İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 08 Bölüm 05
Yan Hikaye: Sylphiette (Part 1)
Sabah kuşların cıvıldamasıyla uyandım. Camdan dışarı baktığımda hava hala karanlıktı.
“-Mm… Aaah…”
Uyku sersemliğini üzerimden atmak için yatakta doğruldum. Sonra yataktan çıkıp ne çok süslü ne de çok üstünkörü bir şekilde gerindim.
Sonra, yatağımın altından bir kova çıkartıp içini büyüyle doldurdum ve yüzümü yıkadım. Sabah sporum için ısınma hareketleri yapmaya başladım. Popomun üzerine oturup ayaklarımı gerdim, eklemlerimi ve omuz kaslarımı rahatlatmak için kollarımı daire şeklinde salladım ve derin bir nefes aldım.
Vücudum bugün formunda gibi görünüyor. Gördüğüm o tatlı rüyadan dolayı olmalı. Başrolü Rudy üstlenmişti. Benimle sevişiyordu. Neden öyle bir şey yaptığını tam olarak hatırlayamıyorum ama beni nasıl mutlu ettiğini hatırlıyorum. Uyandığımda rüya olduğunun farkına vardığımda çok büyük hayal kırıklığına uğramıştım.
Pijamalarımı içinde hareket etmesi kolay olan kıyafetlerle değiştirdim; açık kahverengi renginde, yumuşak mallardan imal edilmiş bir tişört ve pantolondu. Hiç çekici değildi.
Tam çıkmak üzereydim ki, durdum. “-Ah, bunu unutmasam iyi olur.”
Kafama saçımı ve kulaklarımı tamamen örten bir şapka takıp odadan çıktım.
Odamın yanındaki oda lüks bir daireydi. İçinde süslü tenteli bir yatak ve içinde uyuyan altın saçlı güzel bir Prenses vardı. Uyurken yüzü melek gibi görünüyordu, henüz uyanacağına dair bir ibare yoktu çünkü uyanması için hala çok erkendi.
İçeri, onu uyandırmamak için, sessizce girdim ve yan tarafındaki odaya geçtim. İçeride sandalyenin üstünde biraz uykulu genç bir adam oturuyordu. Üzerine düz bir tişört giymişti ama pantolonu deriydi ve belinde asılı duran bir kılıç vardı. Saçı beyazdı ve taktığı büyük güneş gözlüğü yüzünü örtüyordu. Narin yapılı vücudu bir kadını andırıyor olsa da onda maskülen olan başka bir şey daha vardı.
Yanında duran masanın üzerinde bir çan vardı. Eğer çanı çalarsa bitişiğindeki odadaki çan da çalıyordu. Hazırda bekleyen iki hizmetçinin–Prenses Şövalyesi ve Prenses Hizmetçisinin–hemen görev yerine gelmesini işaret eden bir sinyal görevi görüyordu bu.
“-Hayırlı sabahlar, Fitz.”
“-Mm… günaydın, Sylphie.”
Onu selamlayınca “Fitz” yumuşak bir şekilde gülümsedi ve jestime karşılık verdi. Fitz, bir Prenses Hizmetçisiydi ve benim arkadaşımdı. Hizmetçilik görevi onun zamanının büyük bir kısmını meşgul ediyordu ama boş zamanı olduğunda benimle hep sessiz büyü çalışırdı. O çok çalışkan birisiydi.
Onun bir nevi ustası olduğum söylenebilirdi ama doğrusu kendimi onun ustası olarak görüyorum demezdim.
“Fitz” Prenses uyanana kadar görev yerinden ayrılmayacaktı. Çünkü o işine kendini adamış birisiydi!
“-Bugün de mi koşuya çıkıyorsun?”
“-Evet. Egzersizlerine devam etmek önemlidir sonuçta.”
“-Tamamdır. İyi eğlenceler.”
Odadan çıktım, üzerine sabah saatlerine özgü bir sessizliğin düştüğü ölü bir durgunluk halindeki holden geçtim. Bu sessizliğe bayılıyorum. Normalde burası hareketli ve gürültülü bir havaya sahiptir, lakin günün bu saatlerinde, çok durgundur.
