İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 08 Bölüm 08
Çevirmen: RaccoonYobo
Erişilemez Güç (Kısım 2)
“-Tanıştığımıza memnun oldum ee, benim adım Fitz.”
Üstat Fitz, Zanoba ile tanıştığında ufaktan gergindi. Ancak Zanoba, onun tam tersi bir şekilde üzerine yürüyüp. “-Shirone Krallığının Üçüncü Prensi, Zanoba Shiro—aahh!” diyecekti ki
O kadar küstah davranıyordu ki dayanamayıp dizlerine tekmeyi geçirdim. Normalde insanların üst seviyedekilere nasıl davrandığına karışmam ancak Üstat Fitz bir üst dönemdi, ayrıca Zanoba tanışırken azıcık başını eğse bir şey kaybetmezdi, yani umarım.
“-Zanoba, Üstat Fitz derdimize derman olan kişidir. Ona gereken saygıyı göster lütfen.”
Böyle deyince Zanoba başını beline kadar eğip. “-Anlaşıldı Usta. Sizinle tanışmak benim için bir şereftir. Benim adım Zanoba Shirone, Shirone Krallığının üçüncü prensiyim.” dedi.
“-H-Hayır hayır, bu kadar şey olmanıza, resmi olmanıza gerek yok. Siz Kraliyet mensubusunuz bu yüzden lütfen böyle davranmayınız.” dedi Üstat Fitz arkama geçip ellerini heyecanlı bir şekilde sallarken.
Zanoba’nın gözleri pörtledi. A) Üstat Fitz hakkında olan dedikodular, B) Dış görünüşü, C) Gerçekteki davranışları ve konuşma tarzı arasında büyük bir uyumsuzluk hissetti. Onun adı koskoca Sessiz Fitz idi sonuçta, sessiz büyü kullanabilen ve yüreklere korku salan büyücüydü ama meğer gerçekte yaşı gibi davranan birisiymiş sadece. Alt dönemlere şefkatle yaklaşan bir üst dönemmiş sadece.
“-Eh madem ikiniz tanıştınız o zaman hadi yol alalım.” dedim ve üçümüz birlikte yürümeye başladık.
Köle Pazarı, Ticaret Caddesindeydi. Köle alım satım işleri Millis ve Güney Topraklarında sessiz sedasız gerçekleştiriliyor olsa da Kuzey Topraklarında tam tersi durum söz konusuydu. Burada çoğu ülke köle satımını yasallaştırmış hatta bazıları sahip bile çıkmıştır. Kuzey Topraklarında köle ticareti ekonomik gelirin o kadar önemli bir kısmını oluşturuyordu ki bu ticaret olmadan bazı ülkeler ayakta bile kalamazdı.
İnsanlar çeşitli nedenlerden dolayı köle olabiliyordu. Savaş nedeniyle yetim ve öksüz kalanlardan tut ekinler hasat vermeyince aileleri tarafından satılmak zorunda kalınan çocuklara, ailesini kurtarmak için direkten kendini köle olarak satanlar bile oluyordu.
Hırsızlar Loncasının karanlık köşelerinde bir köle çiftliği olduğuna dair söylemler bile vardı.
Üç Büyü Ülkesi gelişmiş bir krallık olduğundan vatandaşları bu tür çirkin yollara başvurmak zorunda kalmıyordu ancak doğuya doğru gidildikçe düzenli olarak çocuklarını köle tacirlerine satan isimsiz köylerle karşılaşabiliyordunuz. O satılan köleler sonradan ya Kuzey Krallığında asker yapılıyor ya da paralı asker grupları tarafından alınıyorlardı ya da hükümet tarafından savaş zamanı artçı birliği olsun diye satın alınıyorlardı.
Dahası, Asura Krallığının köle ticaretinde çok önemli bağlantıları vardı ve bu bağlantıları en güzel ve yetenekli köleleri bulup satın almak için kullanıyordu.
Orası zengin bir ülke; en alt tabadakiler bile açlığın nasıl bir şey olduğunu bilmiyor olduğundan köleysen ve Asura Krallığına gidiyorsan oh, turnayı gözünden vurmuşsun demekti– doğrusu köle olduğunda her şeyini kaybetmiş oluyorsun ama, neyse.
Kuzeyin köleleri sağlam yapılı olduğundan birçok müşteri, kuzeyli köle satın almak için ta buralara kadar geliyordu.
İnsan satan birileri olduğu sürece illaki onları satın alacak birileri de olacaktı.
Yola çıkmadan önce Maceracılar Loncasından biraz bilgi topladım. Büyük şehirlerin birden fazla köle pazarları oluyormuş ve bu şehirde beş tane köle pazarı varmış. Az tuzlu pazarlar ölümün eşiğindeki veya ağır hastalıklı köleler satabiliyormuş. Bizim gibi ilk defa köle alacak müşteriler iyi bir anlaşma ile kötü bir anlaşma arasındaki farkı bilemeyeceği için pazarlık sırasında kazıklanabiliyormuş. O yüzden daha “başlangıç-dostu” olan ve cebi derin olan müşterilere hitap eden bir pazara gitmeye karar verdik.
