İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 08 Bölüm 04

Okulun İlk Günü

 

Geniş bir araziyi içinde barındıran, Büyücü Loncası dahil Üç Büyü Ülkesinin sponsor olduğu dünyanın en prestijli büyü okulu Ranoa Büyü Akademisi…

Şu anki müdürü Büyücü Loncasının üst mertebelerinden Kral-Seviye Hava Büyücüsü Georg’dur. Bünyesinde taşıdığı sayısı on bini aşan öğrencisi ve bir o kadarda fazla profesörü vardır. Sakın “Büyü Akademisi” adı sizi yanıltmasın, burada büyü dışında birçok şey öğrenebilirsiniz.

Her ırktan öğrenci kabul edilir, Millis Dini tarafından toplumdan sürekli dışlanan Şeytan Irkı dahil; hatta dışa kapalı Yarı-İnsanları bile kabul eder.

Ülkelerindeki politik boğuşmadan kaçıp ülkeye sığınan insanları ya da lanetli doğmuş çocukları bile kabul eder. Gök-Milletinden ya da Deniz-Milletinden öğrenci yoktur ama. Manan olduğu ve Büyü yapabildiğin sürece özgeçmişine bakılmaksızın başvurabilirsin. Ancak aldığım bazı duyumlara göre akademinin uyguladığı bu poliçe zamanında çok tepki toplamış.

Dünyada bir tek sadece Asura Krallığı, Üç Büyü Ülkesinin toplanmış gücüne karşı çıkabilecek kapasiteye sahiptir ki o da zaten halihazırda Büyücü Loncasına yüklü miktarda yatırım yapmıştır.

Bu arada sadece Kutsal Millis Ülkesindeki bir mezhep–Tapınakçı Şövalyeleri–akademiye ve temsil ettiği her ilkeyi ret edip karşı çıkmaktadır. Dünyanın bir diğer ucunda oldukları için savaş çıkartacak kadar umursamıyorlar ama.

Akademinin kayıt dönemi yedi yıldır. İki kez yıl dondurma hakkın var, toplamda dokuz yıl yani. Eğer Büyücü Loncasında araştırmacı olarak atanırsan akademinin kaynaklarını kullanmaya devam edebiliyormuşsun.

Okulun beş apartman büyüklüğünde bir yurdu var ama orada kalmak zorunlu değil. Şehir içinde evi olanlar evden okula giriş-çıkış yapabiliyor. Ama genelde öğrencilerin büyük bir çoğunluğu yurtlarda yaşıyor.

Yurtta, yirmi tatami genişliğinde ve içinde bazalı bir yatak olan küçük bir oda hazırlanmış bana. İstersem yanıma oda arkadaşı da alabiliyormuşum; almamaya karar verdim. Buraya arkadaş yapmaya gelmedim çünkü.

Görünüşe göre istersem soylular için olan, normal odalara göre daha geniş ve daha güvenli olan, odalardan birine de taşınabiliyormuşsun. Öyle bir şeye ihtiyacım olmadığını düşünüyorum. Suikastçılar tarafından hedeflenmiyorum çünkü.

Lavabo da holde yer alıyormuş. Şaşırtıcı bir şekilde tuvaletin sifonu vardı. Tabi, ipi çekip whoosh! diye çekemiyorsun sifonu. Yanındaki su kovasına manuel bir sifondan su doldurduktan sonra boku lağıma gönderebiliyorsun. Tabi, benim gibi birisi direkten büyüyle suyu doldurma gibi bir lükse sahip. Ayrıca hazır konusu açılmışken, su kovasını tekrar doldurmak öğrencinin görevleri arasında yer alıyormuş ama ben özel öğrenci olduğum için bu görevden muaf tutuluyorum.

Bana üniforma da verdiler. Erkekler için takım elbise benzeri bir şey veriliyorken kadınlar için spor ceket tarzı bir kıyafetle etek veriliyor. Duyduğuma göre standart üniformalar daha yeni bu sene tedavüle koyulmuş.

Doğrusunu söylemek gerekirse tasarımını baya tatlı buldum.

Beden eğitimi için eşofman takımı veriliyor ama değil mi?