Kimseyi uyandırmamak için holden sessiz bir şekilde indim ve sonra orta merdivenden ilk kata, oradan da dışarı çıktım. Karanlığın içine attığım birkaç adımdan sonra arkama döndüm ve…
Kızıl çatılı devasa bir bina görüş alanımı kapladı. Ranoa Büyü Akademisi Öğrenci Yurdu.
Günlük sabah rutinim hep koşuyla başlardı. Rudy ve ben ayrı düştüğümüzden beri sürekli yaptığım bir şeydi bu. Koşmak önemlidir. Rudy ayrıldıktan sonra bunun farkına varmamıştım ancak, artık şimdi farkındayım. Sınırına ulaştığında koşmaya devam edebilmek veya artık devam edemeyeceğine kendini inandırmak, Yaşam ile Ölüm arasındaki fark haline geldi benim için. Büyüde veya silahşörlükte ne kadar iyi olursan ol günün sonunda en önemli olan şey ne kadar dayanabildiğindir.
Bunun dışında, koşmayı genel olarak seviyorum. Sabah koşularında duyduğum sadece iki şey oluyordu–adımlarımın ve soluğumun çıkardığı ses. O iki ses düşüncelerimi yatıştırır ve zihnimi tazelerdi. Koştuğum zamanlar en zinde olduğum zamanlardı.
“-Huff… Huff…”
Her günün başlangıcında hedefim Sharia şehrini artık koşamayana dek turlamaktı. Böyle yaparak hem şehrin düzenine aşina oluyor hem de fiziksel sınırımı öğrenmiş oluyorum. Bana kimse böyle bir şey yap dememişti ama eğer Rudy benim yerimde olsaydı aynı şeyi yapardı diye düşünüyorum.
Atölye Caddesini koşarak geçtim. Ticaret yapanlarla ve homurdanarak malları indiren hamallarla doluydu, gerçi günün bu saatinde daha henüz sessiz sayılırdı burası.
Fakat… insanların yoğun olduğu yöne doğru başımı çevirince zanaatkarların çoktan işlerine başladığını gördüm. Ya da belki de işlerini bitirmek üzereydiler ve bittiğinde yataklarına dönecektiler?
Tuhaf bir adı olan köşe başı dükkanının önünden koşarak geçtim ve dar bir ara sokağa girmeye karar verdim. Sharia şehrinin düzeni aslında sanıldığı kadar karmaşık değildir ancak şehir bilmediğim bir sürü küçük küçük arka sokaklarla doluydu. Hepsini ezberlemeye karar verdim. Rudy olsa aynısını yapardı çünkü.
“-Ah, demek buraya çıkıyormuş?”
Arka sokak aşina olduğum bir caddeye çıktı. Büyük, geniş dolambaçlı bir yol tarafından ayrılan Atölye ve yerleşkelerle dolu Atölye Caddesinden mağazaların yan yana sıralandığı Ticaret Caddesine çıkıyordu. İkisini bağlayan küçük bir ara sokağın olduğunu bilmiyordum. Muhtemelen zanaatkarların sık sık kullandığı bir yoldu burası. Artık ben de öğrendiğime göre okuldan Ticaret Caddesine alışverişe gideceğim zaman bu yolu kullanabilirdim.
Başarı hissi hoşuma gitti ve koşmaya devam ettim.
Biraz daha koştuktan sonra gökyüzü aydınlanmaya başladı. Güneşin doğuşunu seyretmek sabah erken uyanmanın en iyi yanlarından birisiydi. Gün doğumunu seviyorum. Hangi ülkede olursan ol hiç değişmiyor çünkü, çok huzur verici. O manzaraya şahit olmaktan hiç bıkmıyorum.
Neyse boş ver, son zamanlarda dayanıklılığım arttı gibi sanki he? Çünkü güneş doğmasına rağmen halen nefesim kesilmedi. Yarın sabah biraz daha erken kalkmak zorunda kalabilirim. Neyse, şimdilik okula gideyim bari.
