın, bu hayallerinin esin kaynağı olmuştu hatta.

Bir anda camdaki kadın gözlerini Cliff’in üzerine getirdi. Küçük bir tebessümle elini salladı.

Bütün bu olanlar çok… canlıydı…

Mükemmeldi hatta.

Cliff içten içten heyecanlanmaya başlamıştı.

Bu kadınla tanışmak için doğmuşum. Diye düşündü. Ve o da benimle tanışmak için doğmuş. Dedi.

O anda, ilk aşkı Eris, bilinçaltında sadece eski bir tanıdık halini almıştı.

 

 

 

 

 

Rudeus:

 

 

Aylık zorunlu ders saatim gelmişti. Sıramda, Zanoba, Julie, Linia ve Pursenaya yakın bir yerde oturuyordum. Grubun bağlayıcı noktası olmak hoşuma gidiyordu.

 

Her zaman olduğu gibi Linia ayağını masasına atmış, biçimli ayaklarını utanmadan sergiliyordu. Yeni konumumun avantajlarından birisi de o şeylere günlük olarak yakından bakabiliyor olmamdı.

“-Sen de gözünü bacağımdan ayırmıyorsun he Ağam.” dedi Linia alaycı bir gülümsemeyle. “-Heheh. Sen de mi Zampara çıktın ha? Eh, suçlayamam seni gerçi. Çünkü yasadışı bir şekilde arzu edilesiyim… Eheheheh. Hadi, hiç çekinme, içerisini incele istersen… Myaaah! ÇEK ELİNİ ORDAN!”

Hiç çekinmeden ve utanmadan elimi eteğinin altına attım. Bacaklarını okşamak içimde bir boşluk hissi yarattı. Bir adama tükenmiş bir libidodan başka hiçbir şey bu kadar zarar veremez.

“-MiyaV?! Ne diye hüsrana uğramış duruyon! Bacağımı okşayan sen değil miydin! Bacağımın neresini beğenmedin be?!”

Dürüst olmak gerekirse kulaklarını ve kuyruğunu okşarken daha çok zevk alıyordum. Hiç yoktan kürklü şeyler içimi rahatlatıyordu.

“-Sen tam bir aptalsın Linia.” diye mırıldandı Pursena, her an uzanıp elinden alabileceğim bir et parçasını çiğniyorken. Bu kız da et yemeden duramıyor. Bazen pastırma, bazen ızgara, bazen de çiğ et yiyordu ama hep et yiyordu. Kız normalde kabadayımsı ve sakin kafalı birisiydi ama eğer ona bir parça et sallarsan hoplaya zıplaya kuyruğunu sallayarak yanına gelirdi. Kürkü Linia’nın kinden daha yumuşaktı ve eline aldığında güzel bir his veriyordu. Ancak Linia’nın aksine ona et verdiğim sürece onu sevmeme izin veriyordu.

Yani başka bir deyişle eğer ona yeteri kadar et verirsem istediğim herhangi bir şeyi yapabilirdi. İffeti konusunda eski kafalı fikirlere sahip gibi duruyor olsa da birisinin ondan faydalanmasından endişe ediyorum.

“-Hmm…. Usta şuraya bakar mısın,” dedi Zanoba. “-Şu bileğin açısını yanlış yaptım gibi değil mi?”

“-Senin için düzeltebilirim.” diye bir teklifte bulundu Julie figürine bakıyorken.

“-Bana Usta diye seslenmeni yeğlerim Julie, Rudeus’a da Üstat diye seslenmelisin.”

“-Tamam Usta.”

Bizim naçizane prensimiz her zaman olduğu gibiydi.

Yine de her niyeyse grubumuzun hiyerarşisinde altlara düşmüş gibi hissediyordum. Linia ve Pursena ile olan dövüşümde yanımda yer almıştı ama işin neredeyse tamamını ben halletmiştim. Linia onu Aslanın gölgesinde saklanan bir çakala benzettiğini söylemişti.

Onun açısındansa Zanoba daha çok benim “ilk öğrencim” olması üzerine endişeleniyordu. Tabi, Sylphie, Eris ve Ghisliane’den sonra öğrettiğim dördüncü kişiydi. Ghislaine ile aslında ortaklaşa bilgi alış verişi yapıyorduk o yüzden onu listeden çıkarabiliriz… Lakin bu sefer de üçüncü sıraya giriyordu.

Bunu ona söylediğimde o kadar hayal kırıklığına uğramıştı ki hemen anında pişman oldum yaptığımdan. Verdiğim etkiyi yumuşatmak adına, figürin yapma konusunda ilk öğrencim olduğunu söyledim.

