İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 08 Bölüm 09
Çevirmen: RaccoonYobo
Hayvan Kızların Kaçırılması ve Alıkonması (Part 1)
Yüce Ormanın Koruyucu kabilelerinden Dedoldia’nın şefi Gustav’ın torunu ve bir sonraki kabile şefi, Savaşçı Komutanı Gyes’in kızı:
Linia Dedoldia.
Yüce Orman’ın koruyuculuğunu üstelenen başka bir kabile daha olan Adoldia Kabilesinin şefi Bulldog’un ve karısı, bir sonraki şefi ve Savaşçı Komutan Tertelia’nın kızı:
Pursena Adoldia.
Doldia kabilesi, hayvan ırkları arasında özel bir yer tutar. Kökenleri, Birinci Büyük İnsan Şeytan Savaşı sonrasına, 5500 yıl öncesine kadar uzanır. Birinci Büyük İnsan-Şeytan Savaşını insanlar kazanınca insanlar rehavete kapılmış ve hayvan ırklarına köle gibi davranmaya başlamışlar.
Dur durak bilmeyen istilalar karşısında Yüce Orman denilen balta girmemiş ormanlarda yaşamlarını sürdüren hayvan ırkları, istilalara karşı koymak zorunda kalmış. Zamanın alfası olan Hayvan Tanrısı Giger, hayvan ırkının onursuz insanlara karşı olan savaşında onlara liderlik etmiş.
Bizzat ön saflarda savaşıp gücünü ve zekasını kanıtlayıp birçok hayvan ırkını ve Yüce Ormanın kendisini yıkımdan kurtarmış.
Giger vefat ettikten sonra bile Doldia kabilesi Hayvan Irkları arasında lider kabile olarak görülmeye devam etmiş.
Günümüzde ise Hayvan Irkı sadece Yüce Ormanda değil Merkez Kıtanın ve Begaritt Kıtasının dört bir tarafına yayılmış haldedir. Gerçi insanlar kadar fazla olmasalar da yine de göz ardı edilemeyecek kadar fazladırlar. Bu nedenden mütevellit de elfler, cüceler ve buçukluklar üzerinde büyük nüfuza sahiptirler.
Hatta, Yüce Ormandaki askeri güç; Kutsal Millis Ülkesiyle aşık bile atabilecek seviyededir, tabi hayvan ırkı aşık atmayı dilerse.
Uzun lafın kısası, Linia ve Pursena; Hayvan Tanrı soyundan gelen Doldia kabilelerinin şeflerinin kızları oldukları için gelecekte ya şef konumuna yükselecekler ya da o konuma yükselecek kişinin karısı olacaktılar. İnsan mantığında Prenses ile aynı kefedelerdi yani— En az Kutsal Millis Ülkesinin prensesleri kadar önemlilerdi. İşte bu yüzden, okula ilk geldiklerinde diğer öğrencilere kıyasla daha yüksek bir konumda bulmuşlardı kendilerini.
Ee, madem durum böyle o zaman neden bu kızlar ta yurt dışına okumaya gelmişler? Dediğinizi duyar gibiyim.
Sebebi çok basit: Önceki jenerasyonun prensi (Gyes) ve prensesi (Ghislaine) tam anlamıyla süzme salak oldukları için ve aynı onlar gibi, Linia ve Pursena da çok zeki olmadıkları için Kabile Şefi Gustav, yurt dışında onları ‘belki irfan sahibi olurlar’ diye yurt dışına okumaya gönderilmelerini emretmiş.
Muhtemelen otoritelerinin kıymetinin olmadığı bir yerde bulunursalar belki ne anlama geldiğini ve ne kadar önemli olduğunun farkına varırlar diye düşünmüş olmalıydı.
Fakat Gustav’ın teorisi yanlış çıkmıştı. O, Linia ve Pursenayı Büyü Akademisine, unvanlarının ve otoritelerinin değerinin olmadığı bir yere gönderdiğini sanmıştı. Kızlar da aynısını düşünüp olası herhangi bir ayrımcılık muamelesine kendilerini hazırlamışlardı.
Ancak ayrımcılığa uğramak yerine kendilerine büyük özen ve itima eden öğretmenler ve beğenilerini kazanmaya çalışan öğrenciler tarafından karşılanmışlardı.
Soylarının orada da bir anlam ifade ettiğini anlar anlamaz bu onların kafalarına girdi. İlk yazıldıkları zamanlarda insanlar karşısında korku ile titriyorlarken çok geçmeden insanların kendi etraflarında ne kadar aciz hallere girdiklerini fark ettiler.