Yurda geri döndüğümde Prenses daha yeni uyanmıştı. Uyku sersemi bir halde yatağın üzerinde doğrulmuş ve halsiz bir şekilde yatağından çıkmıştı.
“-Sylphie… günaydın.” diye selam verip kollarını gerdi.
“-Hum, günaydın.”
Bu, yan odadaki uykulu arkadaşım için ve benim Prensesi giydirmem için bir işaretti. İlk başlarda çok zorlanıyordum; prensesin kıyafetleri aşina olduğum kıyafetlerden çok farklıydı, bir sürü düğmesi ve bir o kadar da dantelli süsleri vardı.
Tanrıya şükür geçen sene Akademi yönetimi şık ama giymesi oldukça kolay olan okul üniformalarını tedavüle soktu, bu neticede de prensesi giydirmek oldukça kolaylaşmıştı. Artık tek yapmam gereken pijamasının düğmelerini çözüp üzerinden çıkarmak, sonra da iç çamaşırlarını ve–
“-Sylphie, bugün sütyen giymek istemiyorum.”
Arada sırada bencil isteklerde bulunmuyor değildi, şikayetçi değildim ama. Olsun, ne olursa olsun günün sonunda ben onun hizmetçisiydim. Söylediğini dinler ve arzularına göre harekete ederdim. Sorun değildi benim için–çünkü ben daha dünyanın nasıl işlediğini bilmediğim zamanlarda Işınlanma Felaketi yaşandığında beni o kurtarmıştı–Ancak sonradan bunu sadece benden yararlanmak istediği için yaptığının farkına varmıştım. Kimliğimden ve yapabileceklerimden yararlanmak istemişti. Yine de, buraya kadar onun sayesinde geldim. Ayriyeten, memleketinden nasıl sürüldüğünü ve yabancı bir ülkede nasıl şartlar altında yaşadığını düşündükçe ona edebileceğim kadar çok yardım etmek istiyorum.
Doğrusu benim hakkımda gerçekten ne düşündüğünü hiç bilmiyorum. Nazik tavrı çok hoşuma gidiyor ama gerçek yüzünü de yavaş yavaş görmeye başlıyorum. Gören herkesi büyüleyen bir tebessüme sahip, fakat samimiyetten yoksun bir tebessüme.
Karşı tarafa güven vermeye ve karşı tarafı kendi çıkarına olacak bir yola sokmayı amaçlayan bir tebessüme sahipti. O tebessümü sürekli takınıyordu. Hatta belki yüzünde gördüğüm tebessümlerin hepsi birer yalandan ibaretti. O kadar çok görüyordum ki artık merak etmeden duramıyordum.
Ama yine de o beni kurtardı. Bana eşitiymişim gibi davrandı ve ne zaman zorda olsam veya yalnız olsam yardımıma koştu. O benim arkadaşımdı. Edindiğim ikinci gerçek arkadaşımdı. Hatta en iyi arkadaşım olduğunu bile söyleyebilirdim. Rudy kadar olmasa da en azından onun gibi bir arkadaşım olduğu için mutluydum. Gerçek yüzünü görmek ondan nefret etmeme neden olmadı. Çünkü o da yalnızdı, yabancı bir ülkede zor şartlar altında yaşıyordu, ona yardım etme sırası bendeydi artık.
“-Sylphie, sorun nedir?”
“-Gülümsemeyince daha doğal görünüyorsunuz Prensesim.”
“-Amanın… bana böyle bir şey diyen ilk kişisin.” dedi gülerek. Bu da mı sahteydi acaba? Gerçi sahte bile olsa dediğim şeyin hoşuna gitmediği anlamına gelmezdi tabi ki.
Neyse bu bir kenara, size Prensesin cildinin ne kadar güzel ve ipeksi olduğundan bahsetmiş miydim? O konuda eline su dökemezdim, özellikle de şu anki terli ve pasaklı halimle.
“-Tamamdır. Bitirdim Prenses.”
“-Teşekkür ederim. Hadi şimdi git de yemekten önce bir duş al.”
Emredildiğim üzere odama döndüm, kovayı çıkardım ve büyümü kullanarak içini sıcak suyla doldurdum. Bu ülke yılın bu zamanında bile soğuk oluyordu o yüzden bu tür işleri büyüyle halletmek çok kullanışlı oluyor.
