İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 08 Bölüm 12

Çevirmen: RaccoonYobo

 

 

Sonuç

 

 

Kayıt olduğumdan beri üç ay geçmişti. Okul hayatım oldukça monoton geçiyordu doğrusu. Sabahları kalkıp antrenman yapıyor, büyü çalışıyor sonra kahvaltımı edip derse giriyordum. Sonra öğle yemeğimi yiyip kütüphaneye araştırma yapmaya, işim bitince de yemek yemeye eve gidiyor, bir sonraki gün ne yapacağımı planlıyor ve kendimi yatağa atıyordum.

Bundan keyif almadığımı söylersem yalan söylemiş olurum ama. Önceki hayatımda tamamen eve kapanık bir tiptim çünkü. Sadece ortaokula gitmiştim, liseye veya üniversiteye adımımı bile atmamıştım. Burada ortaokuldayken hiç yemediğim yemekler vardı. Ayrıca ilgimi çeken bir sürü seçmeli ders.

Gerçi uzun zaman sonra ilk defa okula gidiyorum, nostaljik havasına kapılmış olabilirim. Zaman ilerledikçe bu hevesim kaçabilir ama—neyse, kafamızı o noktaya gelince yorarız. Zorunlu eğitim değil sonuçta, bu dünyada herhangi bir yere girebilmek için diplomaya da gerek yok. Kendimi gerekenden fazla kalmaya zorlamamın bir manası da yok o yüzden.

Ayrıca, yapmam gereken önemli bir şey olduğu için buradayım. O amacımı gerçekleştirdikten sonra kalmaya devam etsem mi acaba? Bu düzenden öyle kolayca vazgeçebileceğimi sanmıyorum çünkü.

Şu son üç ayda hayatım iyi bir yöne ilerlemeye başlamıştı.

Julie’den, Zanoba ve Üstat Fitz ile birlikte satın aldığımız turuncu saçlı cüce köle kızımızdan bahsedelim mesela.

Figürinler dışında bir şey ile ilgilenmeyen Zanoba, ona bakma konusunda oldukça iyi bir iş ortaya koyuyordu açıkçası. Ona nasıl yazı yazıp okunacağını öğretti, yedirdi içirdi, giydirdi, yatacak bir köşe verdi. Hatta ona köle değil de daha çok küçük kız kardeşiymiş gibi davrandı. Ona merhum erkek kardeşinin ismini vermeye çalışmıştı, o yüzden ortada samimi bir sevgi söz konusu olmalıydı.

Bütün bunlar sayesinde onun insansı tarafına daha bir yakından bakma fırsatı buluyorum ve bu beni mutlu ediyor. Julie de Zanobaya gittikçe bağlanmaya başlıyordu. Bir dediğini iki etmeden sabah akşam peşinde dolanıyordu. Ördek yavrularının annesinin peşinden gitmesine benziyordu aynı.

Fakat bana baktığında gözlerinde ufak bir korku kırıntısı görüyordum. Ona ders verirken sorun olmuyor ama ders sırasında bir şeyi yanlış yaptığında ya da ondan yapmasını istediğim bir görevi yerine getiremediğinde sanki karşısında öğrencilerine yaptıkları her hata karşısında vuran bir öğretmen varmış gibi davranıyordu…. ki bu durumu oldukça gönül kırıcı buluyorum. Ona bırak vurmayı, hiç bağırmadım bile.

Bu durumdan rahatsız ve üzgün olduğum için Zanoba’dan akıl danışmaya karar verdim.

“-Zanoba, neden Julie benden bu kadar ürküyor?”

“-Hm?” dedi. “-Cücelerin ‘Çukur Öcüsü’ dedikleri bir peri masalı vardır, bilmem bilir misiniz?”