Maalesef hayır, cüppe kullanılıyor sadece. Bir de okul sana özel olarak cüppe vermiyor ya da nasıl olması gerektiğini, hangi tarzda olması gerektiğini de söylemiyor. Muhtemelen cüppesi olmayan öğrenciler gidip mağazalardan almak zorunda kalıyor. Üzerimde halihazırda yıllardır kullandığım bir cüppem olduğu için yeni bir tanesini alma ihtiyacı duymadım.

“-Üzerimde güzel duruyor mu bari?”

Yeni okul üniforması içindeki Elinalise bana mankenlik yapıyor şu anda. Saçının göz alıcı bukleleri ve üzerindeki cüppeyle sanki cosplay yapıyormuş gibi bir görüntü veriyordu ama üniforma ona daha çok yakışmıştı. Gerçi üniformayı giyse de bana cosplay yapıyormuş gibi görünüyor; çünkü asıl niyetinin ne olduğunu biliyorum.

“-Eteğini yukarı doğru çekip kısaltırsan daha kolay erkek avlayabilirsin. Külodunu göremeyecekleri kadar kısaltmaya dikkat et ama.”

Elinalise bana sanki bir tür dahiymişim gibi bakarak “-Ama üşümez miyim öyle?” diye sordu.

“-Uzun tayt giyersen üşümezsin.”

“-Anlıyorum. Tam da senin gibi bir dahiden beklenildiği gibi Rudeus.” Elinalise tavsiyeme uyup liseli kızlar gibi eteğini katlamaya başladı. Sonra eteğinin belini iç çamaşırının ucu görünene kadar yukarı çekti.

Hmm… aynen, giydiği seksi iç çamaşırı o üniformaya hiç yakışmıyor.

 

 

Açılış merasimine gittik, evet bu okulda öyle bir şey varmış. Bu yılın öğrenci kabulü dışarıdaki soğuk avluda yapılacakmış. Tek başına duran canı sıkılmış bir kız ve müdürün konuşmasını pür dikkat dinleyen bir çocuk vardı. Birbirini tanıyalar yavaşça bir araya gelmeye ve sohbet etmeye başladı. Kimse sıraya geçmemişti. Eğer burası bir Japon okulu olsaydı rehberlik hocası avazının çıktığı kadar bağırıyor olurdu şu anda. Müdür, podyum üstündeki büyü-karşıtı tuğlalardan yapılmış bir kürsüde önündeki her çeşitten öğrenciye konuşmasını veriyordu.

“-Baylar ve Bayanlar, büyücülerin silahşörlere yenik düştüğü o günden beri nice ay yılı geçti. Kılıç Tanrısı tarafından oluşturulan kılıç sanatının üstün olduğu doğrudur. Ancak! Büyü engindir, sonsuzdur! Silahşörlük dediğin şey sonuçta, günün sonunda, öldürmek için uydurulmuş bir araçtan öte bir şey değildir. Ancak büyü farklıdır. Büyüde gelecek vardır! Kaybettiğimiz şeyi geri alacağız ve şimdiki büyü sözü tarzlarıyla birleştirip yeni bir—”

Elinalise’nin yanında sessizce duruyordum. Müdürün konuşması eski dünyamdakiler gibi uzundu, en azından bu daha çekilirdi. Konuşması büyü tutkusuyla dolup taştığı için olabilir mi acaba!!

…Hayır, o yüzden değildi. Kafasındaki peruk uçmasın diye deli gibi uğraşmasını izlemek komik olduğu içindi.

Elinalise etrafı gözlüyordu, gözüne taktığı adamı süzüyordu. Kimi seçeceğim diye kıvranıyordu.

“-İşte bu kadar. Baylar ve Bayanlar, büyünün engin yolu önünüze seriliyor!”

Jenius konuşmasını kulağa kendini adaletin ve özgürlüğün koruyucusuymuş gibi gösteren sözlerle bitirdi.

Okul marşında ritim yoktu. Daha doğrusu okulda marş denen bir şey yoktu; ülkenin kendine ait bir marşı olmasına rağmen.

“-Ve şimdi de Öğrenci Konseyinin başkanının söyleyeceklerini dinleyelim.”

Müdür yardımcısı konuşmasını bitirmesiyle birlikte bir kız ve iki erkek sahneye çıktı. Öndeki genç kızın kurdeleyle sarılmış altın sarısı uzun bir saçı vardı. Kıyafeti ise—yepisyeni bir okul üniformasıydı—benimkiyle aynıydı. Yanımdaki kadın demeye bin şahit isteyen yosmanın aksine kızın yürüyüşü bile zarafetle dolup taşıyordu. Hakkını vermem gerek ama, Elinalise’nin bazı eylemleri zarafetten yoksun olsa da en azından kendince bir çekiciliği vardı.