“-Hm, ülkemdeki pazarlara hiç benzemiyor burası.” diye salladı kafasını Zanoba etkilenmiş bir edayla.
İlk bakışta köle pazarı normal bir bina gibi görünüyordu. Gayet sade bir yapısı vardı ve kerpiçten yapılma üç taş binanın birleşiminden oluşuyordu. Girişin üstünde “Rium Grubu–Köle Pazarı” yazıyordu. Girişin yanında yanan bir maltız vardı ve maltızın yanında duran kışlık kıyafetler üstüne deri zırh giymiş bir adam nöbet tutuyordu. Saçı sakalı salmış birisiydi lakin haysiyetsiz birisine benzemiyordu, gerçi maceracılık zamanlarımda bu tür insanları görmeye alıştığımdan böyle düşünüyor da olabilirdim.
“-Dışarda gösterim yok mu?” Dedi Fitz şaşkın bir şekilde.
Köle pazarları, Kuzey Topraklarında bariz bir nedenden dolayı genellikle kapalı alanlarda olurdu.
“-Hadi içeri girelim.”
Kapıyı açtığımızda sıcak bir hava dalgası yüzümüzü yaladı. Binanın içi, her bir yanda cayır cayır yanan ateşlerle doluydu ve çıplak kölelerin üzerinde sergilendiği sekiz tane stand vardı— kölelerin sağlığını umursuyorsan soğukta yapamayacağın bir şeydi bu.
Gitme diye tembihlendiğim pazar, dışarı kurulmuş bir pazardı.
“-Hm, anlaşılan burada bir sürü mağaza var Usta, hangisine girmeliyiz sence?” diye sordu Zanoba.
“-Daha önce böyle bir şey yapmadım. Önce bir etrafa bakınsak güzel olur.”
Sekiz mağazanın tamamı Rium Grubu altında çalışan Köle tüccarları tarafından işletiliyordu. Satın alınmayı bekleyen sıra sıra köleler dizilmişti, çeşit çeşit yerden satın aldıkları ya da topladıkları kölelerdi bunlar.
Acaba ellerindeki bütün köleleri satana kadar devam mı ediyorlar yoksa belli bir zaman sonra başka bir tüccarla yer mi değiştirmek zorundalardı?
Pazarda çeşit çeşit müşteri vardı: Benim gibi maceracılar, Zanoba ve Üstat Fitz gibi soylu giyimliler, köylüler, öğrenciler ve tüccarlar vardı. Yeniden satış yapmak için didinen tüccarlar ve araya kaynayan birkaç köle taciri de vardı; yeni satın almış oldukları kölelerle gezinip tacir arkadaşlarıyla muhabbet ediyorlardı.
Kötü giyimli olan müşteriler ise muhtemelen yankesicilerdi— hayır, aslında böylesine korunaklı bir pazara girebilmeleri imkansızdı. Belki köledirler? Efendileri tarafından yeni köle satın almak için yollanmışlardır? Nolur nolmaz, ben yine de para kesemi güvenli bir yere sıkıştırayım.
Sermaye Zanobadan geliyor olabilir ama parasına göz kulak olan benim. Malum, birisi gelip ondan dızlamaya çalışırsa başımız derde sokabilir.
“-Ee, şey, vay canına… harbiden de hepsi çıplakmış.” Fitz, gözleri şaşkınlıktan pörtlemiş bir şekilde standlara bakınıyordu. Yüzü kıpkırmızıydı. Üstündeki pelerinden pek anlaşılmıyordu ama sanki içerde oynaşıyormuş gibi görünüyordu, ayakları içe doğru kıvrılmıştı.
“-Onlar, şey ee, baya büyükmüşler. Demek böyle görünüyorlarmış…”
Bakışlarını takip edince ince ama kaslı kölelere baktığını fark ettim, muhtemelen savaşçı kölelerdi. Ortadaki savaşçı kadın baya hoşmuş harbiden. Baya büyükmüş, Sadece boyu değil; göğsü de büyüktü, o kadar büyüktü ki ağzımın sulanmasına neden oluyordu.
O karpuzlar çarpışma esnasında ona engel olur diye düşünüyor olabilirsiniz ancak Ghislaine’in nasıl savaştığına şahit olduktan sonra böyle bir şeyin söz konusu olmadığını kendi gözlerimle görmüştüm.
“-İlk defa mı böyle bir yere geliyorsunuz Üstat Fitz?”
“-Huh? Ah, şey, evet.” Üstat Fitz kulağının arkasını kaşırken utanarak pelerinini etrafına doladı, hm muhtemelen ereksiyonunu saklamaya çalışıyor. Bakir birisinden beklenilebilecek türden bir tepki. Ben de bir zamanlar onun gibiydim, gerçi şu an tepki vermememin başka bir nedeni vardı ama, her neyse.
“-Y-Yani Rudeus, sen alışkın mısın buna?”
Üst dönemim olan birisinden daha fazla cinsel tecrübemin olması birazcık hoşuma gitse de ben de sadece bir kez sex yaptım. Üstüne, partnerim de kaçtı sonrasında. Bunda gurur duyulacak bir yan yoktu eğer bana soracak olsaydınız.