Anlattığına göre Çukur Öcüsü, yerin derinlerinde, içinde yaşadığı çukurdan hiç çıkmayan bir canavarmış. Ancak çocukları o kadar seviyormuş ki bazen çukurundan çıkıp onları kaçırıyormuş. Eğer çocuk kaçmaya çalışırsa bastıkları zemin aniden bataklığa dönüşüp onları hapsediyormuş, canavar da onları sırtındaki çuvala koyup çukuruna geri götürüyormuş. Kaçırdığı çocuklar yeryüzüne geri döndüklerinde o kadar farklı ve saygılı davranıyormuş ki adeta bambaşka bir insan oluyorlarmış. İnsan düşünmeden edemiyordu— Acaba o çocuklar o çukurun içinde ne yaşadı da böyle oldular diye?

“-Muhtemelen Linia ve Pursenaya yaşananlardan sonra seni bu canavara benzetmeye başladı.”

Şimdi sen böyle deyince… bataklık büyümü o ikiliye karşı kullanmam, onları çuvala koyup rehin almam. Üstat Fitz ile birlikte Zanoba ve Julie ortada yokken onları cezalandırmam ve bir anda ikisinin nasıl saygılı ve itaatkar davranmaya başlaması… Bütün bunları Julie’nin bakış açısından düşününce aynı hikayedeki Çukur Öcüsüne benziyorum doğrusu.

Herkesi memnun edemeyeceğimin farkındayım ama yine de benden korktuğu gerçeği beni rahatsız ediyor. Bundan sonra ders sırasında onu azarlarken ekstra dikkatli olacağım. Kafasını sıvazlayıp ona iltifat edeceğim ve doğru yaptığında ona şeker vereceğim.

Bekle bir dakika, hayır— ona evcil hayvanımmış gibi davranmak istemiyorum. Hmm. Bu sandığımdan daha meşaakatli çıktı.

 

 

Linia ve Pursena o olaydan beri bana “Ağam” diye sesleniyordu. Öyle çantamı taşıyıp yaverim gibi peşimden dolanmıyorlardı ama beni her gördüklerinde başlarını eğip selam veriyor ya da yolumdan çekiliyorlardı. Ama her nedense gerçekten saygılı davranmıyorlarmış gibi hissediyordum.

“-Heya. Görüyorum da yine erkencisin ağam. Miyav.”

“-Günaydın.”

Ders sırasında arada sırada muhabbet açmaya yanıma geliyorlardı, Zanoba ve bana yakın sıralara oturuyorlardı genellikle.

“-Siz ikiniz son zamanlarda baya sıfı fıkı oldunuz benimle.” dedim.

“-Daha saygılı bir tavır takınmamızı mı istersin yoksa, miyav? Resmi davranmakta pek iyi olmadığımız için istesek de beceremeyiz.”

“-Bizim saygımız samimidir. Biz güçlüye saygıda kusur etmeyiz.” dedi Pursena kuyruğunu sallayarak.

Anlaşılan Linia bana ısınmaya başladı. Konuşma tarzında değişiklik olmasa da hiç yoktan hareketlerine dikkat ediyordu. Kin tutmadığı gerçeğinin içimi rahatlattığını itiraf etmem gerek ama.

Ancak her şeyden öte, etrafımda tatlı kızların bulunması daha çok hoşuma gidiyordu. Zanobaya kıyasla bir içim su gibiydiler aynı. Ek olarak, Linia ve Pursena bu bana şekilde davranmaya başladıklarından beri diğer serseriler benden uzak durur oldular ki bu durumdan hiç şikayetçi değildim.

 

 

Derslerim bittiğinde Üstat Fitz ile birlikte olan keyif zamanıma geri dönebiliyordum, kütüphanede birlikte araştırma yapmaya yani.

“-Heeey, Rudeus!” Sınıftan çıkar çıkmaz Elinalise bana çağırdı. “-Bakıyorum da baya arkadaş yapmışsın kendine.”

“-Arkadaş mı…? Ah, evet evet.” Zanoba ve Fitz’den bahsediyor olmalı. Ama sanırım Linia ve Pursenayı da kast etti galiba. Julie’nin durumu biraz özel ama onu da arkadaştan sayabilirim. Bu, üç ayda beş arkadaş eder.