Julie, benim ikinci figürin öğrencim, Zanoba’nın verdiği Roxy Figürini derslerini pür dikkat dinliyordu. Tutkusunu ona öyle güzel bir şekilde anlatıyordu ki bir zaman sonra Julie onun neyden bahsettiğini anlar hale gelmişti; kendi başına figürin yapmaya daha çok istekli olmaya başladığını fark ettim. Yine de, Zanoba ve benim yaptığım gibi figürinleri en ince detayıyla ele almaya başlamadan önce yemesi gereken daha kırk fırın ekmek vardı.

Daha da önemlisi sessiz büyücü olma yolunda ilk adımlarını atmaya başlıyordu. Üstat Fitz erken yaşta büyü öğrenerek o yetenek üzerinde daha kolay usta olunabileceği konusunda haklıymış.

“-…Beceremedim Üstat.”

“-Sorun değil.”

Julie’nin gelişimine dönecek olursak, o hala gençti ve bir sürü hata yapıyordu. Bu sefer de figürinin bacağını balon gibi şişirmişti. Toprak büyüsünü küçük çapta hassasiyetle kullanamıyordu daha. Ona hiç kızmıyordum veya sinirlenmiyordum. Onu sürekli denemesi için cesaretlendiriyor ve yaptığı hatalar nedeniyle endişelenmemesi gerektiğini söylüyordum. Armut hiçbir zaman pişip de ağzına düşmezdi çünkü. Tek bir başarısızlıktan sonra vazgeçmek; kendini eve kapanık asık suratlı bir eziğe dönüştürmek için muhteşem bir yoldur.

“-Sanırım henüz heykellerle uğraşmak için hazır değilsin he?”

“-Özür dilerim…”

Julie’ye ne kadar nazik konuşursam konuşayım bana hep korkuyla bakıyordu. Anlaşılan onu baya ürkütmüşüm.

“-Miyaaav… Uykum geldii…”

“-Evet. Havalarda sıcaklıyor he.”

“-Ağam. Öğle uykusu için cillop gibi bir mekanımız var, biliyon mu? Bi ara gösterelim istersen?”

 

 

 

 

 

“-Hm, siz uyurken ayıp şeyler yapabilir miyim peki, Linia?”

“-… Seks dışında başka bir düşüncen yok mu be Ağam?”

“-Saçmalama. Figürinler ustamın birinci önceliğidir.”

“-Of. Sakinleş be Zanoba. Kimse sana fikrini sormadı.”

“-Ama ben–”

“-Boş versene. Git de bize biraz et al, ne dersin?”

“-Öğretmenin de gelmesine az kaldı he.”

“-Koşsa iyi olur.”

“-Usta Zanoba, isterseniz ben gideyim…”

“-Küçük bir kıza ayak işi yaptıracak değilim. Neden ben gitmiyorum?”

“-Miyav? Saçmalamayın ağam! Siz gideceğinize ben giderim daha iyi!”

“-Ah öyle mi? İyi, keyfine bak.”

“-Miyav?!”

Beşimiz sesli bir şekilde muhabbet ediyorduk. Oldukça sinir bozucu olmalıydı; odadaki tek kişi biz değildik sonuçta. Sınıfta başka bir öğrenci daha vardı. Cliff Grimoire. Biz muhabbet ederken o önde harıl harıl ders çalışıyordu.

Bir anda ayağa fırlayıp bize döndü, omzu sinirden tir tir titriyordu. “-Kapayın be çeneniz! Odaklanamıyorum! Eğer zevzeklik edecekseniz geldiğiniz yere geri dönün!”

Anında çenemi kapadım. Zanoba da muhabbeti kesti ve sessizce Julie’ye ders anlatmaya geri döndü.

Lakin bizim emekli serserilerimiz Cliff’in sitemini bir meydan okuma olarak gördü.

“-Sen kime çatıyon be çocuk?”

“-Bundan sonra paran benim etimdir!”

Onları dövdükten sonra kavga çıkarmaya daha çekingen olmalarını bekleyebilirsiniz. Cliff okula girdikten kısa bir süre sonra onunla dövüşüp onu yendiklerini duymuştum; o olaydan sonra kendini iyice çalışmalarına adamıştı.

Başına gelen talihsizlikleri motivasyon kaynağı yaptığı için adamı takdir etmem gerekti. Böylesine çalışkan bir öğrenciye sataşmak doğru olmazdı. “-Kusura bakma Cliff.” dedim araya girerek. “-Çalışmalarından seni alıkoymak istememiştim. Sessiz olmaya özen göstereceğiz. Hadi ikiniz aşağı, aşağı!. Otur!”