Yine de, bir kere tecrübe ettiğimden daha sakin olduğum doğruydu. Gerçi biraz fazla sakindim sanki? Özellikle alt taraflarımda.
“-Sen de tecrübe edince alışırsın,” diye avuttum onu.
“-E-Emin misin? Hey, bekle, yoksa sen…” Bir anda morali düştü.
Ah canım, daha çok gençsin değil mi? Dedim içimden.
Zanoba aramızda geçen konuşmanın önemsiz olduğunu ima etmeye çalışıyormuş gibi hafiften bize dönerek. “-Usta, savaşçı aramıyoruz değil mi? Büyü kullanabilen becerikli ellere ihtiyacımız var, yanlış mıyım?” dedi. Kadınlara ilgisi yok anlaşılan, önceden evli olmasına rağmen bir de. Sanırım bu adamda gerçekten libido denen bir şey yok.
“-Becerikli ellere sahip bir ırk he— kulağa cüceymiş gibi geliyor, değil mi?” diye sordum.
“-Cüceler toprak büyüsü kullanabilir evet. Ama toprak büyüsü kullanabilmesi ırkının cüce olmasından daha önemli bizim için.” dedi Üstat Fitz mağazaların etrafında geziniyorken.
Pazarın büyüklüğüne rağmen köleler arasında pek cüceye pek rastlamadık. Rastladıklarımızın hepsi de savaşçıydı, aradığımız becerikli eller olmadıkları kesindi.
“-Aslında büyü kullanamayan bir çocuk da iş görürdü, nasıl olsa Rudeus sonradan ona nasıl büyü yapacağını öğretebilir.” dedi Fitz.
“-Neden o kadar küçük olabilir?” diye sordum.
“-Gençken sessiz büyü öğrenmek daha kolay da ondan.”
“-Ah, sahiden mi?”
“-Evet, on yaşını geçtikten sonra öğrenmek neredeyse imkansız oluyor çünkü.”
Ne, gerçekten mi? Aslında şimdi düşününce Sylphy sözsüz büyü öğrenebilmişken Eris öğrenememişti. Belki yaşlarıyla bir ilgisi vardı bu durumun.
“-Demek yaş ile ilgisi var he?”
“-Evet. Ama yanılıyor da olabilirim çünkü bu sonuca kendimin ve ustamın deneyimlerinden ve okuldaki profesörlerimden yola çıkarak vardım. Ayrıca beş yaşından itibaren büyü yapmaya başlarsan mana havuzun inanılmaz derecede genişliyormuş. Eğer kölene figürin yapma tekniğini öğretmek istiyorsan mana havuzunu erkenden genişletmen daha iyi olur.”
“-Kişinin mana seviyesinin doğduğu an belirlendiğini sanırdım.” dedim.
“-Yanlış. Kitaplar öyle söylüyor olsa da aslında kişinin mana havuzu on yaşına bastığında genişlemeyi bırakır.” diye açıkladı Üstat Fitz.
Anlıyorum. Bu, neden geniş bir mana havuzuna sahip olduğumu açıklıyor; iki, üç yaşımdan beri büyü kullandığım için.
Üstat Fitz, “kendi deneyimlerime dayanarak söylüyorum” dediğine göre o da geniş bir mana havuzuna sahip olmalı.
“-Sen de mi erken yaştan itibaren büyü kullanmaya başladın?”
“-Evet. Ee… uzun zaman önceydi, ustam beni kurtardıktan sonra ondan bana büyü öğretmesini istemiştim, sonra öğrenmeye başladım işte.”
“-Aha.” O zaman ustası, Fitz ile onu ormanda canavarlardan kurtarırken falan tanışmış olmalı. Hayır— eğer o zamanlarda çocuk yaştaysa muhtemelen kaçırılmış olmalı. Bu dünyada çocuk kaçırma karlı bir iş sonuçta. Gözlükler olsun olmasın, Üstat Fitz oldukça çekici birisi çünkü.
“-Demek ustan da sözsüz büyü kullanabiliyordu?”
“-Evet. O muhteşem birisiydi. Ona derinden saygı duyuyorum.”
“-Güzelmiş. Onunla tanışmayı çok isterim.” dedim. Başka bir Sözsüz büyü ustasıyla buluşursam belki yeteneklerimi geliştirebilirim.
Üstat Fitz acı bir şekilde gülerek. “-Tanışmanızın imkansız olduğunu düşünüyorum.”
“-Gerçekten mi? O zaman baya önemli birisi olmalı.” dedim.
Üstat Fitz, prensese muhafızlık yaptığından ustası kraliyet büyücüsü falan olabilir. Belki öyle birisi tarafından kurtarılmış, çırağı olmuş sonra büyüyünce prenses muhafızı olmuştur? Sözsüz büyü yapmak Asura Kraliyet Büyücüsü için çantada keklik olmalı.
“-O, şey ee… rütbeli birisi değildi, Fittoa Bölgesindendi.”
“-Ah…” Işınlanma Felaketine yakalanan başka birisi daha he? Demek Fitz şu an onun nerede olduğunu bilmiyor.