Buraya arkadaş yapmaya gelmedim ama yine de süreç içinde edindim. Okul olduğu için çok da şaşılası bir durum olmasa gerek. Eğer bu tempoyla devam edersem yılda yirmiye yakın arkadaş edinebilirim. Bu okulun yedi yıllık sistemiyle birlikte de öğrenim hayatım boyunca tam olarak yüz arkadaş edinebilirim.

“-Hepsi de kız. Gerçi Paul’un oğlusun sen, şaşırmamam gerekir.”

“-Yanlışın var, hepsi kız değil..”

“-Biliyor musun Paul da aynısını söylerdi.”

Bekle— Elinalise üç ay içerisinde yaptığım arkadaşlardan olmasa da eğer onu da katacak olursam, her ne kadar ‘kız’ denecek yaşı geçmiş olsa da, kız arkadaş sayısı erkek arkadaş sahiden de geçiyordu.

Şimdi düşününce Elinalise ile olan ilişkim de değişti sayılır değil mi? Okula başladığımdan beri görüşemez olmuştuk—gerçi öncesinde de öyle yakın değildik, her neyse. Muhtemelen okul hayatının tadını çıkarmakla meşguldü.

“-Bayan Elinalise, sizi gören de cennetlik. Bir şey mi lazımdı?”

“-Evet. Bir şey ödünç almam gerek.”

“-O zaman başkasına danışmanız gerekecek. Benimkisi şimdilik hizmete kapalı.” Okul hayatlarımız kuzey ile güney gibiydi. Japonyada olsa hemen hapse girecek şekilde keyif sürüyordü.

“-Hayır onu istemiyorum. Büyü defterimi yurtta unuttum. Rica edersem seninkini ödünç alabilir miyim diye soracaktım?”

Cinsel aktiviteler bir kenara Elinalise sahiden de derslerine katılıyordu. S-Seviye bir maceracının ne öğrenmeyi umduğunu bilemem ama Ghislaine bana büyü kullanamadığı için ne kadar zorlandığını anlatmıştı. Belki Elinalise de temeli öğrenmekten zarar gelmeyeceğini düşünmüştür?

“-Eh, sorun olmaz. Bundan bir tane var ama ha yine unutayım deme, tamam mı?”

“-Teşekkür ederim. İyilik borcum olsun bu.” dedi ve ayrıldı.

 

 

Fakat Rudeus’un bilmediği bir şey vardı, onu izleyen iki çift göz. İlki yeni bitmiş dersin olduğu sınıfın içinden izleyen birisine aitti. Şahit olduğu şey karşısında öfkelenen çocuk, gözlerini Rudeus’dan kaçırdı ve sınıfa geri döndü.

İkincisi ise yukardan, araştırma binasının en üst katındaki kapalı bir odadan olan biteni izleyen birisine aitti. Eğer kafanızı yukarı kaldırıp o gözlerle kesişecek olsaydınız ya korkudan tir tir titrerdiniz ya da şaşkınlıktan gözlerinizi fal taşı gibi açardınız; çünkü gözlemcinin yüzünü kaplayan o şekilsiz beyaz maskeyi görürdünüz.

 

 

Rudeus’un okul hayatı kazasız belasız devam ediyorken doğuda bir hareket söz konusuydu. Kuzey Topraklarının ilerisindeki Biheiril Krallığının doğusundaki okyanusun kıyısında, Ogre Adası olarak bilinen bir kara parçası vardı. Adada Ogre denen koyu kızıl saçlı ve alınlarından tek bir boynuz çıkan bir kabile yaşamaktaydı. Savaşçıları Ogre Tanrısı denen bir varlık tarafından yönetiliyordu.

Ogre Kabilesi geçmişte yaşanan Büyük İnsan-Şeytan savaşına ve Laplace savaşına katılmamış bir şeytan ırkıydı. Bu nedenle de insanlar onları şeytan ırkından ayrı görürdü, cüceler ve elflerle aynı kefeye koyarlar yani. Fakat, adalarından dışarı çıkmadıkları için varlıkları çoğu kişi tarafından bilinmezdi.