“-Amanın aman, daha geçen gün ağlattığın çocuk değil mi o?” diye çekiştirdi Elinalise.

Kızın arkasından gelen iki çocuğa döndürdüm bakışımı. İkisinden birinin gözünde güneş gözlüğü vardı ve saçı beyazdı–Fitz. Gardını bir an olsun düşürmüyordu ve podyumun üstünden etrafı dikkatle gözlemliyordu. Bu arada, onu yendiğimde ağladığını sanmıyorum.

Diğer çocuk daha önce hiç görmediğim birisiydi. Benden biraz büyük görünüyordu. Arkaya taranmış kahverengi saçıyla hoppa bir tipti, belinde kılıç taşıyordu bir de. Büyücüye benzemiyordu, hareketlerine bakaraktan muhtemelen silahşör olduğunu söyleyebilirdim. Hakkında kayda değer tek şey ne kadar yakışıklı olduğuydu.

Bu arada yaptığım bir araştırmaya göre, benim de yakışıklı olarak gördüğüm, keskin yüz hatlarına sahip insanlar Merkez Kıtanın insanları arasında baya el üstünde tutuluyor. Onu geçtim de adam aynı Paul’a benziyor ya.

İnsanlar bana gülümsemediğimde yarı yakışıklı göründüğümü söylerdi. Ömrü hayatım boyunca erkeksi ve çekici bir gülümsemem olduğunu söyleyen tek canlı insan Elinaliseydi. Kimse artık bana iltifat etmediği için şu sıralar sadece sahte gülümseme takınıyorum.

Üçlü sahneye çıktığında etrafımdaki kalabalık aniden fısıltıya boğuldu.

“-Prenses Ariel değil mi o…”

“-O zaman oradaki de Sessiz Fitz olmalı!”

“-Aaah, işte Lord Luke!”

Viyaklamalarından anladığıma göre baya ünlülerdi. Luke muhtemelen Paul-Benzeri tiplerden biriydi. Kızlardan tezahürat alınca elini kaldırıp selam verdi. Tch, bir de üstüne erkek film yıldızları gibi adı var…

“-Amanın aman, ne yakışıklı adam.” Anlaşılan Elinalise de iyi bir insan sarrafı değil.

“-Sessizlik! Prenses Ariel’in söyleyecekleri var!” (Sözde) Luke’un emri üzerine gürültü, yerini sessizliğe bıraktı. Mikrofonu olmamasına rağmen sesini herkese duyurabilmesi baya etkileyiciydi. “-Buyurun. Prenses Ariel.”

Kürsüye çıkmadan önce herkesin tamamen konuşmayı kesmesini bekledi. “-Benim adım Ariel Anemoi Asura. Asura Krallığının ikinci prensesiyim ve Büyü Akademisinin Öğrenci Konseyi Başkanı!”

Sesi, sessizliğin içinde yankılandı. Sesi kulaklarıma zuhur edince kalbim tir tir titredi. Sanırım insanlar buna karizma diyorlar. Sesinin yüksek olmasından veya net olmasından değildi bu— bir şey onu dinlemeyi zevkli kılıyordu.

“-Her biriniz dünyanın dört bir köşesinden buraya geldiniz. Bazılarınızın neyin normal olup olmadığını belirleyen farklı fikirleri olabilir evet. Ancak burada, Akademide, bizlerin geldiğiniz yerdekine benzemeyen bir düzen anlayışımız vardır.”

Konuşmasının geri kalanı okul kuralları ile alakalıydı, sürekli eğer buradaki kurallar memleketinizdeki kurallara benzemiyor olsa bile onlara uymakla zorunlu olduğumuzu vurguluyordu. Sözlerinde insanın ruhuna işleyen tuhaf bir şey vardı. Kurallara uymak zorundayım, diye düşündüren bir şey. Hayır, önceki hayatımda Japon olduğum için değil, o bana söylediği için zorundaymışım gibi hissediyordum.

“-Umarım her birinizin öğrenci olarak geçirdiği zaman keyif verici ve hoşnut olur.” Ariel konuşmasını böyle bitirip kürsüden aşağı indi.