“-Ne diyeceğimi bilemiyorum… umarım hala hayattadır.”
“-Hayatta. Onu buldum çünkü.”
Sahi, ışınlanma felaketini bir tanıdığı için araştırıyorum dememiş miydi? Demek o kişi ustasıymış.
“-Bekle, o zaman neden onunla görüşemiyorum?”
“-Hehe. Bu bir sır.” dedi Fitz dişlerini gösteren bir gülümsemeyle.
Neden her o gülümsemeyi gördüğümde kalbim küt küt atmaya başlıyor? Tamam, kurgusal otoko no ko lar hoşuma gidiyor olabilir ama gay değilim ben. Belki bu durum vücudumun çaresizce çözüm aramasının bir sonucudur?
Üstat Fitz’in tavsiyesine uyarak aradığımız kölenin bu üç kriteri karşılamasında karar kıldık.
Birincisi, beş yaşlarında olmalı (daha genç olursa konuşmayı bilmiyor olabilir).
“-Evet, mantıklı.”
İkincisi ise cüce olmalı. (Becerikli ellerinden dolayı).
“-Çoğu cücenin el becerisi iyidir ve güzel sanatlara yatkınlığı vardır.”
Ve üçüncüsü de küçük tatlı bir kız olmalı. (Benim kişisel tercihim).
“-Kız mı? Benim için fark etmez usta ama sanki bu kriterin amacımızla pek bir ilgisi yok gibi?”
“-Rudeus…”
Bana kızmalarına neden olan o son koyduğum kriter oldu.
“-nE var??”
Burda erkek erkeğiz sonuçta. Bana hak vereceklerini sanmıştım, sanırım o tür insanlardan değiller. Elinalise kesin hak verirdi bana ama.. Ya da hayır, o muhtemelen küçük tatlı bir erkek çocuğu olsun derdi.
Son zamanlarda shota aşkı azdı da.
“-Neyse, yine de beş yaşındaki bir çocuktan eğitimli olmasını bekleyemeyiz. Eğer sadece Hayvan-Tanrı dilini biliyorsa ona büyüyü anca rüyamızda öğretiriz.”
“-Ben Hayvan-Dili konuşabiliyorum. Onu eğitebilirim.”
“-Ustam siz gerçekten Hayvan-Tanrı dilini konuşabiliyor musunuz? Her zamanki gibi beni şaşırtmayı başarıyorsunuz!”
“-Heh, öyleyimdir yav” Övgüsü nedeniyle göğsüm kabardı. Dışardan öyle gözükmeyebilirim ama aslında çok dilli birisiyimdir! Geçmişte beş yaşındaki birisine bile öğretmişliğim vardır.
Hazır konusu açılmışken— acaba Sylphy şu anda ne yapıyor?
Elinalise ve Üstat Fitz elflere olan hayranlığımın nihai delili niteliğinde, ince yapıları ve üstün güzellikleriyle — hem erkekleri hem kadınları— bütün gelenekçi fantezi fanlarının hoşuna gitmeyi başarır.
Sylphy’nin damarlarında elf kanı akıyor ve şu an on beş yaşında falan olmalı. Bahse girerim yeşil saçlı bir güzellik abidesine dönüşmüştür, Paul’un dediğine göre büyü yetenekleri de oldukça gelişmiş. Namını dört bir yana yaymış olmalı, eminim onu görür görmez anında tanırım. Bundan eminim.
Gerçi ona benzeyen birisi hakkında tek bir söylem bile duymadıydım. Acaba şu an nerede?
“-Her neyse, kriterlerimizi belirledik, hadi tüccarlardan birine soralım.”
Danışma merkezine doğru yol aldık. Masanın ardında kel ama havalı bir sakalı olan maço bir abi duruyordu. Üstat Fitz ve beni görünce kafası karışsa da Zanoba’yı fark edince memnun bir şekilde kafasını salladı.
“-Um, kusura bakmayın, biz şey arıyoruz…”
Maço beni görmezden gelip Zanoba ile konuşmaya başladı. “-Hoş geldiniz efenim. Ne arıyürdünüz? Badigardlık yapacak savaşçı mı? Ya da kılıç öğretilebilecek birisi mi? Büyücülerimiz de vardür ama onun için akademiye gitsenüz daha iyi olur. Yoksa şu malum türden şiylere meraklı olanlardan mısınız, anlarsun ya. Bırakun söylemenize bile gerek yok. Sıfatınızdan kadınları çeken birisi olmadığınız anlaşılıyor. Daha çiçeği burnunda yirmilerinde taş gibi bir kızımız var. Eski orospulardandır, baya hünerli ve tabi ki içinde dışında hiçbür türlü hastalık taşımıy—-vraaaah!”
Adam, yüzüne kaplan pençesi yiyince havaya uçtu.
“-Ustamı görmezden gelme sakın. O yılandan bozma dilini koparırım, hazır elim değmişken çenene de bir güzel ayar çekerim.”
“-H-Hey hey! Ne yapıyorsun?!”
İki gardiyan Zanoba’yı zapt etmeye çalışsa da yerinden bile kıpırdatamadılar. Ona karşı tek yapabildikleri hafif sarsmak oldu.