“-Phew…”
Sütyen he? Prensesin elinin altında çeşit çeşit bir sürü sütyeni var, hepsi de birbirinden tatlı. Çoğu yanında getirdiklerinden oluşuyor bazısı da Asura Krallığından indirimli fiyata her türden iç çamaşırını ve fazlasını satan Sharia’daki Remate Şirketinden aldıklarından.
Ona kıyasla benim göğsüm elf kanına sahip birisi için bile çok küçüktü. Hem de çok ama çok küçüktü. Sütyen giymeme gerek olmayacağı kadar küçüktü.
“-Keşke bunlar biraz daha büyüseydi…”
Damarlarımda elf kanı dolaşıyor. Rudy bana genetik kalıtım denen bir şey öğretmişti; cidden, hiç mi atalarım arasında büyük göğüslere sahip birisi olmaz be? Orijinal yeşil saçım atalarımın arasında şeytan kanı bulunduğunun bir göstergesiydi ve annem yarı hayvan ırkındandı, o yüzden düşünürsek teoride büyük göğüslerim olması gerekiyordu aslında.
Doğrusu, onların daha da büyümesini istiyorum. Birazcık bile olsa yeterdi.
Kadınsı olmayan vücudumu eskiden sorun etmezdim ama şimdi geleceğimi etkileyebileceğinden endişeleniyorum. Ya sevdiğim birisi beni erkek zannederse? Ne olur o zaman? Yıkılır giderim kesin.
“-Hofff,” diye ofladım vücudumu silip üzerime bir şeyler giyerken.
Sütyen giyiyorum tabi ki fakat sadece o kadar gerekli olduğunu düşünmüyorum. Sütyen giymem için Prenses bana emir vermişti.
Kirli suyu odanın köşesindeki kovaya boşalttım; çamaşır yıkamak için kullanacağım sonra. [ O__O Cidden?]
“Tamamdır. Hadi bugün de elimizden gelenin en iyisini yapalım.”
Odaya girmeden önce yanaklarıma tokat attım.
Dersler çok sıkıcı geçiyordu. Çoğu Rudy’nin bana çoktan öğrettiği şeylerdi, dersleri dinledikçe onun büyü hakkında ne kadar çok şey bildiğinin bir kez daha farkına varıyordum. Büyü kitabında cevabı olmayan sorular sorduğumda bile bana hemen anında cevap verebiliyordu.
Son zamanlarda bileşik büyüler hakkında daha fazla ders almaya başladım, çoğunu şöyle özetleyebilirim, “Eğer bu büyüyü bu büyüyle birlikte kullanırsanız bu fenomen ortaya çıkıyor, lakin neden böyle bir şeyin yaşandığından emin değiliz.”
Görünüşe göre kimse bileşik büyünün ardındaki sırrı çözememiş. Rudy çözmüştü ama. Kendi teorisi olabilir ama en azından o teoriyi kavrayabileceğim seviyede anlatabiliyordu ki anlattıklarının çoğu kulağa öğretmenlerin açıklamalarından daha mantıklı geliyordu.
“-Hey Sylphie, bu büyünün çalışma prensibi nedir? Anlayamadım bir türlü.”
“-Ah o mu? Kamp ateşinden bir taşı alıp suyun içine atınca su ısınıyor değil mi? Burada da aynı şey oluyor işte.”
Öğretmenlerin sıkıcı öğretilerini dinlerken hep Rudy’nin öğretilerini anımsıyordum. Bu sırada Prenses de bana sık sık soru soruyordu ve ben de onun sorularını cevaplıyordum. Derslerine– her ne kadar burada öğrendikleri, eve geri döndüğünde işine yaramayacak olsa bile– ihtiraslı bir şekilde yaklaşıyordu. O sadece iyi not almaya çalışmıyordu— büyünün kendisini anlamaya çalışıyordu.
