İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 08 Bölüm 06

Okul Hayatımın Başlangıcı

 

Okula girdiğimden beri bir ay geçti.

Quagmire Rudeus’un okul hayatı oldukça monoton geçiyordu.

İlk olarak sabah erkenden kalkıp günlük rutinim haline gelen sporumu yapardım. Önceki hayatımda okuduğum bir mangada yüz sefer şınav ve squat çekip, on kilometre koşarak, güç kazanmak uğruna saçını bile feda edip dünyanın en güçlü adamı olan bir karakter vardı. Ben saçımı kaybetmek istemediğim için onun yaptığının birazcık azını yapmam gerekiyordu sadece. Daha şeffaf olmak gerekirse, tahta kılıcımla antrenman yapmam gerekiyordu. Gerçi bu antrenman günlük olarak yapıldığı sürece bir anlamı oluyordu.

Son günlerde akademidekilerin de antrenman yapmaya heveslendiğini fark ettim hatta daha bu sabah bir kızı koşu yaparken gördüm. Kafasına taktığı şapka nedeniyle yüzünü tam olarak çıkaramadım ama baya formda görünüyordu, birazcık sıskaydı doğrusu.

Odama dönünce biraz büyü çalıştım. Uzun zaman sonra ilk defa figürin yapıyordum. Zanoba iki de bir hünerlerimi ona öğretmem için beni darlıyordu o yüzden buna benim için bir tür ısınma ya da hazırlık diyebiliriz. Gerçi pek ilerleme kaydedemedim çünkü aynı Zanoba dakika başı beni yemek yemeye davet edip işimi yarıda bölüyordu.

Yurt yemekhanesinin açık büfesi akademik yıla ve sosyal düzeye bakılarak düzenleniyordu ama hizmet saatleri konusunda gevşektiler. Sabah saatlerinde oldukça yoğun oluyordular çünkü.

Yemekten sonra Zanoba’dan ayrılıp kütüphaneye gittim.

Işınlanma araştırmam ilginç bir yol almıştı.

Öğle zili çaldığında Zanoba ile ben birlikte yemek yemeye giderdik. Yemek yerken derste anlamadığı şeyleri bana sorardı, ben de elimden geldiğince ona cevap vermeye çalışırdım. Zanoba sadece toprak büyüsü dersleri alsa da baya sıkı çalışıyordu, en azından kendi çapında.

Öğünümüzü birlikte yedik. Elinalise arada sırada yanımıza uğruyordu ama Zanoba’yı “iyi adam” olarak görmediği için genellikle onu görmezden geliyordu.

Özel durumuyla nasıl başa çıktığını sordum. Malum, kızlar yurduna erkek sokmak yasaktı sonuçta. Geceleri susuzluğunu gidermek için şehre indiğini söyledi. Dayanıklılık abidesi resmen bu karı.

Kısa bir not: Bu yemekhanenin damak zevkime uyan bir sürü yiyeceği vardı. Nanahoshiyakiye benzer bir şey (yalancı karaage) ve tadı aynı köri yemeğine benzeyen Kerry Çorbası diye bir yemek vardı. Tadı öyle abartılacak kadar iyi değildi ama tadının önceki hayatımda yediğim şeylere benzemesi hoşuma gitmişti. Her türden ırkın hoşuna gidecek yemekler çıkartmayı beceriyormuşlar hakikaten.

Öğleden sonra şifa, ilahi ve bariyer büyülerinin temelleri üzerinde dersler alıyorum. İlahi büyü özellikle şeffaf, hayaletimsi yapıdaki canavarlara karşı çok etkili oluyormuş. Teorik bir bakış açısından diyebilirim ki Bozma Büyüsüne, manayı en saf haliyle kullanıp hedefe atmaya, çok benziyor. Tamam kabul ediyorum, bir şeye sadece saf manayla vurmak pek bir etkili bir sonuç vermiyor evet ama bu kadardan ibaret değildir illaki. Önceki hayatımda cinci hoca olsaydım belki daha rahat anlayabilirdim bu büyü konseptini. Her neyse, şu anlık sadece arkasındaki mantığı kavrayıp sözlerini ezberlemeye çalışacağım.