Etkileyici. Dedim içimden. Bu vitaminsiz uzun otaku iki kaslı gardiyana kılını bile kıpırdatmadan karşı koyabildi. Demek Kutsanmış Çocuğun gücü böyle bir şey he?
Anlaşılan kudret ile güç eş değermiş!
Bekle, oturup izlememem gerekiyor benim. “-Dur! Zanoba, kes şunu. Bırak oğlum!”
“-Emredersiniz!”
Sesimi çıkardığım anda Zanoba adamı serbest bıraktı. Artık durduğu için gardiyanlar da bıraktı yakasını. Zanoba’nın etrafından döndüm ve başımı eğdim. Bundan gurur duymuyorum ama şu son birkaç yılda reverans hızımı o kadar artırdım ki mükemmele erişti artık.
“-Çok özür dilerim, kendisi biraz heyecanlandı sadece.”
“-Hayır, sorun değil, sadece… abartmayın tamam mı? Bir dahaki sefere kılıçlarımızı çekeriz.” Memnuniyetle affettiler, gözlerindeki korkuyu fark etmemiş gibi davrandım.
Beni en çok şaşırtan Üstat Fitz’in tepkisi olmuştu. Gardiyanlar Zanoba’yı zapt etmeye çalışır çalışmaz hemen önüme geçip asasını kaldırmıştı. İnanılmaz hızlı hareket etmişti, prenses muhafızına yakışır bir kabiliyet. Aralarında korkak tavuk gibi davranan bir tek bendim galiba.
Eh neyse, hadi konuşma faslına geçelim!
“-Cüce arıyoruz, beş yaşlarında olmalı,” dedim Maçoya.
Adam önündeki envanter listesini baştan aşağı titreyerek süzdü. Gözleri kısık bir şekilde sayfadan sayfaya atladı.
“-Elimizde aradığınız türden pek cüce yok, özellikle beş yaşlarunda.”
Anlaşılan kriterlerimiz biraz fazla ayrıntılı olmuş. Cücelerin çoğu Millis Kıtasındaki Yüce Ormanın güneyindeki Mavi Ejder Dağlarında yaşadığı için böyle olması normal aslında.
“-İlla cüce olmasına gerek yok. Elleri marifetli olsun yeter.”
“-Oh, bir tane varmış elimizde. Ama sadece bir tane.” Maço parmağını envanter listesindeki bir noktaya koydu. “-Altı yaşındaki bir cüce kızı. Ailesi borçta olduğu için bütün aile köle yapılmış. Sağlığı pek iyi durumda değil ama. Besin yetersizliği yaşıyor muhtemelen. Eh, yemek verince bir şeyciği kalmaz. İnsan dilini konuşamıyor ve daha henüz altı yaşında olduğundan okuma yazma da bilmiyor.”
“-Anlıyorum. Peki anne ve babasının durumu nedir?”
“-İkisi de satıldı.”
Şimdi aklıma geldi de maceracılık günlerimde dağ olduğu sürece her yerde yaşayabileceğini sanan cüceler olduğunu duymuştum. O mantık Millis Kıtasından Ejder Kral Dağlarına göçenler için geçerli olabilir ancak bazen arada bir yanlış bilgilendirilip kuzeye gelen ve hiçbir şey üretemez hale gelen salaklar olmuyor değildi. Beş para etmez bir babanın yaptığı salaklığın bütün ailenin ödemek zorunda kalmasının kusursuz bir örneğiydi bu durum.
“-Eh, hadi gidelim de görelim o zaman.”
Maço seslenince bir tüccar peyda oldu. Siyahi ve kalıplı birisiydi, muhtemelen Begaritt Kıtasındandı ya da ailesi oradan geliyordu. Ayrıca terliydi de, iki de bir sırtına attığı havluyla terini siliyordu, pazar çok sıcak olduğu için olmalı.
Cüppemi çıkardım, Zanoba da aynı şekilde pelerinini çıkarttı; aramızda sadece Üstat Fitz kıyafetini çıkarmamıştı. Hatta ikimizin aksine oldukça rahat görünüyordu, en azından yüzünden anladığım kadarıyla. Ah, tamam şimdi gördüm, yüzü pancar gibi kızarmıştı, gerçi o kızarıklığın sıcaklıktan dolayı olduğunu sanmıyorum.
Tüccar, elini Zanoba’ya uzatarak kendini tanıttı. “-İyi günler, ben Rium Grubu altındaki Domani mağazasının şube müdürüyüm. İsmim Febrito.”
Tam Zanoba adamın yüzüne doğru uzanıyordu ki son anda müdürün elini sertçe sıktım.
“-Memnun oldum, benim adım Quagmire Rudeus.”
İsmimi söyleyince adam birkaç saniye bana alık alık baktı ama sonra yüz ifadesi hemen sevecen bir hal aldı.
“-Oh demek sizdiniz Quagmire! Adınızı çok duydum. Geçen sene başıboş avlamıştınız değil mi.”
“-Şansım yaver gittiydi sadece. Rakibim halihazırda zayıftı.”
Febrito göz ucuyla Fitz ve Zanoba’ya baktı. “-Cüce aradığınızı duydum, doğru mudur?”