Bileşik büyü çok zordur, ancak sınıfımızda bu dersten kalan çoğu kişinin aksine Prenses anlamak için elinden gelenin en iyisini yapıyordu. Büyüye olan tutkusunu görmek çok hoşuma gidiyordu. Yaptığı işte tutkulu ve iyimser olan insanlara bayılıyorum. Çünkü Rudy de öyleydi, onu anımsatan insanları seviyorum.
Şu anki pozisyonumdan bir nevi memnunum diyebilirim çünkü prensesi, arkadaşım olarak görüyorum. Bir de insanlara hizmet etmekte bir sakınca görmüyorum. Basitçe söylemek gerekirse, başkaları için bir şeyler yapmayı kendim için yapmaktan daha çok seviyorum. Fakat Prenses ve arkadaşım bu konuda endişeli gibilerdi. Kendi düşüncelerimi türetmemi veya kendim için bir şeyler yapmamı istiyorlardı. Lakin doğrusunu söylemek gerekirse gerçekten yapmak istediğim bir şey yoktu. Ebeveynlerim Işınlanma Felaketi sırasında kaybolmuştu ama sonradan bulunmuşlardı. Daha doğrusu ölü oldukları bulunmuştu.
Eğer yapmak istediğim bir şey olursa onu yapmaya odaklanırım. O zamana değin büyük planları ve istekleri olan Prensesi takip edeceğim.
Peki şimdilik ne mi yapmak istiyorum? Eee yapmak istediğim bir iki şey olduğu söylenebilir… hayır, yanlış söyledim. Nasıl desem? Bu biraz karmaşık bir… duygu.
“-Sylphie, Sylphie!”
“-Ne oldu Prenses?”
“-Bir sonraki ders pratik yetenek dersi. Ne diye dalıp gittin?”
“-Ah, tamam tamam.”
Akademide her ırktan öğrenci vardı. Çoğu Ranoa Krallığından, Basherant Düklüğünden ve Neris Düklüğünden geliyordu, Yurtdışında okumak için Merkez Kıtadaki diğer ülkelerden gelen insanlar bile vardı, Prenses gibi. Yüce Ormandan Yarı-Hayvanlar ve Şeytan Kıtasından gelen şeytanlarda oluyordu. İnsanlar dışında çoğu öğrenci melez ırklardandı o yüzden rahatça aralarına karışabiliyordum.
Yurdun mobilyaları eksiksizdi, düzenli olarak aboneliği ödediğin sürece bütün günlük ihtiyaçların karşılanıyordu. Bir de üstüne mezun olduğunda Büyücü Loncasına girebiliyordun. Hem Büyücü Loncası üyesi hem de Ranoa Büyü Akademisi diploman olduğu sürece diğer ülkelerde çok rahat öğretmen ya da profesör olabiliyordun.
Hepsi bu kadar değil. Okulda ne kadar çok yıl geçirirsen o kadar büyüyle alakalı olmayan dersler alabiliyorsun. İş sahibi bile olabiliyorsun ki bu yüzden bazı insanlar uzun yıllar maceracılık yaptıktan sonra birikimlerini okula girmek için kullandıkları bile oluyordu.
Pratik yetenek dersi öğrendiğin büyüleri kullandığın ve talim savaşı yaptığın bir derstir. Eski maceracılarla bu dersi almak çok eğlenceli oluyor. Yazılı derslerde iyi notlara sahip olmayabilirlerdi ama yeteneklerini sahada göstermede ve uygulamada çok iyilerdi. Onlar düpedüz güçlü ve çok beceriklilerdi. Orta yaşlarında olanları bile kendini akıllıca idame etmeyi başarıp genç öğrencilerden daha çevik hareket edebiliyordu.
O bazı genç öğrencilerin kendi tarzları ve orijinal taktikleri olmuyor değildi ama genelde orijinallikleri ya kendileri hakkındaki tek ilgi çekici yan olarak kalıyor ya da pek bir ilerleme kaydedemiyorlardı. Ancak eski maceracılar farklıydı. Aldıkları her bir karar, ilk bakışta anlamsız görünen o kararlar, onları hep zafere götürüyordu.
“-Her zamanki gibi güçlüsünüz Üstat Frict. Sizin için sakıncası olmazsa bana tavsiye verebilir misiniz?”