“-…Eğer miyav diyorsan, Ağam.”

“-Sikeyim…”

Linia ve Pursena sıralarına yüzleri asık bir şekilde geri oturdu.

“-Hmph,” diye homurdandı Cliff. “-Eh, sizden istediğim de buydu zaten. Doğrusu size inanamıyorum, saçmalığın daniskası… Saçmalığına Zanobayı da karıştırdığına inanamıyorum.”

Linia ve Pursena dillerin şaklattı, sinirlendikleri barizdi. Yine de hayatta ilerlemek için sıkı çalışan birisine sataşmayı istemiyordum. Kendimi tembel birisi olarak görmüyorum tabii ki ama Cliff ile benim çok farklı yollardan gittiğimiz aşikardı. Aramızdaki ilişki muhtemelen tanışıklıktan öteye geçemeyecekti.

En azından öyle olacağını sanıyordum.

 

 

Bir hafta sonra.

Kütüphanede her zaman olduğu gibi Üstat Fitz ile Işınlanma Felaketini araştırıyorduk.

Son zamanlarda ışınlanmanın çağırma büyüsüyle oldukça benzerlik gösterdiğini fark etmeye başladım. İşlem sırasında kullanılan büyü çemberleri birbirine çok benziyordu ve aynı şekilde çember aktifleştirildiğinde ortaya çıkan ışığın rengi de neredeyse aynıydı.

Lakin tek bir konuda birbirlerinden tamamen farklıydılar.

İnsan çağırmak tamamen imkansızdı. İnsan çağırmak için bilinen bir yol yoktu, en karmaşık ve ileri seviye teknikleri kullansanız bile. Canavarlaşmışları, ruhları hatta bitkileri bile çağırabiliyorsunuz evet. Ama insan çağıramıyorsunuz. Sayısız kayıt, mitoloji ve antik tarih kitabı okumama rağmen hiçbirinde insan çağırıldığına dair bir şey bulamadım. Bu dünyada sayısız ırk vardı, Şeytan kabilelerini de sayacak olursak tabi, ve insanın çağırılamaması kuralı bütün bu ırklar için geçerliydi.

Aradığımız şey ile ilgili kesin bir cevap vermedi gerçi. Belki bu bulgunun bir anlamı vardır? Kafamı kurcalayan bir şey var çünkü. Etten ve kandan yapılma bir insanı çağıramıyorsun belki tamam ama peki ya ruhlarını?

Bu düşüncemi dile getirmedim ama aklımda bir köşeye kazıdım. Eğer bir gün bu konuda uzman olan birisiyle tanışırsam başka bir dünyadan ölü bir adamın ruhunu çağırmanın mümkün olup olmadığını soracağım.

“-Üstat Fitz, sakıncası yoksa benim için çağırma alanında bilgili profesör olup olmadığını öğrenebilir misin?”

“-Huh? Tamam, öğrenirim. Fakat o tür şeyleri burada öğretmiyorlar biliyorsun değil mi? Efsunlama dışında tabi, sanırım. Araştırdığımız konuda bilgili birini bulup bulamayacağımızdan pek emin değilim…”

Şimdi düşünüyorum da dersler listesinde çağırma ile alakalı hiçbir şey görmemiştim… ama yanlış anlamadıysam tabi, efsunlama çağırmanın bir alt kategorisiymiş. Ders kitaplarımın birinde bu konuyla ilgili bir şey okumuştum sanırım?

“-Eh, ucunda ölüm yok ya.”

Doğrusu, dürüst olmak gerekirse, içimde ufak bir kuşku tohumcuğu vardı. Kendini tamamen belli etmiyordu gerçi. Yanılıyordum muhtemelen.

Işınlanma Felaketi ben on yaşımdayken olmuştu- on. Bu dünyaya reenkarne olduktan on yıl sonra yani. İkisi arasında kesinlikle bir bağlantı yoktur? O on yıl süresince bir şey yaşanmamıştı çünkü…

Aklımdaki ufak endişe kırıntısı halen varlığını sürdürüyorken kütüphaneden çıktım ve batan güneşin altında yurduma doğru yürümeye başladım. Son yağan kar da erimişti; avludaki kızılımsı kahverengi toprak ve taş döşeli yol rahatlıkla görülebiliyordu. Varış noktama doğru ilerliyorken yakınlarda bir yerde bir bağrışma duydum.

“-Gel lan buraya it herif!”

“-Büyü yapmana izin verir miyiz sanıyen lan?!”