İşte tam o sırada Fitz’in bana baktığını fark ettim. Güneş gözlüklerinin arkasından bana bakıp bakmadığını anlayamasam da bakışlarının yoğunluğundan bir şekilde bana baktığını hissedebiliyordum.

Bak bu kötü oldu işte. Hemen gidip kek alsam iyi olur.

Merasim sona erince Elinalise’nin yanından ayrılıp kendi sınıfıma gittim. Ayda bir kere zorunlu ders oluyor ve ona katılmak zorundayım. Duyduğuma göre sınıfta toplamda, ben dahil tam altı kişi varmış. Alışılmışın dışında tuhaf tiplerdenmiş her biri. Hatta Müdür Yardımcısı Jenius bana “-Lütfen, ama Lütfen kavgaya sebebiyet verecek bir şey yapmayınız, lütfen.” dedi. Uyarı yapmasında gerek yoktu gerçi; olay çıkartmak gibi bir amacım yok. Kim bana ne derse desin kafamı eğer gerisine karışmam.

Üç binanın üçüncüsüne, üçüncü kattaki en içteki sınıfa doğru yol aldım. Yarı yolda zemin boyunca yazılmış bir yazı gördüm, Bu kısımdan sonrası Özel Öğrenciler Sınıfıdır. Sanki bizi diğerlerinden ayırmaya çalışıyorlardı oysa özel öğrencilerin okul içinde istedikleri gibi dolaşabilme hakları vardı. Hayır, belki de tam tersidir? Özel öğrenciler genelde kibirli ve sorun çıkarmaya meyilli olabiliyorlar. Normal Öğrencilerin onlara yaklaşmasına engel olmak için önlem olarak koyulmuş olabilir.

Bunun üzerine düşünüyorken sınıfa geldim. Kapının üstünde Özel Öğrenciler Sınıfı yazan bir plaka vardı.

Kapıyı ağzına kadar açıp içeri yavaşça girerken sessizce “-Müsaadenizle,” dedim. Sınıfın tanıdık bir düzeni vardı. Yepisyeni bir kara tahta, öğretmen kürsüsüne benzer bir şey ve öğretmen masası vardı. Tahta sıralar odanın içinde sıralanmıştı. Pencereler sıkıca kapatılmış olmasına rağmen oda oldukça aydınlıktı. Oda büyüklüğüne zıt olarak abes bir şekilde sıralarda oturan sadece birkaç kişi vardı.

Ön sırada kitap okuyup not alan bir çocuk vardı. Onunla ilgili en dikkat çeken şey gözlerini kapatan koyu kahverengi saçlarıydı. Bir anlığına benim olduğum tarafa göz attı sonra ilgisini kaybederek kitabını okumaya geri döndü. Cama en yakın sırada ise iki tane kız oturuyordu, ikisi de hayvan-ırkındandı. Bir tanesi kemiğin üzerindeki sinirli bir eti kemiriyordu. Köpek-türü. Kuşkuyla beni süzdü.

Diğeri ise bir kedi-türüydü, ayaklarını masaya atmış ve ellerini ensesine dayamış bir şekilde bana bakıyordu.

İkisi bana Doldia Köyündeki o iki kızı hatırlattı. İsimleri neydi ya? İkisi de uslu çocuklardı. Onlara kıyasla bu ikisi oldukça yaramaz görünüyordu. Eski dünyamdaki modayla kafayı bozmuş tiplere benziyorlardı.

Ve son kişi de bir erkekti. Onu bir yerde görmüştüm sanki. Uzun bir yüzü ve gözlükleri vardı, Spock adını taktığım birisi olabilirdi belki. Bana ağzı açık şekilde birkaç saniye bakakaldıktan sonra ağzı hala açık bir şekilde cırladı bir anda.

Hemen Öngörü Gözümü aktive ettim.

“–Ü-Üstaaaaat!!” Masasını sanki kürdan parçasıymış gibi havaya savruldu. Aramızdaki sıraları ezerken adeta giderek büyüyen bir kar topuna benziyordu. Bana doğru hızla ilerliyorken sıralar birer birer havaya savrulmaya devam etti. Evet, havaya savrulmaya— Son sürat hızla bana doğru geliyordu!

“-Taş gülle!” Bana ulaşamadan son anda kafasına bir tane gülle yerleştirdim.

“-Üstaaat!”