Sonradan derslerde öğrendikleri büyü kombinasyonu, Vokal Büyüleri(Doldia Kabilesinde nesilden nesile aktarılan bir yetenek), çeviklikleri ve ırksal üstünlükleriyle en güçlü üst sınıfları bile yenebileceklerini fark edince davranışları git gide kötüleşmeye başladı. Gasp, şantaj, zorbalama– çok geçmeden tam teşekküllü birer serseri olmuşlardı ve bir yıl içinde kendi çetelerinin başına geçmişlerdi.
Ancak, onların istikrarlı ilerleyişi bir anda son bulmuştu.
İkinci yıl olduklarında Asura Krallığından bir prenses geldi. Ariel Anemoi Asura. Bu kadın, memleketinde halihazırda bir hizip kurmuş ve güç mücadelesine girişmiş bir kadındı. Yanında getirdiği iki korumasıyla birlikte Linia ve Pursena’nın bölgesine sanki mekanın sahibiymiş gibi dalınca bunca zamandır Linia ve Pursena’nın kuyruğunun peşinden koşan profesörler yavaş yavaş Ariel’in safına geçmeye başlamıştı.
Kızgın ve öfkeli bir şekilde Linia ve Pursena, Ariel’e altı ay bu şekilde tahammül etti, kendileri bile neden böyle yaptıklarını bilmiyordu. Lakin sabırları, Ariel birinci yıl olmasına rağmen Öğrenci Konseyine alındığında en sonunda taşmıştı.
Ariel onur öğrencisi olduğu için herkes tarafından övgü yağmuruna tutuluyorken serseri diye yaftalanan Linia ve Pursena bir anda nedensiz yere nefret odağı olmuştu.
Prenses ve grubuna dalaşmaya başladılar. İlk önce basit tacizler ile başlamışlardı; koridordan geçerken prenses ve grubunun önüne tükürmeler, bilerek omzuna çarpmalar, üstüne su atmalar ve iç çamaşırını çalıp erkek yurdunun önüne atmak gibi bir çok şey yapmışlardı.
Tacizlerin şiddeti her geçen gün artmaya devam ediyordu—ta ki serseri çeteleri Üstat Fitz tarafından yenilene kadar. Bunun Ariel tarafından kurulmuş bir tuzak olduğu söylentileri etrafta dolaşıyor olsa da yine de bu Üstat Fitz’in en az yirmi düşmanı tek başına yendiği gerçeğini değiştirmiyordu. Bu olayı profesörlerin kendileri bile doğrulamıştı.
Linia ve Pursena’nın ayaktakımının tamamı okuldan atıldı– Linia ve Pursena hariç tabi, bir kez daha statüleri tarafından kurtarılmışlardı.
İtibarları yerle bir olmuştu. Piyonlarının hepsi gitmiş ve arkasız kalmışlardı. Sosyal düzeyleri yere çakılmış ve günün sonunda Asura Prensesi ve grubu, öğrencilerin gözünde kurtarıcı olmuştu.
Teknik olarak özel öğrenci olsalar da Asura Prensesi, korumalarına normal öğrenciymişler gibi davranılmasını rica etti ki bu ricası popülaritesinin daha da artmasına vesile oldu.
Linia ve Pursena bu durumdan, tabi ki, hiçte memnun olmamıştı. Öfkelerini geçen yıl okula kayıt olan diğer iki özel öğrenciden çıkarmaya başladılar, Zanoba ve Cliff. İkisini de bir güzel yendikten sonra Zanoba’yı, Prenses ve güruhu hakkında bilgi toplaması için kullandılar.
Şimdilik, kızlar intikam almayı düşünmüyor gibiydiler. Gerçi hal ve tavırları birazcık çeki düzenden nasiplenebilirdi ama en azından derslerine aktif olarak katılmaya başlamışlardı. Sanki adeta rehabilite olmuş gibiydidiler.
Yeni öğrenci olarak benim görüşüm bu olayın Üstat Fitz’in ne kadar muazzam bir şahsiyet olduğunun yegane kanıtı olduğudur.
Ariel’e karşı olan savaşları sona ermişti… ya da en azından öyle görünüyordu.
Zanoba
Julie, Ustamın ikinci çırağı olduğundan beri bir ay geçmişti.
Ustam tuhaf bir eğitim şekli uyguluyordu, “Bu bir deney.” diyordu.
Her günün başında Julie’nin en az bir kere sözlü büyü yapmasını istiyordu. Ondan sonra Ustam ona daha büyü öğretmiyordu, onun yerine küçük küçük toprak parçaları oluşturtuyordu. Bu şekilde sözsüz büyü kullanmayı öğrenebileceğini sanmıyordum ama sürpriz bir şekilde bir ay sonra sözsüz büyü yapabilmeyi başarmıştı.
Doğru duydunuz— bir ayda Julie küçük bir toprak parçası oluşturabilmeyi başarmıştı. Hem de sözsüz bir şekilde. İnanılmaz bir başarıydı bu.