Rakibine karşılık vermek için kullandığın büyü türünü değiştirmen gerektiğini öğrendim. Eğer usta bir ilahi büyücü olmak istiyorsan rakibini iyi değerlendirmen de çok önemliymiş. Gerçi, bu kuralın ilahi büyücü olmayanlar içinde geçerli olduğunu söylemek yanlış olmaz herhalde? Hazır bu konuya değinmişken, birinci-sınıf silahşörler direkten hayaletleri kesebiliyorlarmış. Değerlendirme meğerlendirme faslı olmadan hem de. Maceracılığım sırasında birkaç tane hayaletimsi canavarla karşılaşmıştım lakin onları kesebilen bir silahşörle? Hiç karşılaşmadım.

Bariyer büyüsü, adından da anlaşılabileceği gibi, koruma kalkanı oluşturduğun bir büyü türüymüş. Bu kalkanlar temelde büyü çemberleri aracılığıyla oluşturuluyormuş ama Başlangıç Seviyesi büyüler söz aracılığıyla da oluşturulabiliyormuş. Büyü kalkanlarının ateşi ve soğuğu izole etme ya da etkisini azaltma gibisinden işlevleri de varmış. Muhtemelen Akademideki ve hanın şöminesindeki büyü-karşıtı tuğlalar bu büyüyle çalışıyordu.

Büyüden koruyabilen bariyerler varsa tabi ki fiziksel saldırılardan koruyanları da vardır herhalde değil mi? Öğretmene bu soruyu sorunca Millis İnancının ilahi ve bariyer büyülerinin haklarını elinde tuttuğunu söyledi. Bu yüzden Akademi sadece başlangıç seviyelerini öğretebiliyormuş. Fiziksel Kalkan büyüsü orta seviye bir büyüymüş, öğrenemeyeceğim bir büyü yani.

Öğretmen o büyüyü kullanabiliyor hatta öğretebiliyor ancak yasadışı olduğu için yapamıyormuş. Eğer kanunu çiğner ve yakalanırsa Millis İnancı peşine düşüp mahkemelerinde yargılanabilirmiş.

Eskiden Akademinin o büyü türlerini öğretmesine bile izin verilmiyormuş. Çok değil, daha iki yıl önce, şartlı olarak, izin alabilmişler. O şartlar uyarınca derste sadece bariyerlerin nasıl bozulabileceği öğretiliyormuş.

İki farklı bariyer türü varmış, büyüye karşı olanlar ve fiziksel nesnelere karşı olanlar. Eğer bir kişi Aziz Seviyesi veya üstü olursa her ikisine karşı koyabilen bariyerler kurabiliyormuş. Ayrıca kendini korumaya ya da bir şeyi kapana sokmaya yarayan bariyerler de varmış.

Eski öğretmenim Roxy bana bariyerlerin nasıl çalıştığını öğretmişti ama o sırada sadece var oldukları bilgisiyle tatmin olup dediği diğer şeylere kulak asmamıştım. O yüzden öğrendiklerimi tekrar gözden geçirip bir başkasının bana konuyu tekrar açıklaması oldukça faydalı oluyordu.

Ders biter bitmez kütüphaneye geri döndüm. Orada, hava kararana kadar ışınlanma üzerine okudum. Doğrusu, teknik olarak kitap avına çıktıydım fakat ışınlanma, yasaklı öğreti sayıldığı için hakkında çok fazla şey bulamamıştım. Üstat Fitz’in bana önerdiği kitap, Işınlanma Labirenti İstikşafı, şu ana kadar elime geçirdiğim en değerli bilgi kaynağıydı.

Ondan sonra yurda geri döndüm, akşam yemeğimi yedim ve figürinlerin üzerinde biraz çalıştım, sonra yattım. Yaşam tarzım belli bir düzene oturmuştu ve gün geçtikçe daha çok rahatladığımı hissediyordum lakin benim küçük oğlanın iştahında, ya da daha doğrusu olmayan iştahında, pek bir değişim olmamıştı. Şifa büyüsü dersleri ED ile uzaktan yakından herhangi bir konuya değinmiyordu ve kütüphanede bu tür sorunları nasıl çözebileceğimi anlatan herhangi bir kitap yoktu.