Taş gülle kafasına sesli bir şekilde isabet etti ama o bir adım bile sendelemedi. O güllenin yetişkin bir adamı eşek cennetine yollayacak kadar gücü var ama bu adam üzerinde hiç tesiri yok mu yani! İmkansız. Kutsal Çocuk dedikleri böyle bir şey miymiş cidden?!

Beni belimden tutup tavana doğru fırlatmaya çalıştı.

“-Hey, hey, hey bekle biraz, tut kendini! Omuzlarını gevşet, sakinleş, sakinleş! KES ŞUNU!”

Omuzları beni tavana uçuracak kadar güçlüydü ama sadece beni havaya kaldırmakla yetindi.

“-ÜSTAAT! BENİ UNUTTUN MU? BENİM, BEN, ZANOBA!” Zanoba havaya kaldırdığı bedenime sarılıyorken pişmiş kelle gibi sırıtıyordu.

Bu nasıl karşılama ulen? Bay İsono adında birisinin karısı mısın yoksa?

“-Evet, hatırlıyorum seni. Benim güzel mi güzel çırağım lütfen sal beni, korkutuyorsun beni.”

Karşımda Shirone Krallığının üçüncü prensi Zanoba Shirone duruyordu. Sanırım Zanoba yurtdışında okuma bahanesiyle ülkesinden sürgün edilmiş ve Ranoa Büyü Akademisine yollanmıştı.

Normal şartlarda gücünü kontrol edemeyen Kutsal Çocuklar Lanetli Çocuk muamelesi görür. Fakat, Büyücü Loncasının lanetler ve kutsanmalar üzerine araştırma yaptığı bir bölümü var ki bu da Kutsanmış Çocukları mükemmel birer denek adayı haline getiriyor. Sanırım bu yüzden Zanoba, üzerinde deney yapılması şartıyla Ranoa Akademisinde okumasına izin verilmiş. Tam yerinde bir karar olmuş. Malum, son zamanlarda büyüye olan ilgisi artmaya başlamıştı sonuçta.

Kendini işine adamış çırağım “-Sizin gibi olmayı istiyorum Üstadım. Her gün düzenli bir şekilde toprak büyüsü çalışıyorum.” dedi.

“-Öyle mii? Majestelerinin işlerinin yolunda gitmesine sevindim. Uygun bir zamanda birlikte figür yapalım mı ne dersin?”

“-OLUR!” Kafasını sallayıp gülümsedi.

Ne kadar hoş. Ortaokulda tek başıma bilgisayar topladığımı söyleyince paçalarıma dolanan alt sınıfları hatırlattı bana.

“-Ayrıca hazır okuldayken, sen benim üst sınıfımsın değil mi? Hangi yılındasın şu anda?”

“-İkinci yılımda. Ha ha, bu arada lütfen bana ‘Majesteleri’ diye seslenmeyin ya da üst sınıf diye. Bana sadece Zanoba deyiniz. Siz benim üstadımsınız sonuçta.”

“-Zanoba o zaman”

“-Evet, Üstat.”

Hoş sohbetimiz yüksek sesli bir şaplakla yarıda kesildi. İçgüdüsel olarak sesin geldiği yöne baktım. Ayaklarını masaya atmış hayvan-ırkından olan kız ayağını yere vurdu. Diğeri hala masasında oturuyordu, oturuyordudan kastım bacaklarımı boyunca aralamış bir şekilde oturuyordu, arasındaki şeyi ucundan görebiliyorum sanki.

“-Seni beğenmedim, miyav.”

‘Miyav’ dedi lan! Bak bu sadece Doldia Kabilesiyle ilişkilendirdiğim bir şey. Ya da Eris ile… yok yok, oralara inmeyelim en iyisi.

“-Hey Zanoba, şu yeni çocukla ne diye gürültü ediyonuz ulen?”

“-Linia Hanım, bu kişi daha önce size bahsettiğim kişi, benim üstadım.”

“-Sana sorduğum o değil be, miyav!” Kedi kulaklı kız insanın sinirine dokunan bir şekilde topuğunu tekrar masanın ayağına vurdu. “-Hey, Zanoba, boyunu aşma sakın, anladın değil mi? Neyden bahsettiğimi çok iyi biliyorsun, değil mii miyaav? Biliyorsun değil mi, he?!”

Yüzü sertleşti.