Ancak ustama göre, onun öğreneceği daha çok şey varmış. Sadece bir kez sözsüz bir şekilde toprak oluşturabilmişti ve manası çok çabuk tükeniyordu. Ama yine de bana kıyasla, büyüye dair bir yeteneği olmayan bana kıyasla…
Gözlerime inanamamıştım.
“-Üstat Fitz ve verdiği tavsiye sağ olsun,” dedi Ustam. İyi de büyüyü Julie’ye öğreten kendisiydi, övgüye layık olan oydu. Çok alçakgönüllü birisi.
İyi ki onun çırağı olmuşum.
Büyü dışında Ustam, Julie’ye insan dilini de öğretiyordu. Ufak tefek kelimeleri halihazırda biliyordu ki buna şaşılmaması gerek aslında, çünkü ailesiyle birlikte Merkez Kıtada yıllarca yaşamıştı. O tüccar olacak şerefsiz sadece Hayvan Tanrı dilini biliyor derken bana yalan söylemiş meğersem– yoo, bir dakika ya, yalan söylemesine gerek yoktu ki aslında. Daha önce hiç konuşmadığı için öyle demiş olabilirdi.
Her neyse, Julie’yi alarak akıllı bir yatırım yaptık desek doğru olur. Çok hızlı öğreniyor, her şeyi anında kavrıyordu. Eğer ona bir şeyi getirmesini söylersem, detaylı bir şekilde tasvir etmeme gerek bile kalmadan hemen bana istediğim şeyi getiriyordu. İstediğim şeyin ne olduğunu anlamada çok iyiydi. Bana aynı Ginger’ı hatırlatıyor.
Yeni satın alınmış köleler genelde bir tür büyü mührüyle damgalanır, Ustam o tür şeylerden hoşlanmadığı için ben de damgalanmamasını istedim. Sonuçta, Julie’yi köle olsun diye değil çırak olsun diye almıştık.
Ama bir gün, bir olay yaşandı.
Saat akşama geliyordu, ben Julie’ye tarih dersi ve figürinlerin muhteşemliği hakkında ders veriyordum. Eğer sanata dair tutkusu olmazsa büyük girişimimde bana yardımcı olamazdı. Julie, Ustamın büyük planında önemli bir yer tutuyordu; figürinlerin ne kadar mükemmel olduğunu takdir etmeyi öğrenmesi şarttı bu yüzden.
O gün, Ustamın dahiyane el sanatına örnek göstermek için Ruijerd figürinini kullanmaya karar vermiştim. Kilitli bir kutunun içinden heykeli çıkardım: Üzerinden güç ve ölüm fışkıran bir savaşçının figüriniydi, ne kadar bakarsam bakayım her seferinde beni cezbetmeyi başaran bir eserdi.
Odasına gitmeye hazırlanan Ustam bir anda bana bakıp “-Sahi, Roxy figürinine ne oldu?” diye sordu.
Bunu sorar sormaz soğuk terler bütün vücudumu kaplayıverdi. Bana sormasın diye her gün dua ettiğim o soruyu… bugün sormuştu. Az kalsın “-Shirone da bıraktım,” diyecektim ki yalan olurdu eğer öyle deseydim, o yüzden dilimi ısırıp sesimi çıkartmadım.
Ben… yalan… söylemeyeceğim.
Asla ama asla Ustama yalan söylemeyeceğim.
Sonunda, “-Doğrusu… teknik olarak burada, ama…” diyebildim ama ağzımdan doğru dürüst bir kelime çıkaramadım. Ellerim titriyordu. Eğer yaşananları öğrenirse Ustam beni çıraklıktan atabilirdi. Çıraklıktan atılma düşüncesi bile bedenimin kurşun gibi ağırlaşmasına neden oluyordu.
“-Ah, öyle mi? Uzun zamandır onu görmeyi istiyordum. Çıkarır mısın lütfen?” Sesindeki neşe çok yoğundu. Kalbime sancı girdi.
Zorlukla, yatağımın altındaki kilitli kutuya uzandım. Titreyen ellerimle kilidi açtım ve içindekileri çıkardım. Ustam bir anda olduğu yerde donuverdi.
“-Lan, bu ne lan…?” Konuşurken sesi titriyordu. Sesi düz bir tondaydı ama bir yandan da şoka uğramış gibi konuşmuştu.
Neredeyse ağlayacaktı. Daha önce hiç böylesine korkmamıştım. Ustamın en büyük eseri, 1/8 Roxy Figürini trajik bir şekilde beş parçaya ayrılmıştı. Kafası kopmuş, kıyafetlerini oluşturan parçalar ezilmiş ve kolu dirsekten itibaren kırılmıştı ve ayağı tuhaf bir şekle bükülmüştü. Sağlam olan bir tek asasıydı.