“-Evet, yanımdaki beyefendi yeni bir iş kurmak istiyor. Belirli yeteneklere sahip genç yaşta bir çocuk arıyoruz.” Açıklama gelişigüzel oldu ama en azından yalan değildi.
“-Anlıyorum anlıyorum. Bu ‘şahsı’ size tam olarak önerebildiğimi söyleyemem ama… neden ilk önce gelip kendi gözlerinizle incelemiyorsunuz? Lütfen, buradan.”
Febrito’yu arka taraftaki köle deposuna doğru takip ettik. Eh, adı “depo” ama aslında bir sürü kafesin palangalarla düz bir şekilde sıralandığı bir yerdi. Her bir kafes tam olarak bir tatami boyutundaydı ve içine sıkıştırılmış bir ya da iki kişi vardı. Tüccarlar muhtemelen onları teşhire çıkarmadan önce güzel görünmeleri için yıkayıp yağlıyorlardı, ama şu an pistiler ve kokuları burnumu yakıyordu. Daha yakından inceleyince ağlayan çocuklarla bize kana susamış bir şekilde bakan köleler gördüm. Depoda bizim gibi tüccarlarla gezinen birkaç müşteri daha vardı.
Febrito metal kafesler arasındaki boşluktan hızla geçip yolun sonundaki birisine seslendi.
“-Hey şu cüce kız hala yaşıyor mu?”
“-He, yaşıyo hala.”
“-Nerde?”
“-Şurda.”
Deponun derinlerine indik. Isıtıcılar buraya kadar işlemiyor gibiydi biraz soğuktu o yüzden. Febrito’nun çalışanı etrafa boş gözlerle bakan bir kızın kafesinin önünde durdu. Dizlerini göğsüne çekmiş bir şekilde oturuyordu kız.
“-Çıkar şunu.”
“-Anlaşıldı.” Febrito’nun çalışanı kafasını salladı ve çelik kafesin kilidini açıp kızı dışarı çıkardı.
Kızın boynunda pranga, ayağında ise zincirler vardı. İskeletimsi bedeni sadece çürük bir paçavrayla örtülmüştü. Saçı bir zamanlar turuncuymuş gibi görünüyordu ama şimdi gri demetlerin her bir tarafına yapıştığı karman çorman iğrenç bir yığına dönüşmüştü. Yüzü kireç gibiydi ve gözünün ferinin içi bomboştu. Kollarını etrafına dolamış bir şekilde titriyordu. İlk başta üşüdüğü için titrediğini sanmıştım ama sonradan tek nedenin bu olmadığını fark etmiştim. İzlemesi acı verici bir manzaraydı.
“-Soy onu.”
Titriyor olması, Febrito’nun kızın paçavrasını hemen çıkaran çalışanını rahatsız etmemiş gibi görünüyordu.
Kızın; ölümcül derecede zayıf, yeterli beslenmemiş ve gelişememiş vücudu ortaya çıkmıştı.
Üstat Fitz’in yüzü olan biteni izlerken berbat bir hal almıştı. “-Rudeus…”
Ben bile Pulitzer Fotoğraf ödülü kazananından fırlama bir kız için arzu beslemiyordum. Sadece hemen onu satın alıp bir güzel yedirip sıcak bir banyo yaptırmak istiyordum.
Yalnız, kızın gözleri beni çok endişelendiriyordu. O boş gözler. Onları önceden bir yerde görmüştüm sanki?
“-Gördüğünüz üzere o bir cüce. Altı yaşında olduğu için kayda değer bir yeteneği yok. Annesi ve babası da cüceydi. Babası demircilik, annesi de mücevher ustalığı yapardı. Aradığınız becerikli ellere sahiptir yani kendisi, ebeveynlerinden bir şeyler kapmışsa tabi. Lakin sadece dil Hayvan-Tanrı dilini konuşabiliyor. Onu satabileceğimizi düşünmediğimiz için pek sağlıklı durumda değil o yüzden size indirim yapacağız.”
Üstat Fitz kıza yaklaşırken endişeli görünüyordu. Yanağına elini koyduktan birkaç saniye sonra kızın yüz ifadesi daha iyi olmuştu. Muhtemelen büyü yapmıştı ona.
“-Tabi, bakire olduğu için gelecekte cinsel yolla bulaşan hastalık sorununuz da olmayacaktır. Ne olur ne olmaz diye ona arındırma büyüsü yapacağız ama, tabi satın almaya karar verirseniz. Doğrusu size bu köleyi önerdiğimi söyleyemem.”
Üstat Fitz bana yolda sanki başıboş bir köpek yavrusu bulmuşta eve getirmiş bir çocukmuş gibi baktı. Kız kriterlerimize uyuyordu… lakin o gözler, beni endişelendiriyordu. Kendim kontrol etsem iyi olur.
“-Merhaba küçük hanım.” Diz çöküp ona Hayvan-Tanrı Dilinde seslendim. İlk olarak onunla konuşmam gerekiyordu. Sorgulamam, daha doğrusu.
“-Benim adım Rudeus, seninki nedir?”