Neler oluyor? Zorbalığa mı uğruyor gerçekten? Zanobanın oldukça güçlü olması gerekiyor, gerçi bu hiyerarşik bir mesele de olabilir. Ham güç seni ormanın kralı yapmıyor sonuçta.

“-Eğer biliyorsan getir onu buraya.” Bana doğru ‘gel, gel’ diyen bir el hareketi yaptı.

“-Özür dilerim Üstadım.”

“-Hayır, hayır, sorun değil.” Kedi kulaklı kıza, bana emrettiği üzere yaklaştım.

Kedi kulaklı ve köpek kulaklı kızlar. İnsanın içine işleyen bakışları eskiden olsa beni korkudan tir tir titretirdi ama şu anda hiç o kadar korkunç görünmüyorlar. Bakışlarının biraz şeye ihtiyacı var…şeye…anlarsın ya? Birazcık kana susamışlığa ihtiyacı var, haksız mıyım? Çünkü korkunç insanlar—Ruijerd mesela—hep öyle bakarlar.

“-Merhaba. Sizinle tanıştığıma memnun oldum. Ben Rudeus Greyrat. Bugünden itibaren sizin gözetiminizde olacağım. İşim olmayan şeylere kafamı sokmamaya itina göstereceğim. Umarım iyi anlaşırız.” Japon tarzında eğildim. Bunun gibi insanların olduğu yerlerde alçakgönüllülükle davranıp onlara bulaşmamak en iyisidir hep.

Linia kahkaha atıp. “-Öylece hemen, he? İyi, iyi çok iyi miyav. Ben Linia Dedoldia, beşinci yıl, miyav. Bilmiyor olsan da ben aslında Ulu ormanın Savaş Şefi Gyes’in kızıyım. Bir gün Köy Şefi olacağım o yüzden şimdiden bana boyun eğmeye başlarsan iyi edersin, miyav!”

Demek sahiden de Doldia Kabilesindenmiş. Ve bir de üstüne Gyes’in kızıymış. Şimdi hatırladım, en büyük kızını yurtdışında okumaya gönderdiğini söylememiş miydi. O, bu mu yoksa? Adamım, bak şimdi anılarım depreşti.

 

Coşkuyla: “-Ay gerçekten mi? Bay Gyes ben Doldia Köyünü ziyaret ederken benimle çok güzel ilgilenmişti! Ah, onur duydum! Öyle bir memlekette benimle ilgilenen adamın kızıyla tanışmaktan onur duyuyorum! Oh, bu ayrıca sizin Bay Gustav’ın torunu da olduğunuz anlamına geliyor, değil mi? Bay Gustav da bana çok iyi davranmıştı. Yağmur sezonunda evinde kalmama bile izin vermişti hatta!”

“-O-Oh gerçekten mi? Öyle mi? Demek sen dedemin tanıdıklarındansın….”

Bir dakika önceki raconuna, taramalı tüfek gibi laf atmasına, kıyasla Linia bana küçük dilini yutmuş gibi bakıyordu. Çokta önemli değil gerçi. Hiç yoktan masanın ayağına vurarkenki yaptığı hareket malum bir giyim eşyasını görünür kılmıştı. Deniz mavisi, he?

Kemikli eti kemiren yanındaki kız burnunu kaşıdı ve yüzünü ekşitti. “-İğrenç kokuyor.”

Çok kaba. Bana dedi onu değil mi? Neyse, yüzümün duygularıma ihanet etmesine fırsat vermedim, köpek kıza dönüp zarafetle eğildim. “-Kusuruma bakmayın ama bana adınızı bahşeder misiniz?”

“-Pursena. Linia neyse bende aynısıyım.”

“-Bayan Pursena, ne güzel bir isim! Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum!”

Burnunu kıstırıp yüzünü başka yöne döndü. “-Siktir.”

Ağzından çıkan o son kelime bir hakaretti sanırsam, diye düşündüm—ancak bilmediği bir şey var ki o da genç kızlar o şekil konuştuğunda tam aksine yaşlı erkeklerin daha çok azmasına neden oluyor.

Her neyse, başarılı bir önleme saldırısı oldu bu. En azından çabalarımın, sonradan yaşanabilecek kötü bir şeyi önlediğine inanmak istiyorum.