“-Açıkla bunu, Zanoba. Sen— Ben—- hadi ama, bu ne olum, of…?!” Ustam çok öfkeliydi. Ustam, normalde dikkatli bir tonda ve isteksiz bir naziklikle konuşan ustam şimdi konuşurken sözlerinde aksıyordu.
“-Sana, ustama ne kadar değer verdiğimi anlatmamış miydim? Ne kadar saygı duyduğumu? Bu figürini yaparken bu duyguları ne kadar aktardığımı anlayamadın mı?”
Ustamın öfke dolu olduğu gün gibi otadaydı. Linia ve Pursena onunla dalga geçtiğinde kendini aşağılar bir tavırla cevap veren, Cliff ona tavır koyduğunda cesaretsiz bir hale giren ve Luke onunla dalga geçtiğinde sadece rahatsız olan o kişi, benim ustam, şimdi köpükler saçıyordu etrafa.
Korkuya kapılan Julie arkama sığındı. Ben de bir yere saklanmak istiyorum.
“-Sakın bana… Roxy ile dalga geçmeye çalıştığını söyleme? Düşmanım mısın lan?”
“-H-H-Hayır, değilim!” Telaşla başımı salladım.
Ustam sürekli Hocası Roxy hakkında konuşurdu, ne kadar muhteşem birisi olduğunu ve ne kadar saygı duyulası birisi olduğunu hatırlatırdı hep. Sadece basit bir hayranlık olduğunu ama dinsel fanatizme de benzer bir şey olduğunu düşünürdüm. Ama meğersem Tapınak Şövalyelerininkiyle aynıymış.
Doğrusu Leydi Roxy’i pek önemsemiyorum, eğer bunu sesli bir şekilde söyleseydim ustam muhtemelen öfkelenip beni döverdi.
Eğer ciddileşirse benden geriye kül taneciği bile kalmazdı. Her ne kadar bende Kutsanmış Çocuğun doğaüstü gücü olsa da bedenim büyüye o kadar da dayanıklı değildi.
“-Öyle bir şey söz konusu değil!” dedim zorlanarak. “-Bu benim sahip olduğum en yüce şey, Linia ve Pursena’ya meydan okuduğumda bahse koyduğum yegane şeydi! Düelloyu kaybettikten sonra onu ayakları altına alıp ezerek trajik bir şekilde parçalara ayırdılar. Ama ben, Leydi Roxy’i aşağılayacak hiçbir şey yapmadım, yemin ederim!”
“-Düello mu dedin?”
Ona hikayenin geri kalanını anlattım, yaşananları teker teker aktardım.
Bir yıl önce, Linia ve Pursena beni düelloya davet etmişti. Kaybeden taraf sahip olduğu en değerli şeyi sunacaktı, bu, benim için Roxy figüriniydi. Kutsanmış çocuk olduğumdan ve Shironeda kimse beni yenemediğinden kazanacağıma dair en ufak şüphem yoktu. Bana Gelişmiş-Seviye Büyüyle saldırsaydılar bile atacakları şeye direnip sonrasında yumruğumu geçirmeye sonuna kadar hazırdım.
Fakat ikisi üzerimde tuhaf bir büyü kullandı. Paralize ettiler beni, harekete edemedim, hareket edemeyince de beni yere serdiler. Ağlaya ağlaya figürinimi teslim ettim. Paşa paşa teslim etmem gerekiyordu, kaybetmiştim sonuçta. Böylesine muhteşem bir eşyanın benden alınması benim suçumdu. Kim görse sahip olmayı dilerdi çünkü.
Ama— inanır mısınız— o ikisinin o esere gram hürmeti yoktu!
“Bune la böle?” ve “İğrenç, miyav,” gibisinden şeyler söyleyip yere attılar ve ayaklarıyla eze eze parçalara ayırdılar.
Hikayemi bitirince Ustamın öfkesi dindi.
“-Demek böyle oldu he, anlıyorum.” dedi omzumu sıvazlayarak.
Anladı beni!
Bunu fark edince kafamı kaldırdım— tabi aciz bir şekilde cırlamadan önce. Öfkesi hiç de dinmemişti!
Ustamın yüzünde artık sinsi bir ifade vardı.
“-Bana önceden söyleseydin keşke. Eğer yaşananları bilseydim onlara salak gibi sırıtmazdım.” Sözleri ilk başta kulağa nazik bir tonda geldiyse de aslında tam tersi olduğunu biliyordum. Ustam Figürinler hakkında pek konuşmazdı. Son zamanlarda onları sevmediğini bile düşünmeye başlamıştım. Ancak yanılmışım. Meğer ustamın kalbinde yatan hisler diğer hiçbir kimseyle kıyaslanamayacak kadar yoğunmuş.
“-O kızlara bir ders vermenin vakti geldi.”
Linia ve Pursena bu gece ölecektiler. Bundan adım gibi eminim.