İyileşeceğime dair bir ibare yoktu.

 

 

Ama bir gün bir şey oldu.

Akşam vaktiydi ve ben kütüphanede ışınlanma üzerine araştırma yapıyordum. Üstat Fitz beyaz saçı ve güneş gözlükleriyle yanıma geldi. Okul üniformasının üzerine havalı bir pelerin giymişti, ayağında sağlam görünen bir çift bot, ellerinde ise küçük beyaz bir eldiven vardı. Onunla birkaç kez karşılaşmıştım lakin sanki hep aynı şeyleri giyiyormuş gibi görünüyordu.

“-Rudeus, yanına oturmam için müsaaden var mı?”

“-Yanıma mı? Neden ilk defa tanışıyormuşuz gibi söyledin öyle? Buyur, otur lütfen, senin için ısıttım.”

“-Ahaha, kusuruma bakma.” Üstat Fitz gülümsedi ve oturdu. Sosyallik gerektiren durumlarda cevap vermede uzman bir abiye benziyor. Sandalyemi çekip okumama devam edince elimde tuttuğum şeye göz gezdirdi.

“-Hiç ilerleme kaydedebildin mi?”

Bu konu hakkında en son geçen hafta konuşmuştuk. O günden beri her gün ışınlanma ile alakalı kitapların arasında geziniyordum. “-Geçmişte Fittoa Bölgesinde olan o şeye benzer bir olayın yaşandığını biliyorum artık.” dedim. Fitz, ben nereden başlayacağım diye düşünürken bana yol göstermişti, hiç yoktan minnettarlığımı göstermek için ona ne bulduğumu açıklamaya karar verdim. Zaten saklamaya değer bir bilgi değildi. “-Fittoa Felaketi kadar büyük çaplı değil ama geçmişte insanların aniden kaybolup bir sonraki gün ortaya çıktığı kaybolma vakaları olmuş.”

Başka bir deyişle, kaçırılma olayları. Bir kişinin aniden ortadan kaybolup aynı yerde ya da başka bir yerde ortaya çıkması. Bu fenomen baya yaygınmış… eh çok yaygın değil gerçi ama arada sırada oluyormuş.

“-Acaba Fittoa Bölgesinde de mi aynı şey yaşandı?”

“-Bilmiyorum… Hm?” Üstat Fitz’in elindeki şeye gözüm kayınca ışınlanmayla alakalı bir kitap olduğunu fark ettim. “-Yoksa bana yardım etmeye mi geldiniz?”

Kafasını sallayıp. “-Hayır. Ben de Işınlanma Felaketini araştırıyorum.”

“-Ah demek öyle. Neden peki? Prenses Ariel emretti diye mi?”

“-Pek sayılmaz…”

Vereceği cevabı düşünüyormuş gibi elini çenesine koydu, kıkırdadığında dudağının kenarları yukarı kıvrılmıştı. Kendisiyle alay edercesine gibi gülmüştü.

“-Dürüst olmak gerekirse, tanıdığım birisi ışınlanma felaketine kurban gittiği için.”

“-Ah, ee, ne diyeceğimi bilemiyorum ben…”

Birden, Mülteci Kampındaki ölüler listesini—ve listede yazan binlerce ismi hatırladım. Felaketin üzerinden beş yıl geçmişti. Kayıp olanların yaşıyor olma olasılığı sıfıra çok yakındı. Üstat Fitz’in tanıdığının ya da hala kayıplarda olan herhangi birisinin çoktan öldüğüne eminim. Bütün ailem hayatta olduğu için çok şanslıyım.

“-Ah aslında geçtiğimiz günlerde hala hayatta olduklarını öğrenmiştim.” dedi Fitz.

“-Ah? Bekle, cidden mi?”

“-Evet. Işınlanma üzerine araştırma yapıyorken bir gün aklıma bir fikir geldi, eğer ışınlanma noktalarının arkasındaki örüntüyü çözebilirsem kaybolan kişileri bulmam daha da kolaylaşır dedim ve araştırdım.”

Işınlananların ışınlandıkları yerlerin örüntüsü mü? İlginç, daha önce hiç bu açıdan düşünmemiştim. “-Her zamanki gibi muhteşemsiniz Üstat Fitz. Çok ufuk açıcı bir fikir.”