“-…”
“-Anlıyorum, senden yapmanı istediğim bir şey var.”
“-…”
“-Eee…”
O boş gözlerle bana sadece bakıyordu, ağzından tek bir kelime dahi çıkmamıştı. Febrito’nun çalışanı belindeki kırbaca davranınca elimle ona durmasını söyledim.
“-Usta, sorun nedir?” diye sordu Zanoba.
“-Bütün umudunu kaybetmiş. Artık yaşama isteği olmayan birisi gibi bakıyor dünyaya.”
“-Daha önce öyle birisini görmüş müydünüz?”
“-Çok gördüm. Uzun zaman önceydi.”
Zanoba ve Üstat Fitz meraklı görünüyorlardı ama elimden gelseydi bile geçmişte yaşananlar hakkında daha fazla bilgi paylaşmak istemezdim. Oradan hayır gelmezdi çünkü.
Kızın gözlerindeki boşluk eski anılarımı canlandırmıştı. Yirmi yaşlarındayken aynı onun gibi bakardım dünyaya. Okul, gelecek umudum, iş beklentim hiç yoktu. Tek yaptığım bütün gün boyunca yiyip, sıçıp, hayatta kalmaktı. O zamanlar gözlerimde hiç ışık yoktu.
Şimdi düşünüyorum da o zamanlar bazı şeyleri değiştirmem için hala zamanım vardı. Ama işleri rayına oturtmak yerine iyice umutsuzluğun içine battım ve hikikomori oldum. Gözlerimdeki boşluk daha da derinleşti. Bütün umudumu kaybettim ve… Ölmek istedim.
“-Artık yaşamak istemiyor musun?” diye sordum Hayvan-Tanrı Dilinde.
“-…”
“-Her şeyin umutsuz olduğunu hissediyorsun değil mi? Nasıl bir his olduğunu bilirim.”
“-…”
Gözlerini yavaşça bana çevirdi.
“-Eğer o kadar umutsuz isen senin için bitirebilirim, ne dersin?” Nazik bir tonda söylemiştim bunu ama dediğimde ciddiydim. Bir zamanlar gerçekten ölmek isterdim. Artık istemediğimdeyse pişmanlık duyduğum bir şekilde yaşamaya devam etmiştim.
Bu kızı kurtaramam. Ona kıyafetler alır, yedirir içirir hatta kulağına nazik sözler söyleyebilirim. Fakat bütün bunların onu kurtarmaya yetmeyeceğini herkesten iyi biliyorum. Birisini istemediği bir şey yapmaya zorlayarak onu kurtarmış olamam. Bu durumda yapılabilecek en iyi şey işini bitirmek olur. Eğer o da benim gibi öldükten sonra yeniden doğarsa belki bir dahaki seferinde daha sıkı çalışabilirdi?
“Aklına koyarsan yapamayacağın hiçbir şey yoktur” diye caka satıp, kendilerini tatmin etmek için bunlara inanan o insanlardan değilim.
Bu kız daha çok küçük. Çocuk yaşında daha. Eğer elinden gelenin en iyisini yaparsa belki işleri rast gidebilirdi—ya da hiç yoktan böyle olmasını isterim. Ama yapmasını sağlayamam, ölüm dışında hiçbir şey aptallığıma çare olmamıştı çünkü benim.
Bu kızın durumunun benimle aynı olup olmadığını bilmiyorum. Günün sonunda iş, kişinin yaşama isteğinin olup olmamasına bağlanıyordu çünkü. Onun yerine bir seçim yapamazdım.
“-…”
“-Bir şey söyle.” dedim Hayvan Tanrı Dilinde.
Kız irkilmeden yavaşça kuru dudaklarını oynatıp. “-Ölmek istemiyorum.” diye kısık bir sesle mırıldandı.
İsteksiz bir cevaptı ama yine de iş görür. Artık “yaşamak” istemiyor olsa da sorun olmazdı ama en azından ölmek istemiyor, bu kadarı yeterli.
“-Satın alıyoruz.”
Elimdeki cüppeyi omzuna attım. Sonra büyüyle onu ısıtıp arındırma büyüsü uyguladım. Şifa büyüsü dinçliğine herhangi bir etki etmeyeceğinden ona yemek yedirmemiz gerekiyordu.
“-Bay Febrito, o ne kadar?”
O, on büyük Asura bakırına eş değerdi. Demek ki hayatının bedeli bu kadarcıkmış.
Kızı köle pazarının yanındaki yıkama alanına götürüp banyo ettirdik, sonra Ticaret Caddesine gidip ona kıyafet ve diğer ihtiyaçlarını aldık.
Sonra lüks bir kafede durduk— benim değil, Üstat Fitz’in seçimiydi burası.
Oraya aitmiş gibi duruyordu, Zanoba ise, kraliyet mensubuna yaraşır bir şekilde hiç şaşkın olmayan bir ifade takınmıştı. Az önce satın aldığımız kız da tamamen yemek yemeye odaklanmıştı, ona aldığımız elbiseyi kirleterek devam etti yemeğine.
Aralarında böyle lüks mekanlarda rahatsız olan bir tek bendim galiba.