Bu fikir karşısında korkuyla titredim, lakin sonra titrememin korkudan değil sevinçten dolayı olduğunun farkına vardım.
“-Evet, Ustam!”
Yanımdaki güçlü müttefikle artık figürinimi parçalara ayıranlardan intikamımı alabilirim.
Rudeus
Affedilemez.
Zorbalardan nefret ediyorum. Belki kızların Zanoba’yı yendikten sonra ona hizmetçiymiş gibi emir vermesini affedebilirim— Üstat Fitz de aynısını onlara yapmıştı çünkü. Ama asla ve asla başkasının yaptığı bir şeyi zorla alıp, üstünde tepinerek yok etmelerini affedemezdim! Bu kadarı fazlaydı! Başkasının bilgisayarına beyzbol sopasıyla vurmak gibi bir şey bu! Igh, hay anasını. O kızların yaptıkları yanlarına kar kalmayacak.
Sadece altı üstü bir figürin olabilirdi ama yine de tekmeledikleri Roxy idi. Bu, hayatta affedemeyeceğim tek şey. Bir zamanlar Edo Dönemi komutanlarının Hristiyanları zorla dini objelerinin üstünde tepindirmelerine gülerdim, ama şimdi, o Hristiyanların ne hissettiklerini çok iyi anlıyorum. Gözlerinin önünde bir başkasının, değer verdiğin bir şeyin üzerinde tepinmesinin ne kadar ağır bir hakaret olduğunu anlıyorum. Shimabara İsyanının arkasındaki gerçeği. Canossa Rezilliğini. Kutsal Topraklara ulaşmak için uzun yollar kat eden Haçlıları anlıyorum.
Linia ve Pursena’nın ED sorunum ortaya çıktığından beri Roxy’nin benim için ne kadar önemli olduğundan haberi yok tabi. O yüzden o itlere yaptıkları şeyin ne kadar büyük bir hata olduğunu anlamalarını sağlayacağım. Bencil bir şekilde yaşamaya devam ederlerse ektiklerini bir gün biçmek zorunda kalacaklarını öğreteceğim.
“-Dinliyor musun Zanoba?”
“-E-Evet?”
“-Onları canlı bir şekilde yakalayacağız. Öldürmek yok. Tanrıya hakaret ettikleri için cezalandırılmaları gerekiliyor.”
“-’Cezalandırılmaları’ mı? Anlıyorum, tamam.”
“-Eğer onları ayrı bir şekilde yakalarsak daha iyi olur diye düşünüyorum.”
“-Ama ikisi birbirinden hiç ayrılmıyor.”
Dinamik ikili he? Sürü halinde dolaşan hayvanlar harbiden de akıllılık ediyor.
“-Haklısın. Aptal değil onlar, ikiye bir olduğu için onları yenmesi zor olacak. Zorlu bir savaş bizleri bekliyor.”
“-Yanlışınız var! Onların size denk olduğunu düşünmüyorum, Usta.”
“-Hünerlerimi gözünde büyütme derim. Zafer, alçakgönüllü olanlarındır sonuçta.” Aşırıya kaçmıyorum. Aklı başında ve sakinim. Maceracılık yaptığım zamanlarda aşırıya kaçmak demek ölüm ile burun buruna gelmek ile aynı anlama gelirdi. Eğer soğukkanlılığımı korursam bu iki iti yere serebilirim.
“-Tamamdır! İşte planım!”
“-Evet!”
“-Savaş güçlerini bilmiyoruz ama saldırı tarzlarını çok iyi biliyoruz. Biri dur durak bilmeden saldırırken diğeri büyü kullanıp rakibini şaşırtıyor ve diğeri açıklıktan faydalanıp Vocal büyüyle düşmanı etkisiz hale getiriyor. Eğer kanatlardan saldırırlarsa da rollerini hızlı bir biçimde değiştirebiliyorlar.”
Saldırıya uğrayan kişi dikkatini saldırıdan kaçınarak dağıtırken diğeri rakibe paralize büyüsü uyguluyor. Acaba Üstat Fitz onların bu kombinasyonundan nasıl kurtulmuştu? Sorsam iyi olur.
“-Ancak bu sefer ikiye iki olacak. Ağır silah olduğun için Zanoba, onlara ayak uydurmakta zorlanacağını sanmıyorum.”
“-Usta, bana ihtiyacın bile kalmayacak. Kendi başına onların canına okuyabilirsin.” dedi.
“-Zanoba, ustan olduğum için beni gözünde çok büyütüyorsun be olum. Her ne kadar bu hoşuma gitse de konu yumruk yumruğa dövüşe geldi mi benden iki yaş büyük olan çocukluk arkadaşım bile her seferinde beni bayıltana kadar döverdi. O zamandan beri baya idman yaptım ama ona rağmen hala kendimden eminim diyemiyorum.”
“-Ne?! Seni bayıltabilecek güçte birisi var mı cidden, Usta?!”