Bir anda genç bir adam okul binasının arkasından fırladı, peşinde onu takip ettiğinden şüphe duymadığım altı tane yetişkin adam vardı. Genç adam büyü yapabilmek için aralarındaki mesafeyi açmaya çalışıyordu ama yeterli mesafeyi açamıyordu bir türlü. Altılı grup onu sonunda yakaladı ve yere fırlattı, sonra o cenin pozisyonuna geçmişken acımasızca tekmelemeye başladılar.

Ulu orta yapılan bir zorbalama vakasına tanıklık ediyordum. İzlemesi acı vericiydi; olaya karışmadan rahat edemezdim.

“-Lan hadi ama. Bırakın çocuğun yakasını.” diye bağırdım yanların yaklaşıyorken.

“-Küçük kaplumbağayı tekmelemekten utanmıyor musunuz?”

Altılı grup benim olduğum yöne öfkeyle baktı. Benden biraz daha uzundular, sanırım beni korkutmaya çalışıyorlardı.

“-Sen de kimsin be?”

Birkaç saniye geçtikten sonra aralarından biri beni tanıdı.

“- L-Lan olum bu Quagmire değil mi…?”

“-Quagmire mı? Rudeus olan mı?!”

“-Linia ve Pursenayı odasına kilitleyip onlara güzel bir ders veren Rudeus mu?!”

Lan, Lan. Ders mers vermedim onlara, öyle bir şey yok!

“-Safsata tamamen.”

“-Ama Pursenayı ona kuyruğunu sallayarak ‘Ağam’ derken gördüm…”

“-O et veren herkese kuyruk sallıyor!”

“-Ama onlara ne dese harfi harfine yerine getiriyorlar.”

“-Evet. Derste yüzlerine yazılan o şeyi görmüştüm.”

“-Ne yazıyordu ya? ‘Bizler Rudeus’un aşk köleleriyiz’ yazıyordu değil mi?”

“-Eh, tam olarak ne yazdığını hatırlayamıyorum gerçi…”

“-Siktir. Onları dövüp kölesi mi yaptı yani?”

“-Doldia Prensesleri lan onlar!”

“-Herif sonunu düşünmeden yaşıyo…”

Tamamen safsatadan ibaret olan bu fısıldaşmalardan sonra altılı grup senkron bir şekilde yutkundu ve bana hayranlıkla bakmaya başladı. Sonra aralarında bakışıp kafalarını salladılar ve yerde kıvrılan çocuğa dönüp.

“-Hadi şanslı çıktın. Bugünlük peşini bırakıyoruz.”

Hemen söze karışıp. “-Bugünlük mü? Yarın da mı tekrarlayacağız bu gösteriyi yani? Ona tekrar mı sataşmayı planlıyorsunuz?”

Altılı grup yüzlerini iğrentiyle ekşiterek. “-Cık…” dediler.

“-Bak, ee… Bay Greyrat. Bunun seninle bir alakası yok sanırsam, yanlış mıyım?”

Bunun gibi insanlar bunu demekten hiç usanmıyor değil mi? Evet, evet. Bunun benimle bir alakası yok. Bunu bilerekten olaya dahil oldum zaten.

“-Ne olduğuna dair en ufak fikrim yok ama altıya bir dövüşmek, hiç adil değil.”

Grup aralarında tekrar bakıştı ve kafalarını salladı. Telepatiyle iletişim kurabildiklerine bakılacak olursa oldukça yakın arkadaş olmalıydılar.

“-Tamam. Öyle olsun. Çocuğun yakasından düşeceğiz.” dedi gruptaki birisi.

“-Ancak bilmeni isterim ki bu adam görünenin aksine o kadar da masum değil.”

Bunu dedikten sonra arkasına dönüp binanın arkasına doğru yol almaya başladı. Gruptakiler de peşinden onu takip ettiler. O arkada ufak bir operasyon üssü işletiyor olmalıydılar.

Onlar tamamen uzaklaştıktan sonra rahat bir nefes aldım. Altı kişi seni yiyecekmiş gibi bakıyorken soğukkanlılığını korumak kolay iş değildi. Sayıca az olduğum durumlara karşın birkaç strateji oluşturmuştum ama yine de kuyruğumu kıstırıp tabanları yağlama isteğine karşı koymak hala çok zordu. Şu an ki halimle teke tek bir sorun yaşamazdım ama.

“-Hey. İyi misin?” Zorlukla ayağa kalkmaya çalışan zorbalanmış çocuğun yanına yaklaştım. Kıyafetlerinin üstündeki tozu hızla temizleyip bir şifa büyüsü mırıldandı.

Usta büyücüler bile zorbalığa uğruyor deme he? Vay be…

Zorbalanan çocuk Cliff miş.