Üstat Fitz, keyfi yerinde bir şekilde “-Umarım beğenmişsindir,” dedi kızın kafasını okşuyorken. “-Bu arada Rudeus, adı neymiş?”
“-Adın ne senin?” diye sordum Hayvan Tanrı Dilinde.
Kız bana şaşkın bir şekilde bakarak “Ad mı?” dedi.
Huh? Doğru kelimeleri kullanmadım mı acaba? Üç yıldır bu dili kullanmıyorum ama Yüce Ormanda kolaylıkla anlaşılabiliyordum. Belki de Doldia Köyündekiler bana Japonların Amerikadan gelen ve akıcı Japonca konuşabildiğini iddia eden yabancılara tahammül ettikleri gibi davranmıştı?
“-Yani sana ne derler?”
“-Bana Kutsal Çelik Bazar’ın ve Karlı Tepeli Güzel Lilitella’nın kızı derler.”
Dediğinden gram bir şey anlamadım o yüzden dediklerini olduğu gibi tercüme ettim. Tercümeyi bitirince Üstat Fitz basit bir şekilde “-Ah anladım.” diyerek bilmiş bir edayla kafasını salladı.
“-Cücelere yedi yaşına gelene kadar gerçek isim verilmez.” diye açıkladı.
“-’Gerçek’ isim derken?”
“-Yediye bastıklarında iyi oldukları, beğendikleri ya da sevdikleri bir şeyle ilgili bir isim verilir.”
Hm demek buymuş. Üstat Fitz her zamanki gibi bu konuda da bilgiliydi.
“-Yine de ona bir isim vermemiz gerek.” dedim.
“-Ebeveynleri yok artık. Ona ismini bizim vermemiz gerek.”
“-Şimdi sana bir isim vereceğiz. Aklında bir isim var mı?” diye sordum kıza ama o sadece kafasını yana yatırarak cevap verdi bana. Cahilliğinden endişe duymaya başlıyorum. Bu kız figürin yapabilecek kıvama gelecek miydi acaba?
Üstat Fitz, kız mantığıyla “-Daha yaşı küçük olduğundan ona tatlı bir isim verelim bence.” dedi. Bu, tam tersini yapıp ona kulağa sert gelen bir isim vermek istememe neden oldu… Hayır hayır, böyle bir şey yapamam. Doğru dürüst karar vermeliyiz.
“-Zanoba, fikrini söyle bize!”
Zanoba bana bakarak. “-Hm? Kararı benim vermemi uygun bulduğunuzdan emin misiniz?”
“-Parasını sen verdin sonuçta.”
“-O zaman Julias olsun,” dedi karar verirken hiç düşünmediğini belli ederek.
“-Erkek ismi değil mi o?”
“-Evet, vefat eden küçük kardeşimin ismiydi. Gücümü kontrol edemeyip yanlışlıkla öldürdüğüm kardeşimin.”
Bunu söyleyince yüz ifademin değişmesine engel olamadım. Zanoba’nın kendi kardeşini öldürdüğünü biliyordum, Kelleci Prens lakabını aldıydı bu yüzden, sadece bu kadar rahat söylemesine şaşırmıştım. Üstat Fitz şaşırmakla yetindi sadece.
“-Benimle aynı odada kalacak sonuçta. Yakınlık hissedeceğim bir isminin olması daha iyi olur.”
Doğru. Zanoba’nın odası soylulara yaraşır bir oda ve oldukça geniş. Anlayabildiği bir dili konuşabildiğim için benim odamda da kalabilir ancak Zanobayla kalması onun için daha iyi olur, parayı o verdi sonuçta.
Köle satın almak ve satın aldığın kölenin seninle birlikte yaşaması için izine ihtiyacın vardır, bu tür izinleri almak soylular için daha kolay oluyor.
“-Eh, neyse, bari en azından Juliette olsun. Kız sonuçta.”
“-Sorun olmaz. Juliette olsun ismi.”
“-Juli… ette, hehe, güzel isimmiş.” dedi Üstat Fitz neşeyle gülerek, ismi komik bulmuştu sanki?
Kıza “-Bugünden sonra senin ismin Juliette.” dedim Hayvan Tanrı Dilinde.
“-Julie…?”
“-Juliette.”
“-Julie!” dedi sakarca sırıtarak. Eh hiç yoktan başını tutturabildi.
İşte böylelikle Juliette (Nam-ı diğer Julie) Zanoba’nın kanatları altına girmiş oldu. Zanoba onu eğitmeye başladıktan sonra yavaşça peşinden gelmeye ve dağınık hayatında ona bir nevze yardımcı olmaya başladı.
Geceleri ona sessiz büyü ve insan dili eğitimi veriyordum.
Yatağa girmeden önce de Zanoba onun beynini yıkıyo— yani, heykeller ve figürinler hakkında heyecanlı dersler veriyordu.
Ayrıca Zanoba onunla birlikte el becerisini geliştirebilecek etkinlikler de yapıyordu. Muhtemelen hala bir gün figürinleri kendi başına yapabilmeyi istiyordu.
Bu arada, nihai amacımı gerçekleştirebileceğime dair herhangi bir ibare veya işaret yoktu.
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.