“-Tabi ki var. En az 4 kişi, bildiğim kadarıyla tabi.” Eris, Ruijerd, Ghislaine ve… Orsted. Tabi bu kişiler bildiklerim sadece— dışarıda bir yerlerde beni yenebilecek tonla insan vardır muhtemelen, Linia ve Pursena’nın o kişiler arasında olmama garantisi yok tabi.
Büyü ve Şeytan Gözümü birlikte kullanırsam belki Eris’i yenebilirim, gerçi ikimiz birbirimizle hiç ciddi bir şekilde dövüşmediydik, neyse.
Linia ve Pursena hemen hemen Eris ile aynı yaştaydılar. En az onun kadar güçlü olduklarını varsaymak yanlış olmazdı bu yüzden.
“-Aşırı mütevazi oluyorsunuz Usta.”
“-Zanoba, zaferimiz kaçınılmaz olmalı. Geçmişte yaşananların tekerrür etmesine izin veremeyiz. Roxy Hocam bir daha asla ayaklar altına alınmamalı. Doğrusu Elinalise ile Üstat Fitz’den yardım istemeyi çok isterim aslında. Fakat malesef ikisi de baya meşgul gibi görünüyor. Bu işi kendi başımıza halletmeliyiz.”
Elinalise kişisel husumetlerin içine dahil olmayı istemez zaten.
Roxy ile ahbaplık etmiş olsa bile muhtemelen “-Altı üstü bir figürin canım. Gidipte gerçek Roxy’i dövmüş değiller ya.” der geçerdi
Kalpsiz karı.
“-Neyse. Hadi onlara meydan okuyalım. Memleketimde meydan okumak istendiğinde eski bir gelenek olan mektubun yanında gül ve bıçak gönderilme adeti uygulanır. Doldia Kabilelerinde ise düşmanının kafasına çürümüş meyve atmak aynı manaya gelirmiş. Doğrusu, böyle bir adetin olduğunu daha yeni öğrendim o yüzden gerçek olmayabilir. Sence ne yapalım Usta?”
“-Sürpriz saldırı yapacağız.” dedim.
“-Ne? Ama bu alçakça değil mi?”
“-Zanoba.”
“-Özür dilerim, yersiz konuştum!”
Hmph. Alçakça olup olmaması umurumda değil. Bu bir düello–hayır, bu bir haçlı seferi. Kazanmak zorundayız!
Sürpriz saldırı yapmaktan vazgeçtim çünkü gelişmiş koku duyularını kandırmanın bir yolunu bulamadım. Pusuya düşürmeye karar verdik, bu kadar basit.
Ana okul binasından biraz uzakta olan bir binaya gittik, yurtlara giden bir yol bulduk ve uygun bir yerde pusuya yattık. Yanımızda, bu geniş alanı kapatan ormanlık bir alan vardı.
Kollarımızı kavuşturup olduğumuz yerde bekledik. Kuşluk vaktiydi. Yol neredeyse bomboştu. Bu zamanı seçmemizin nedeni rakiplerimizin derslerinin bitiş saati ve okul binasından ayrılma saatine denk gelmesiydi. Ayrıca gün sonunda manaları daha az olabilirdi.
Bu bir kenara, bayadır bekliyoruz he. Anlaşılan kızlar derslerin sonuna kadar kalıyorlar, serseri görünümlerine tamamıyla ters bir davranış bu bana sorarsanız. Normalde öğleden sonraki dersleri ekip çeteleriyle birlikte rastgele bir bakkalın önünü tutmaları gerekmez mi?
Akşam çökmeye ve etrafımızdaki alan karanlık olmaya başladı ve gölgelerimiz görünmez hale geldi. Salak gibi yan yana durup beklemeye devam ettik.
Ve sonunda geldiler.
“-One öyle miyav?”
“-Noluyo?”
Linia bizi görünce şüpheyle baktı. “-Hey, siz ikiniz. Yolumuzdasınız, miyav. Çekilin, miyav.”
Taleplerini iletti, ama yerimizden kıpırdamadık. Pursena’nın burnu kaşındı ve bir şeyin kokusunu aldı. Dudaklarının kenarını yaladı ve pis bir şekilde sırıtarak. “-Linia, anlaşılan oynamak istiyorlar.” dedi.
Linia, arkamda duran Zanoba’ya uzun uzun baktı. Sonra uzun bir of çekti ve “-Zanoba, hiç utanmıyor musun, miyav? Tek intikam şansını bu sıska çocuğu önümüze koyarak harcamayı nerden akıl ettin?” dedi.
“-Hmph.”
Zanoba’nın cevabına karşılık olarak Linia’nın alnındaki mavi damar sertleşti. “-Ne? Ulan sen! Tavrını beğenmiyorum, miyav. Anlaşılan, bizden başka heykelciklerini de parçalamamızı istiyorsun, miyav.”