“-Açılış saldırısını yaparken biraz geç kalıyorsun. Saldırın düşmana ulaşmadığı sürece üzerinde baskı kuramazsın. Daha da yakınlaşmayı dene.” diye tavsiye verdi.
“-Anladım. Eğer rakibin gerçekten ona vurduğunu sanırsa kaçınma kabiliyetlerini az bile olsa etkileyecektir, değil mi?”
Bu dersten çok şey öğreniyorum.
Frict sınıfımızın en yaşlılarındandı. Yaklaşık olarak kırk sekiz yaşındaydı, sanırım. Yazılı derslerde iyi değildi ama talim savaşlarında muhteşemdi. Talim savaşı dersi sırasında çelikle sağlamlaştırılmış uzun bir asa kullanıyordu ve ilerlerken ardı ardına büyüler atıyordu, arada sırada da büyüyü yarıda kesip rakibinin kafasına asasıyla vuruyor veya tekme atıyordu. Çoğu öğrenci onu büyü düellosunda, büyümüzü test etmemiz gereken yerde, yakın dövüşe geçtiği için kınıyor ve bu yüzden talim savaşları sırasında onunla eşleşmekten kaçınıyordu.
Bana sorarsanız, yaptığında bir sakınca yoktu. Frict, burada sahte savaşları ciddiye alan tek kişiydi. Burada savaşlar büyü çemberinin içinde gerçekleşir, büyü çemberinin genişliği büyük olsa bile seni kısıtlayabiliyordu da. Ki böyle bir durumda rakibinle aktif olarak etkileşime geçmek ve büyülerine büyüyle karşılık vermek yerine onlara yakından vurmak daha mantıklı oluyordu.
Biz çocukken Rudy, talim yaptığı zamanlar sanki gerçek bir ölüm kalım savaşı esansındaymış gibi çalışırdı. Bunun tek ve doğru yaklaşım olduğuna inanıyordum o zamanlar. Ve hala inanıyorum, Frict’in örneğini takip etmek istiyorum. Bu yüzden de her sahte dövüş seansında onu rakip olarak karşıma alıyorum.
Hazır aklıma gelmişken söyleyeyim, Frict’in hedefi Akademide profesör olmakmış.
Hayatta ne istediğini bilen insanlara hayranım.
Ders biter bitmez Prensese göz kulak olmaya geri döndüm. O ve diğer herkes onun isteklerini ve hedeflerini gerçekleştirmek için dur durak bilmeden çalışıyordu, her ne kadar çoğu zaman neler döndüğünü anlayamasam da elimden geldiği kadarıyla onlara destek çıkmaya çalışıyordum.
“-Bugün alışverişe çıkıyoruz.”
“-Anlaşıldı.”
Bugün sinsi bir şey planlamamış anlaşılan. Her grup müzakeresinden sonra tatil günü yaparız ama bu günler nadiren olurdu çünkü tamamen prensesin keyfine göre belirleniyordu. Eh, ‘keyfine’ göre demek biraz yanlış oldu gibi—zihinsel durumumuzu ele alıp inceledikten sonra verdiği bir karar desek daha doğru olur.
Dünyanın öbür ucundaki bir ülkeye yolculuk etmek Prenses destekçilerinin üzerinde negatif bir etkiye neden olmuştu. Prenses Hizmetçisi sinir krizi gibi bir şey geçirmişti; anne ve babasının ölümünü öğrendiğinde çok üzülmüştü. Bu tatil günlerini rahat bir nefes almamız ve kederimiz bizi ele geçirip işe yaramaz hale getirmesin diye yapıyorduk.
“-Böyle mi dışarı çıkacaksın?”
“-Süslü kıyafetler almaya süslü kıyafetlerle gitmenin bir manası yok.”
Normalde Prenses ve hizmetçileri ahım şahım baştan aşağı süslenirlerdi ama nedense alışverişe çıktıklarında ne giydiklerini umursamaz oluyorlardı. O sırada ben, Prenses en sevdiği mağazaya girdiğinde acaba biz diğer insanlara nasıl görünüyoruz diye endişelenip utanıyordum.