“-Yok canım, o kadar değil. Ayrıca, onları aramaya fırsatım olmadı.” dedi Fitz, kafasını düşürüp.

Duyduğuma göre İkinci Prenses, Işınlanma Felaketi yaşandıktan bir yıl sonra pozisyonunu kaybetmiş. Tabi, felaket yaşanmadan önce işlerin o yöne doğru gittiğine dair işaretler olabilirdi ama yine de Üstat Fitz muhafızlık vazifesi sebebiyle o dönemde baya yoğun olmuş olmalı.

“-Senin suçun yok.”

İnsanların yerine getirmesi gereken vazifeleri vardır. Sırf araştırma yapmak için tutup da o vazifeleri terk edemezsin sonuçta. Aslında o sahip olduğu pozisyondan faydalanıp Akademinin kütüphanesine erişim sağlayıp felaket üzerine araştırma yapmış olabilir belki. Tanıdığını bulduğunu söylemesi de ayrıca bilgi topladığına dair bir kanıttı. Neticede, kendi hayatı ile işi arasında elinden gelinin en iyisini yapmış. Bu kadarı bile benim gözümde yeter bence.

“-Geçmişe takılıp kalmak yerine neden bundan sonra ne yapacağını düşünmüyorsun? Ayrıca sorun olmazsa Üstat Fitz, bana ne bulduğunuzu aktarabilir misiniz?”

“-Evet, tabi ki. Bulgularımı toplayıp yarın sana getiririm. Ama çok bir şey bekleme. Araştırma yapmada çok iyi değilimdir, senin kadar hızlı değilim o konuda.”

Kendinden emin görünmüyor. Fitz, dördüncü yıl olduğunu söylemişti değil mi? Derslere giriyor, korumalık yapıyor ve hatta önceki gün aldığım bir duyuma göre Prenses Ariel’in gündelik işlerini bile yapıyordu. Öğrenci Konseyinde koltuk sahibi olduğunu da söylemişti. Bu kadar işe ve yoğunluğa rağmen araştırmasını yürütebilmişse ve “çok yoğunum, yapamam” demeyip kaçmamışsa… Bu, onu benim gözümde inanılmaz birisi yapar.

“-Sadece senin sahip olduğundan fazla harcayacak zamanım vardı, o kadar.” diye güven verdim ona. Ne de olsa öğleden sonramın hepsini bu meseleye ayırıyordum, bir de üstüne felaketin başladığı yeri kendi gözlerimle görmüştüm, önceki hayatımda edindiğim bilgileri de katarsam ortaya belki bir iki tahminde bulunabilirim.

“-Uh, şey… Rudeus. Seninle konuşmak istediğim başka bir konu vardı.” Fitz dizlerine bakıp mırıldandığı sırada kulağının arkasını kaşıyordu.

Kafamı yana yatırdım. “-Evet, ne oldu?” Geçen gün bana yardım ettiği için ona hala borçluydum. Her ne söyleyecekse, rahat bir şekilde söylemesini istiyordum.

“-Işınlanma Felaketi araştırmasında sana yardım etmeme izin vermeni istiyorum.”

Bu teklif karşısında gururum okşandı. “-Hayır, asıl benim sana yardım etmem gerekir. Araştırmaya yeni başlayan benim sonuçta. Konu üzerinde çok bir bilgi birikimim bulunmuyor çünkü.”

“-Ama yardım etmeye pek fırsatım olmayacak. İkimiz el ele versek bile işin çoğu sana düşecek. Bu, senin için… uygun mu? Arada sırada benim gibi birisinin yanına gelip araştırmana burnunu sokması?”

Yardım etmeyip, ilerlememe burnunu sokan birisi beni tabi ki de rahatsız ederdi ama o böyle bir şey yapacak birine benzemiyordu. Ayrıca, yanında farklı bakış açısına sahip birisinin olması bütün işi kendi başına yapmaya çalışmaktan daha iyidir, değil mi?

Çok zeki birisi değilim ve benim aksime Fitz bir dahi, bir araya getirdiğim verilerin arasından bir şey bulabilir belki.