“-Grr… Usta, bunu bana bırakın lütfen.” Zanoba kızgın bir şekilde öne doğru adım atıcaktı ki son anda onu yakaladım. Bende öfkeliydim. Heykelcik derken muhtemelen Ruijerd Figürinini kast ediyordu— başka bir deyişle hayatımı kurtaran başka bir kişinin, çok saygı duyduğum ve arkadaşım dediğim birisinin hatıratını yok etmekle tehdit ediyordu beni.
“-Endişelenme.” dedim. “-Utanman için hiçbir sebep yok. Asıl utanması gerekenler göt göte gezen onlar. Sanki dünyaya tek başlarına olduklarında bir sapa balta olamadıklarını duyurmak istiyor gibiler.”
“-Ne dedin sen miyav…?!”
Kızlardan tehdit ve vahşilik akıyordu ama korkmuyordum. Onlardan daha çok kana susamış insanlar tanıyorum çünkü. Eğer o kişilere tek bir ters cevap verirsem ağızlarını açmazlar, direkten saldırırlardı. Seni yumruklar, etrafta gezdirir ve en sonunda üzerine atlayıp küfür ede ede yumruklarını geçirmeye başlardı.
Bu ikisi onların yanında ördek yavrusu gibi kalıyor.
“-Çömez! Bu kendinden emin tavırları kes miyav! Sana bir iyilik yapıp bu tatsız olayı unuturum, dedemin bir tanıdığısın sonuçta. Ama eğer abuk subuk konuşmaya devam edersen yok ederim seni!”
Bu tavırlar ne la böyle? Sanki durduk yere kavga çıkarıyormuşuz gibi davranıyor bize.
“-Eğer aklına bastıysa, ikile miyav! Bizler serserilik yapmaktan vazgeçmiş onur öğrencileriyiz, miyav. Git başkasına kafa tut, miyav.” dedi Linia kış kış dermiş gibi elini sallarken.
Bir deyim vardır bilmem bilir misiniz: “Eğer bir adamı sevmiyorsan, sevdiği her şeyden nefret etmeye başlarsın.” diye. Eskiden şu “miyav, miyav” olayını oldukça tahrik edici bulurdum, ama şu an, nedense benimle dalga geçiyormuş gibi hissettiriyordu.
“-‘Miyav miyav miyav miyav’ demenden bıktım usandım be! Birisi normal insan evladı gibi konuşmaktan bu kadar mı aciz olur? Tanıştığım Hayvan-İnsanların hepsi oldukça normal konuşurdu. Artık bebek değilsin o yüzden öyleymiş gibi davranmayı bırak!”
“-Miyav?!”
Linia’nın ağzı beş karış açıldı. Sonra gözbebekleri yavaşça küçülmeye başladı. Küçük çan sesiyle öfkeli bir şekilde nefes alıp vermeye başladı ve kuyruğu dimdik oldu.
“-Piç… üstünü başını soyup soğuk suyla terbiye edeceğim seni, miyav!”
Sağ olasın benim karnım tok ona. Buna tehdit demeye bin şahit ister. Söylediği şey kulağa ne kadar saçma geliyor haberi var mı acaba?
“-Of. Linia da hemen kızıyor… hay anasını.” dedi Pursena pençelerini yaladıktan ve elini ağzına götürdükten sonra. Bir anda Gustav’ın aynı hareketi yaptıktan sonra nasıl elimin ayağımın boşaldığını hatırladım. Vokal Büyü kullanmak üzereydi.
“-Fwah!” Pursena’nın yeltenmesini beklermiş gibi bir anda Linia koşmaya başladı. Sola doğru depar atıp ortadan kaybolduğunda ardında yankılı bir gümleme sesi bırakmıştı.
Linia yana doğru üç adım atacak ve hemen yön değiştirip saldıracak.
Çok hızlıydı, ama İleri Görüş gözümden kaçacak kadar değildi.
“-Zanoba! Pursena’nın icabına bak!”
Linia’yı gözlerimle izliyorken elimi Pursena’nın olduğu yöne doğrulttum. Vokal büyüyü şeytan gözüyle izlemek zordu. O yüzden kullanmadan önce onu durdurursam iyi olur lakin Vokal büyü akışının nasıl olduğunu bilmiyorum o yüzden bozma büyüsü işler mi işlemez mi pek emin değilim. Önünde büyük bir toz bulutu oluşturmaya karar verdim.
“-…! Geheh! Geheh!” Ciğerlerine bir avuç hava dolunca, Pursena şiddetli bir şekilde içine çektiği tozları öksürmeye başladı.
“-Shah!”