“-Hadi hadi, acele et.”
Bir kaçımız Akademiden çıkarken ona eşlik etti ve birlikte ana yolda yürümeye başladık. Prenses, Prensesin Şövalyesi ve Prensesin Hizmetçisi tek bir grup halinde dolaştığında dikkatleri üzerine çekiyordu. Prenses çekici ve güzeldi, Şövalye ise yakışıklı, Hizmetçi ise dikkat çekiciydi.
Arkadan onları takip ediyordum, herkesin dikkati Prensesin üzerinde yoğunlaşmıştı. Son zamanlarda şehirde oldukça ünlü birisi haline gelmişti. Tam da planladığı gibi. O zaman ona nasıl yardım ettiğimi düşününce içim kıpır kıpır oluyordu.
“-Oh.” Bir anda sabahleyin yaptığım koşuyu hatırladım. “-Kıyafet Mağazasına gidiyorsak çok iyi bir yol biliyorum, kısa yol gibi bir şey.”
“-Sahiden mi? Eh madem öyle eşlik et bize o zaman.”
Prenses ışıltılı bir şekilde gülümsedi. Sabah keşfettiğim yola eşlik ediyorken fark ettim.
“-Ahh, demek burada yol varmış… Karmaşık ve dar olduğundan pek de kullanışlı değil ama hiç yararı olmadığı da söylenemez.”
“-Buradaki binaların yaşını hesaba katacak olursak şehir ilk kurulduğu zamanlarda yapılmış olmalı.” Dedi Şövalye etrafına bakınıyorken.
Sharia çok eski bir şehirdir. Günümüzde, merkezindeki Akademi sayesinde, şehirde zamanla erişimi kolay alışveriş caddeleri oluştu. Ancak şehir ilk kurulduğu zamanlarda böyle bölüm ayrılmamıştı. Uzun zaman önce sadece Büyücü Loncasının hisarı varken sokaklar ve caddeler karmaşık ve iç içe geçikti. Ranoa’nın bir parçası olan Sharia, Basherant ve Neris ülkelerinin sınırının bitiştiği yerde konuşlandığı için labirentimsi düzeni bu ülkelerden gelebilecek herhangi bir saldırıyı savuşturmak için tasarlanmıştı.
“-Ve ben de dersleri dinlemediğini sanırdım Luke.”
“-Dinlemiyorum zaten, geçen çıktığım bir kızdan duymuştum. Bazıları bilgili oluyor.”
Görünen o ki Şövalye şehir hakkında bilgi toplarken farklı yöntemler kullanıyormuş. Yöntemlerine diyecek bir şeyim yok ama kızlarla olan randevularını muhtemelen kendini şımartmak için yapıyordu.
“-O tür işlerle çok haşır neşir olma da bir gün arkandan bıçaklanmayasın.”
“-Ben Notos ailesine mensup bir adamım. Belalı tiplerle arama mesafe koymasını iyi bilirim.”
Notos ailesine mensup bir adam he? Sahi ya, Notos kanı Rudy’nin de damarlarında akıyordu değil mi? Muhtemelen o da kadın düşkünüdür. Kız olduğumu öğrendiğinde bana olan tavrının nasıl değiştiğini daha dün gibi hatırlıyorum. Muhtemelen evlense bile kızların eteğini çekiştirmeye devam ederdi. Babası yapmıştı. Babası basbayağı yapmıştı hatta. Bay Paul’un sadece iki kadını vardı. Ama o da karısından dolayıydı, çünkü Bayan Zenith tek eşliliği emreden Millis dinine mensup birisiydi.
Bayan Zenith inançlı birisi olmasaydı acaba Bay Paul kaç tane eş alırdı? Üç? Hayır, muhtemelen beş tane. Şövalye de aynı Notos kanından geliyor ve aynı şekilde kısıtlanmaktan nefret ediyordu. Aileden gelen bir özellik olmalı.