 

 

Ben, onlarla konuşuyorken Zanoba’nın yüzünde endişeli bir ifade vardı. Konuşmayı bırakıp, yanlarından uzaklaştıktan sonra bana kısık ama telaşlı bir ifadeyle “-Üstat, neden onlara karşı bu kadar itaatkar davrandınız?” dedi.

“-Canımın içi, lüzumsuz münakaşalardan kaçınmak önemlidir de ondan.”

“-Öyle mi…? Eh, madem öyle diyorsunuz o zaman karşı çıkmayacağım.” Dedi ve dargın bir ifadeyle kafasını salladı.

Başından nelerin geldiğini hiç bilmiyorum ama eğer gelecekte tekrar zorbalığa uğrarsa onu kesinlikle koruyacağım. Zorbalık kabul edilemez. Kesinlikle ve kesinlikle kabul edilemez.

Ben bu kararı verirken birisi arkamdan seslendi. “-Hey.”

“-Efendim, noldu?”

Arkama dönünce ön sıradaki çocuğun ayağa kalktığını gördüm. “-Sen. Sen az önce adının Rudeus olduğunu söyledin, değil mi?”

“-Evet doğru, benim adım Rudeus Greyrat. Sizinle tanıştığıma memnun oldum.”

Ona doğru eğilince şaşırdı. “-Cliff Grimor. Dahi Büyücü.”

Dahi Büyücü mü? Nee? İnanılmaz. Hadi ama, cidden kendine Dahi Büyücü mü diyorsun? Bunu deyince hiç yüzün kızarmıyor mu acaba?

“-İkinci yılımdayım ama çoktan ofansif büyülerde Gelişmiş-Seviyeye geldim. Ayrıca Şifa, Arınma ve Kutsal büyülerde de Gelişmiş-Seviyedeyim. Bariyerlerde hala Başlangıç-Seviyesinde olsam da yakında Orta-Seviyeye gelirim. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu okulda pek yetenekli öğretmen yok.”

“-İnanılmaz,” Onu içtenlikle övdüm. Neden kendine dahi dediğini anlıyorum şimdi. İki yılda bütün yedi büyü dalında ileri seviyeye gelmek ne kadar zor, bilir misiniz? Ben bile sadece birkaç basit Arınma büyüsünün yanında Şifa büyüsünü Orta-Seviyede kullanabiliyorum.

Demek özel öğrenci sınıfı böyle bir yer he? Benden daha iyisinin olduğunun farkındaydım ama bu kadarı da biraz fazla oldu sanki. Öz-saygıma darbe almamamın tek nedeni herhalde Su Büyüsünde Aziz-Seviyesi olduğum içindi.

“-Dört büyü tipinde Gelişmiş-Seviyeye ulaşmam dört yılımı almıştı. Sen harbiden de inanılmazsın.”

“-Cık, abartma sende.”

Onu dürüstçe övmek istemiştim ama dilini şaklatıp huysuzluk etti. Bana öyle bir bakıyordu ki sanki bakışlarıyla yakama yapışacaktı. Ondan biraz uzundum gerçi, o yüzden bana bakmak için biraz başını kaldırması gerekiyordu.

“-Büyü dışında kılıç da kullanabiliyorsun değil mi?”

“-Evet, gerçi onda pek iyi olduğum söylenemez.” Teknik olarak Kılıç-Tanrısı Stilinde Orta-Seviyedeyim. Su Tanrısı stiline dair hiçbir şey hatırlamıyorum ama. İdmanımın bir kısmını tahta kılıç savurma oluştursa da dövüşte kullanılabilecek türden bir silahşörlük değil o.

Doğrusu, ne kadar zaman geçerse geçsin, ben hiç Eris ve Ruijerd gibi kılıç ustalarına nefes almak gibi gelen o şeyi hiç anlayamadım. O sebepten kılıç yolundan yarı-vazgeçtim sayılır. Maceracı olduğum zamanlarda bile kullanmadım hiç. Bir dakika ya…

“-Kim söyledi sana bunu, kılıç kullanabildiğimi?”

“-…Eris Hanım söyledi.”

Bak bu yüzüme tokat gibi geldi işte. Şu son iki yıl içinde Eris ile karşılaşmış olabilir miydi yoksa? Yoksa….Yoksa o burada, Akademi de mi?!

“-O, bu okulda mı?”

“-Ne? Tabi ki de değil,” dedi ters bir şekilde.

“-Şey, o zaman… onunla nerede tanıştın?”