Tam o sırada Linia atağa geçti. Görebiliyorum. Saldırısını yavaş, acemice ve toplayabildiği kadar gücü toplayarak yapmıştı. Şeytan gözüm olmadan da başa çıkabileceğim bir saldırıydı. Eris ile kıyaslanamazdı bile, onun saldırıları daha hızlı, keskin, güçlü, sert ve hayvan ırkından daha hayvansı olurdu.
Avucumun içini çenesine yerleştirerek saldırısını karşıladım. Bu kadarı bacaklarının sarsılıp boşalmasına yetmişti. Alnına bir sifke sallayıp onu yere postaladım ve ayağımı göğsüne bastırıp kafasına taş gülleyle vurdum. Etrafım insanın içinin yağlarını eriten bir gümlemeyle yankılandı.
“-Gyamew?!” Linia nakavt oldu.
Ayağımı, yerde üzerine basılmış kurbağa gibi yatan Linia’nın üzerinden çektim. Çarpışmamız, eteğinin yukarı doğru katlanmasına vesile olmuştu.
Hm, bugün beyaz takılıyoruz he?
Bakışlarımı Zanoba ve Pursena’ya çevirdim. Arka saflarda vokal büyü kullanan kişinin peşinden gitmesini planlamıştık, o da ona tam olarak emrettiğim şeyi yapıyordu. Pursena dört ayak üzerinde etrafta koşuşturuyordu, çok hızlıydı… yoo, Zanoba yavaşmış sadece. Ne yani bu adamın birilerini boğazlamak dışında bir vasfı yok mu yani? Koşma hızını acilen geliştirmesi gerek.
Pursena’nın önünde bir bataklık oluşturdum. Ayakları bir anda yüzüyle birlikte bataklığın içine battı. Büyümle çamuru sertleştirdim..
“-Ne?! Bu da ne be?!” Pursena kendini sert toprağın içinde bulunca panikleyip kurtulmaya çalıştı.
Sol elimde bir taş gülle oluşturup kafasına nişan aldım.
“-Gyah?!”
İnsanın içinin yağlarını eriten başka bir gümleme daha oldu ve Pursena bayıldı.
Bitti. Bu kadar.
“-Phew… tamamdır gel şimdi!” İşaret verince, yakınlardaki bir çalılığın içinde saklanan Julie, sırtında taşıdığı çuval bir bezlerle yanımıza koşa koşa geldi. Julie ile Zanoba hızlıca kızları çuvalların içine paketlediler.
Ne sıkıcı bir dövüştü ama. Bu kadarcık mıydılar cidden? Eğer karşımdaki Eris olsaydı öyle dolambaçlı yollarla saldırmaz direkten aradaki mesafeyi kapatıp yumruğuyla rakibinin işini bitirirdi. O asla karşı saldırıma yakalanmazdı, eğer yakalanırsa da bir sonraki saldırıyı yememek için hemen geri çekilirdi.
Eğer Eris yere serilseydi bile bir yolunu bulup hemen ayağa kalkar ve bir sonraki saldırısını yapardı. Ayağımı hiçbir zaman göğsüne koyamamıştım onun. Denemeye kalktığımda ise beni ya ayak bileğimden ya da diz kapağımdan tutar ve sonrasında kemiğimi kırardı— gerçi öyle yapsaydı bile bu kadarı taş güllemi durdurmaya yetmezdi yine de.
Pursena’ya gelirsek. Eğer Eris onun yerinde olsaydı ve çamuru görseydi ne yapar ne eder çamurun içine girmezdi. Eğer girseydi bile hemen dengesini geri kazanmaya çalışır ya da daha derine batmadan kendini çamurun içinden çıkarırdı.
Tabi, Eris bütün bunları anasının karnında öğrenmedi, benimle idman yapa yapa öğrendi.
Bir de Paul vardı, ilk defa gördüğü saldırılarımı bile buna benzeyen yollarla karşılayabiliyordu. Savaş tecrübesi olan Gelişmiş-Seviye bir silahşör kolaylıkla bataklık büyümden kaçınabilir. Hatta yabandaki canavarlar bile kaçınabilir— gerçi başıboş ejder kaçınamamıştı, doğru ya.
Bir dakika. Yoksa Paul ve Eris sandığımdan güçlü olabilirler mi? Yetenekli oldukları bana söylenmişti ama…
“-Her zamanki gibi inanılmazsınız Usta. Bana ihtiyacınız kalmadı bile.” dedi Zanoba çuvalları taşıyorken.
Ona dönüp. “-Ben de kendime inanamıyorum.” dedim.
“-Bak işte, yine alçakgönüllülük yapıyorsunuz. Hadi, şunları odanıza götürelim.”
“-Tamam.” Karanlık yolun içinde kimseye görünmemeye dikkat ederek ilerledik.
“-Julie, bastığın yere dikkat et.”
“-D-D-Dikkatliyim.”
Her nedense, Julie bana baktığında gözlerinin korku dolu olduğunu hissettim.
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.