Millis dinine mensup değilim ama eğer evlenecek olsaydım partnerimin sevgisini bana, sadece ve sadece bana vermesini isterdim. Rudy muhtemelen bundan hoşlanmazdı o yüzden evlendiğimizde daha açık fikirli olmam gerekebilir. Baskıcı biri olduğumu düşünmesini istemiyorum. Eğer öyle olursam benden ayrılmak isteyebilir, gerçi öyle bir şey yapacağına ihtimal vermiyorum. Bir gün olur da eğer eve başka bir kadınla birlikte gelirse karısı olarak alabileceğim en iyi karar muhtemelen kararına saygı duyup içeri buyur etmek olur. Eğer üçten fazla olursak kavga etmelerine engel olmak için arabulucu rolünü üstlenirim– bir dakika ya, ne? Hayır hayır hayır hayır. Ne? Karısı mı? Neden Rudy ile ben evlenecekmişim gibi konuşuyorum?
“-Sylphie, sorun nedir?”
Ah, bir şey yok. Şey ee, buradan gideceğiz.” Prenses bana soru sorduğunda vahşi hülyamdan çıktım. Asla gerçekleşmeyecek bir gelecek için hayal kuracak kadar aptal birisi olduğuma inanamıyorum. Dudaklarımdan bir ‘of’ çıkıverdi.
“-Ah demek buraya çıkıyormuş. Tam da dediğin gibi bir kısa yolmuş.” Dedi Hizmetçi hayret içinde ara sokaktan çıkıyorken. Varış rotamız olan kıyafet mağazası, tam da gözlerimizin önünde duruyordu.
“-Sahiden. İnanılmaz bir şey bu Sylphie.”
“-Ehehehe.” Prenses bana iltifat edince yanağımı istemsizce kaşıdım.
Kıyafet mağazasına girdik.
Akşam yemeğinden sonra odama geri döndüm. Uyuma zamanı geldiğinde yatağımın üzerindeki külot ve sütyen eşine bir süre bakakaldım.
“-Hmm…”
Mağazadayken Prenses hemen iç çamaşırı bölümüne gitmişti. Sonra Hizmetçisiyle hararetli bir tartışmaya girip bana zorla bu iç çamaşırlarını almıştı. Evet doğru duydunuz. Bana…
“-Sylphie, eğer doğru an geldiğinde harekete geçebilecek kadar özgüven topladığından emin olmak istiyorsan daha çekici bir iç çamaşırı giymelisin.” dedi bana. Muhtemelen bu sabah nasıl kendi kendime mırıldandığımı duymuştu. Yine de, “doğru an geldiğinde” derken neyi kast ediyordu??
Mağazada kıyafet denemeye zorladılar beni. Kulağa küstahmış gibi gelebilir ama soluk yeşil kumaştan yapılmış, üzerinde çiçek dantelleri olan iç çamaşırları bana çok yakışıyordu. Vücudum hala ince olduğu için oğlan zannedilebilirim o yüzden çok da seksi olduğum söylenemez ama… belki… Rudy beni görse hiç yoktan tatlı olduğumu söylerdi… belki…
“-Rudy ha?”
Bir anda sabah derste üzerine düşündüğüm şeyi hatırladım. İstediğim şeyi.
Belki de Rudy ile yakınlaşmak istiyorumdur. Onun sayesinde hayatım böyle bir hal aldı sonuçta. Onunla arkadaş olup iyiliğinin karşılığını ödemek istiyorum— hayır, bu doğru değil. Sadece o yüzden değil. Hislerim tamamen minnettarlıktan gelmiyor. Daha çok… evet, sanırım sahiden de öyleyim…
“-…”
Bu sonuca ulaşınca yüzüm kızardı. Yatağa fırlayıp aklımdan atmaya çalıştım bu düşünceyi ve battaniyeye sıkıca sarıldım. Vücudumla sıkı bir cenin topu yaptım ve yatakta yuvarlanma isteğine karşı koymaya çalıştım.
Artık ne istediğimi biliyorum. Sonunda farkına vardım. Ama nedense o anda bir şeyin daha farkına vardım. Vardığımda, çenemi sıkıca perçinledim.
“-Ne yapacağım…?”
Bu sözler ağzımdan çıkınca gözlerim kapandı.
O gece rahat uyuyamadım.
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.