Kabile sadece Biheiril Krallığı ile yakın ilişkiler kuruyordu ve bölgelerine giren yabancılara acımadan saldırıyor ve kılıçtan geçiriyorlardı.

Lakin bu kabile bile ünlü misafirlere kucak açmasını bilirdi. Hatta şu anda o türden bir misafiri ağırlamaktaydılar— adaya deniz ırkı gemisiyle gelen bir adama. Bu misafir, ada ilgisini çekince demir atmış ve bir takım gürültü patırtının sonunda Ogre Kabilesi bu adama misafir olarak kucak açmıştı.

Adam adayı rahat bulunca oraya yerleşmiş… Ogre Tanrısıyla hararetli muhabbetlere dalıp kabile ile birlikte içki içmiş ve bazen de gençlerini eğitmişti.

İki koca yıl bu şekilde geçmişti. Binlerce yıl yaşamış bu misafir için bu zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti.

Ama günlerden bir gün ona bir mektup ulaşır. Mektup, önceden tuttuğu S-Seviye kıdemli bir gezgin maceracıya aitti. Mektubun içeriği oldukça sadeydi:

Aradığın kişiyi Üç Büyü Ülkesinde buldum. Bir iki ay içerisinde Ranoa Krallığının Üniversitesine doğru yola çıkacağız.

Mektubu okuduktan sonra adam ayağa kalktı. Mektubun içinde yazanları ve misafirinin yüzündeki ifadeyi gördükten sonra Ogre Tanrısı, “-Gidiyor musun yoksa?” diye sordu.

Misafir başını eğip, “-Evet. Gitmek zorundayım.” dedi.

Bunu duyunca Ogre Tanrısı herkesin yerine konuşarak, “-Seni çok özleyeceğiz,” dedi.

“-Lütfen gitme. Daha bana öğreteceğin çok şey var!”

“-Burada yaşasan olmaz mı? Köydeki herkes seni seviyor!”

Her bir çıkışı haklı bulan bir şekilde homurdandı. “-İnanın bana, bende isterim öyle olmasını. Ama insanların hayatları çok kısa sürüyor. Eğer burada eğlenmeye devam edersem tanışmak zorunda olduğum kişi benim yüzümden ölebilir.”

Ogrelerin lideri Ogre Tanrısı onu basitçe “-Kendine iyi bak” diyerek uğurladı.

“-Eh o zaman… madem liderimiz böyle buyuruyor…”

“-Anlaşılan elden bir şey gelmez.”

Farklı görüşte olsalar da diğer ogreler emri dinledi. Gösterişli bir hoşcakal partisi düzenlendi. Ogre Tanrısıyla misafir, güreş ve yeme yarışması gibi çeşitli özel eğlencelere katıldı.

Bir gün aniden pat diye ortaya çıkan ve köyde iki yıl boyunca yaşayan bu cana yakın adam. Ogre Tanrısıyla dövüşüp yenilen ama bir sonraki gün dirilip tekrar karşısına çıkan ve bu ölme-dirilme oyununu sayısız kere tekrar eden o ölümsüz adam. Kara derili ve altı kollu bu inanılmaz adam ile Ogre Tanrısı, keyifleri yerinde bir şekilde birbirlerini uğurladı.

“-FWAHAHAHA! Bekleyin de görün!”

Batıya doğru son sürat yol aldı. Bir ülke bu ani hücum karşısında paniğe kapılıp üzerine Gelişmiş seviye büyüyle saldırdı. Bir diğer ülke de ona haraç teklif etti. Ancak o bütün bu teklifleri ve saldırıları umursamadan batıya doğru ilerlemeye devam etti. İnsanların bilgi akışının yetişemeyeceği hızlarda dağları ve vadileri aştı. Ülkeler daha yeni onun ne amacını anlamaya başladıklarında o çoktan ülkenin sınırını geçmiş oluyordu.

Batıya doğru git gide artan bir hızla ilerliyordu.

Rotası ise Ranoa Krallığıydı.

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.