“-Benim için uygun. Seninle birlikte çalışmayı iple çekiyorum.”

“-Evet, ben de.”

El sıkıştık ve Fitz dişlerini göstererek gülümsedi bana. Yüzündeki ifade, elinin yumuşaklılığıyla birleşince kalbimin küt küt atmasına neden olmuştu.

Cidden bir erkeğe karşı hisler mi besliyorum…? Yoksa; hayır, çok saçma. Duygularım yoldan şaştı sadece, o kadar.

 

Ondan sonra, gün içerisinde edindiğim bilgileri derleyip eve geri döndüm. Kütüphaneden çıktığımda hava çoktan kararmaya başlamıştı. Üstat Fitz ile aramızda yurda dönerken ufak bir muhabbet geçmişti. Prensese muhafızlık yapması ve gündelik işlerini yerine getirmesi gününün oldukça yoğun geçmesine neden oluyormuş ama her on günde bir akşam vakti boş oluyormuş.

“-Bu arada, öğlen görmüştüm seni. İnanılmazdın.”

Öğle mi? Neyden bahsettiğini anlamayıp kafamı yana yatırdım. O zaman ne yapıyordum?

“-Zanoba Shirone’u arkana köpek yavrusu gibi taktığını gördüğümde çok şaşırmıştım.”

“-..haaa.” Öğle derken teras kafemizde birlikte yemek yerken öğrencilerin dikkatlerini üzerinde topladığımız zamanı kast ediyor olmalı.

“-Bunu bilmiyor olabilirsin ama okula ilk girdiği zamanlarda herkesle kavgaya tutuşup hep sorun çıkaran birisiydi.”

“Sorun Çıkaran” deyince istemeden acı bir şekilde güldüm. Tahmin etmeliydim. Zorbalığa uğramamış, ki zaten şaşırmamak gerekir: Çıplak elleriyle yetişkin bir insanın kafasını koparabilecek güçte birisini zorbalamak öyle kolay iş değildir çünkü.

“-Ama zamanla sakinleşti, Linia ve Pursena— o iki serseri öğrenci– onunla ilgilendikten sonra.”

Demek Linia ve Pursena okuldaki serserilerin başı ha. Ortalıkta caka satan Zanobayı görünce ona meydan okumuşlar ve ikiye tek bir şekilde bir güzel pataklamışlar, hm? Ne kadar güçlü olduğunu bildiğim için adil bir dövüş olmamış demeyeceğim. Olan biteni kendi gözlerimle görmedim gerçi.

“-Linia ve Pursena sana bir şey yapmaya kalkışabilir, o yüzden dikkatli ol!” Diye uyardı Fitz.

“-Sanırım o konuda endişe etmeye gerek kalmadı.” Halihazırda onlara karşı boynu bükük davrandım. O yüzden şu an için arkamdan bir şey çevirdiklerini sanmıyorum. Serserilerin toplanma yerini de bilmiyorum, onlara yemekhanede bile rastlamadım.

“-Şey ee bu arada benimle görüşmene sıcak bakacaklarını da sanmıyorum.”

“-Nedenmiş peki?” diye sordu.

“-Eh, biz birinci yılken Prenses Ariel ile çatışmaya çalışmışlardı. Sonra karşılarına çıkıp yenmiştim onları.”

“-İkiye bir mi?”

“-Evet. Tam da bu yüzden onlar—nasıl desem, bana karşı sıcak bakmıyor olabilirler.”

Demek bu yüzden he. Eğer kulaklarım doğru işittiyse Üstat Fitz oldukça güçlü birisi olmalı. Zanobayı yere seren Linia ve Pursena’yı yenmeyi başarmış.

Hey, bir dakika. O zaman Fitz’i yendiğim için okuldaki en güçlü kişi ben mi oluyorum?

Yok ya, sanmıyorum. Talihsiz bir eşleşme olduydu o kadar. Bozma büyüsü kullanabildiğim için sessiz büyü kullanabilen bir kişiye karşı avantajım vardı. Rakibimin şaşkınlığa uğraması da işime yaramıştı. Eğer düelloya başlamadan önce bozma büyüsü kullanacağımdan haberi olsaydı bile yine de kazanabileceğimin garantisi olmazdı.