“-…”

Doğrusu bu adamla olan etkileşimlerimin çoğu nahoş geçmişti. Ne zaman karşılaşsak bana açık bir şekilde saldırgan davranıyordu. Muhtemelen şu an “Senden yardım isteyen mi oldu be!” falan diyip sinirli bir şekilde uzaklaşacaktı.

“-Sana yardım et diye…” Daha cümlesinin yarısına gelmeden Cliff durakladı ve düşünceli bir şekilde kaşlarını çattı. Birkaç saniye sonra oflayıp. “-… Özür dilerim. Yardım ettiğin için teşekkür ederim. Rudeus.”

“-Rica ederim.”

Genç büyücü başını ufaktan eğdi ve hızla yanımdan uzaklaştı. Orada durup yürümesini izledim, ufaktan irkilmiş gibi oldum. Onun yardımına koştuğum doğruydu ama davranışındaki o ani değişim biraz tuhaftı doğrusu. Planladığı bir şey varmış gibi hissettim.

Yine de, şimdilik olayları göründüğü gibi ele almak daha iyi olur. Cliff bana karşı bir süreliğine düşmancıldı ama onun saldırılarına hiç karşılık vermemiştim. Belki de onun düşmanı olmadığımı anlamıştır sonunda. Gerçi neden ilk başta benden bu kadar nefret ediyordu hiç anlamamıştım…

“-Eh, her neyse.” Deyip omuz silktim ve yurduma doğru yürümeye devam ettim.

 

Bir sonraki gün Cliff benimle okul binasının arkasında buluşmak istedi.

Öfkeliydi. Neden öfkeli olduğunu bilmiyordum ama yüzünden öfkeli olduğu açıkça okunabiliyordu. İşin sonunda kavga çıkabilirdi o yüzden hazırlıklı olmak için İleri Görüş gözümü aktifleştirdim ve etrafımı incelemeye koyuldum. Ayriyeten sağ elimde kullanılmaya hazır sağlam miktarda mana topladım.

Zamane kaplumbağaları. Minnettarlık nedir bilmiyorlar.

“-Tamam, burası iyi.”

Etrafımızda bizden başka birinin olup olmadığını kontrol ettikten sonra Cliff bana doğru döndü. Yüzünde kızıl bir ton vardı.

Hemen o anda durumu yanlış anladığımı fark ettim. Beni buraya kavga etmek için çağırmamıştı. Eğer yanılmıyorsam şu an ki durum daha çok o klasik aşk itirafı sahnelerine benziyordu. Tuhaftı doğrusu. Evet, son zamanlarda hanımefendilerle aramın limoni olduğu doğrudur ama bu 10 dakikada Erkek Anatomisi öğrenmeye başlayacağım anlamına gelmiyordu.

Seksi olmak çok yorucu, aha aha aha.

“-Ş-Şimdi, olay şu Rudeus…”

“-Evet?” Nasıl cevap vereceğimi biliyordum tabi. Açık, anlaşılır ve kesin bir cevap vermek çok önemliydi. İlk başta arkadaş olarak başlayan ilişkimiz öyle bitecekti. Farklı bir şeye evrilmeden.

“-Şey, ben birisine aşık oldum.” diye devam etti yanağını kaşıyıp, yeri enine boyuna incelerken Cliff.

“-V-Valla mı?” Adamım, bu zavallı çocuğu ret mi edeceğim? Düşüncesi bile midemi bulandırıyor. Kız olsaydı nasıl tepki verirdim hayal edemiyorum… LAKİN, kamamın tercihleri kesindir ve o kesinlik hiçbir zaman değişmeyecektir.

Hayrettir ki Cliff bir anda eliyle sağımı göstererek. “-İşte o, ona aşık oldum.” dedi.

Çok da uzakta olmayan bir binayı işaret ediyordu. Orada birisi vardı, camın pervazından dışarı bakan. Uzun sarı saçı rüzgar tarafından taşınırken batan güneşe doğru efkarlı bir şekilde bakıyordu.

“-Siz ikinizi öğleyin konuşurken gördüm. Onu tanıyorsun değil mi? Uhm… bizi tanıştırır mısın?”

“-…Eee, neden olmasın.”

Camdaki kız çok iyi tanıdığım birisiydi. Kendisi ünlü bir yaramazdı, sayısız söylentinin konusu— ve tam teşekküllü bir succubus’un iştahıyla gencecik öğrenci kardeşlerime musallat olmuş acımasız bir avcıydı.

Başka bir deyişle o kişi Elinalise Dragonroad’dan başkası değildi.

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.