 

“-Bir şey olmaz sana.” Dedi Fitz.

“-Eh, kim bilir.”

“-Sen gelene kadar burada bire bir bana karşı kazanan kimse olmamıştı.” dedi beni överek.

Tutumu için onu övmesi gereken kişi benim aslında. Daha önce yenilginin tadına bakmamış birisi benim ellerimden yenilgiyi tadıyor ama bana karşı garez bile tutmuyor. Kaybettiği için hiç mi kızmadı?

“-O büyü—bozma büyüsü demiştin, değil mi? İnanılmaz bir şeydi. Bana öğretebilir misin?”

“-Olur, öğretirim tabi.” Ona öğretmekten büyük memnuniyet duyarım. Her ne kadar Bozma büyüsünü ona öğretmek artık ona karşı kazanamayacağım anlamına gelse bile.

O an isteğini geri çevirme düşüncesi aklımın ucundan bile geçmemişti…

“-Ah, neyse, her neyse. Sana demek istediklerim bu kadardı. Dikkatli ol, Özel öğrenciler arasında bir sürü tuhaf kişilikler var. Cliff mesela, çok çabuk sinirlenen birisidir. Silent bile ilk başladığında bir sürü sorun çıkarmış. Bir de ilk yıllar arasındaki bir maceracı var diyorlar. Tuhaf bir elfmiş duyduğuma göre. Genç oğlanlara saldırıyormuş hep.”

“-Ahh, o son bahsettiğin kişi aslında benim arkadaşım oluyor, endişelenmene gerek yok o yüzden.”

“-Ah, iyi o zaman.” İlk ikisini bilmiyorum ama sonuncu bahsettiği kişinin oğlanlara saldırması Üstat Fitz’in sandığı türden bir saldırma değildi. “-Her neyse, davranışlarıma dikkat edip kavga çıkarmamaya çalışacağım.”

Yolun çatallandığı yere gelmiştik. Patikayı izleyince kızlar yurduna gidiyordu. Işık hala yanıyordu lakin o yoldan bir daha geçeceğimi sanmıyorum.

“-Ah, Prenses Ariel ile bir işim var o yüzden seninle burada ayrılmak zorundayım.

“-Tamamdır bugün için çok teşekkür ederim. Tekrar sohbet edelim olur mu?”

“-Yarın boş zamanım olmayacak ama kütüphaneye uğrarım.” dedi Fitz kızlar yurduna doğru yol almadan önce. Kızlarla dolu bir saraya bedava giriş hakkı var be. Onu kıskanamamamın tek nedeni muhtemelen geçen günkü kaslı terörist hanımefendiyi hala hatırlıyor olmamdan dolayı galiba.

Ya da, belki, belki Üstat Fitz ile olan arkadaşlığımı kullanıp o saraya sızabilir ve böylece de bu okula gelme amacımı gerçekleştirebilirdim?

O esnada bile İnsan Tanrının tavsiyesinin arkasındaki anlamı görememiştim…

 

 

Ve işte böylece Üstat Fitz ve ben araştırmamızı ilerletmek için güçlerimizi birleştirmiş olduk. İkimizin eskiye kıyasla daha da yakınlaştığımız hissediyordum. Muhtemelen sandığımdan daha arkadaş canlısı olduğunu öğrendiğim içindi, yine de her şeye rağmen sağlıklı bir arkadaşlık inşa etmiştik. Her ne kadar gizemlerle dolu olsa da.

“-Bu arada Üstat Fitz, neden sürekli gözlük takıyorsun?”

“-Gözlükler… aa bunları mı kast ediyorsun?”

Asla çıkarmamıştı onu. Bir kez bile. Ne olursa olsun hiç. “-Mm, aslında bir sebebim var ama sana söyleyemem ne yazık ki. Özür dilerim.”

“-Sorun değil.” Gözlüksüz yüzünün nasıl göründüğünü merak ediyorum ama onun saklamak istediği bir şeyi açığa çıkarmaya zorlamayı da istemiyorum.

“-Neyse, yurdun kaçıncı katında oturuyorsun?” diye sordum. “-Yemek molasında seni hiç görmüyorum da.”

“-Şey, ee, teknik olarak kızlar yurdunda kalıyor gibiyim. Prenses Ariel’in muhafızıyım sonuçta.”

“-Ve… bu hiç sorun oluşturmadı mı?”

“-Hayır oluşturmadı, iznim var çünkü. Ayrıca Prenses Ariel’in yüzünü kara çıkartacak bir şeyi yapmam asla.”

İzin alırsan yurtta kölenle birlikte kalabiliyordun. İlla köle olmasına da gerek yoktu. Eğer çok nüfuzlu bir kraliyet mensubuysan veya soyluysan küçük bir finansal oynama ile kuralları bükebiliyordun da. Malum, erkek yurdunda hizmetçisiyle birlikte kalan bazı erkekler vardı. Fakat hizmetçi veya kahya olsun bir sorun çıkınca efendileri sorumlu oluyordu. Üstat Fitz kahya değil, öğrenci muamelesi görüyordu. Prenses Ariel’in karizması ve Asura Kraliyet Ailesinin nüfuzu sayesinde Akademi, Fitz’e güveniyordu. O kız bile—Goliade mi Büyük Van Vader mı artık her kimse bile— Prenses Ariel ve Üstat Fitz ile konuşurken saygılı davranıyor ve otoriteleri karşısında boyun eğiyordu.

Ayriyeten, Elinalise’nin dediğine göre Üstat Fitz kızlarla gayet iyi anlaşıyormuş. Çömezler ilk başta Luke’un ayağını, az bir tecrübe puanı kazanınca ve Fitz’in yumuşak yanını ucundan görünce bu sefer onunkini yalıyorlarmış. Lakin onunla muhabbet ettikten sonra diğer öğrencilerin ondan aldığı izlenimi ne yazık ki bir türlü alamadım. Yine de az ya da çok nasıl hissettiklerini anlayabiliyorum.

“-Bu arada bana karşı oldukça normal konuştuğunu fark ettim.” dedim.

“-Hm…? Nasıl yani?”

“-Herkes senin suskun birisi olduğunu söylüyor.”

“-Ben, şey ee… aslında baya utangacımdır.”

Ama benimle sohbet başlatan kendisiydi. Neyse, kafa dengi olan vardır, olmayan vardır derler. Belki bu yüzdendir. Mamafih, Üstat Fitz’in inanılmaz derecede sessiz olduğu bilgisi bu okuldaki herkesin bilgisi dahilinde. Takma adları bile “Sessiz Fitz” ve “Sessiz Büyücü” idi. Gerçi o ikincisinin nedeni sessiz büyü kullanmasından dolayı olabilir…

“-Soy adın Ryback değildir de mi?”

“-Ne? Ryback mı? İkinci Kuzey Tanrısının soyadı değil mi o? Yok canım, imkanı yok. Ayrıca benim soy adım yok. Soylu değilim.”

“-Bak işte yine aynı mütevazilik. Aslında sen muhteşem bir aşcısın değil mi?”

“-Şey, evet yemek yapabiliyorum ama… bir dakika ya, ne alaka?”

Esprimi anlamadı. En azından güldü. Doğru duydunuz bu arada; gizemlerin adamı Fitz, gülüyordu. Komik bulduğu için güldüğünü sanmıyorum ama.

Başka bir gizem daha bana neden yardım ettiğiydi. Neyse, nedenini öğrenmek için yanıp tutuşmuyorum. Madem Fitz niyetini–artık niyeti her neyse– belli etmek istemiyor o zaman illaki geçerli bir sebebi olmalı. Bana yardım etmek isteyen birisinin sırlarını zorla öğrenmeye çalışacak kadar aşağılık birisi değilim.

Merak etmiyorum desem yalan olur ama. Yine de aklımın bir köşesinde İnsan Tanrının tavsiyesi duruyordu. O tavsiyeye uyduğumda ilk tanıştığım kişi Üstat Fitz oldu. İnsan-Tanrıyla olan deneyimlerime bakılırsa o zaman ne yapmaya karar verseydim hep aynı şekilde sonuçlanırdı. Başka bir deyişle, Üstat Fitz ile takılarak eninde sonunda hastalığımı nasıl çözebileceğimi bulabilirdim. Acele etmeye gerek yoktu.

 

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.