Cevap vermeden öylece dik dik baktı bana. Kötü bir soru muydu acaba? Ah yoksa bu çocuk Eris’in eskiden patakladığı insanlardan biri mi? Çok özür dilerim, gerçekten. Onun yerine ben özür dilerim. Dedim içimden.

“-Şeyy ee… benim hakkımda başka bir şey dedi mi?”

Bana öyle dik dik baktı ki sanki bakışının kendine ait ses efekti var gibiydi. Üstten aşağı beni süzdükten sonra sonunda. “-Hmph. Küçük olduğunu söylemişti.”

“-G-Gerçekten mi? Gerçekten küçük olduğumu mu söyledi?” Alt kısımlarda mı?

Ağlayacak gibi oldum. Demek beni ondan uzaklaştıran şey sexmiş. Keşke daha büyük olsaydım, belki o zaman… Şimdi düşünüyorum da Sara dan da aynı hissi almıştım. Yüzünde “Vay, sandığımdan daha küçükmüşsün.” der gibi bir ifade vardı.

Yoo, o yanılıyor! Küçük görünüyordu çünkü TEPKİ VERMİYORDU! Keyfi yerinde olsaydı ve hazır ola geçebilseydi kükreyen bir aslanın hiddetini tattırırdı ona!

“-Şey ee, onunla yollarımızı ayıralı iki yıl oluyor, tabi ben o zaman içinde gelişme gösterdim.” diye geveledim.

“-Ne? Sen ve Eris Hanım yollarınızı mı ayırdınız?”

“-Hm?” İkimizin aynı şeyden bahsetmediği hissine kapıldım. İçimde bir tür tedirginlik hissi uyandı. O tedirginlik hissinin ne olduğunu tanımlayamadan…

“-Hmph, her neyse. Eris Hanıma layık değildin zaten!”

O sözler kalbime bıçak gibi saplandı. Cliff burnundan soluk verip masasına geri döndü.

Bundan gözümü ayırmasam iyi olur.

Öğretmen çok geçmeden geldi, Kendini tanıtıp ufak bir sohbete ettikten sonra ders sona erdi. Bir kişi eksik değil mi ya?

“-Huh? Bir tane daha özel öğrenci olması gerekmiyor muydu?”

Zanobaya sorunca başını sallayıp. “-Üstat Silent’ın kendisi aylık zorunlu derslerden muaftır.”

“-Peki neden?”

“-Güzel soru ama korkarım buna verecek bir cevabım yok.”

Son öğrenci Silent adında birisiymiş demek. Sakın bana gölge büyüsü kullanabilen birisi olduğunu söylemeyin?!

“-Önemli birisi olmalı sanırım, değil mi?”

“-Çok tanınan birisidir. Duyduğum kadarıyla Akademiye her fırsatta etki ediyormuş. Okul kantinindeki menüyü genişletmiş, büyü aletleri icat etmiş vesaire vesaire… bu üniformalar bile Üstat Silent’ın önerisiyle zorunlu kılınmış. Gerçi bazı dedikodular Yedi Dünya Gücünden birinin tavsiyesi üzerine getirildiğini söylüyor. Uzun lafın kısası, kendisi özel muamele görüyor.”

Aklıma içinde yeşil sıvı bulunan cam şişeler taşıyan, beyaz gömlekli, yuvarlak gözlüklü, zeki olup başarılı sonuçlar veren ama bir yandan da insani yönden berbat birisi olan deli bir bilim adamı geldi.

“-Kendisi genellikle şahsi araştırma odasından dışarı adımını atmaz ama önemli bir iş çıktığında odasını terk edebiliyor. Eminim bir gün karşılaşırsınız,” dedi Zanoba. Ayrıca Silent’ın üçüncü yıl öğrencisi olduğunu da söyledi. Eğer kendisini görürsem ona saygılarımı ileteceğimden emin olacağım.

İşte bu şekilde özel öğrencilerin arasına katılmış oldum.

 

 

Ders bittiğinde Zanoba ve diğerleri seçmeli derslerine gittiler. Cliff gibi birisinin derslerine özenle katılmasını garipsemeyebilirsiniz ancak serseri tipli Linia ve Pursena’nın da aynı şekilde derslerine katılması oldukça şaşırtıcı bir durum. Zanoba’nın dediğine göre iki saat sonra yemek molası verilecekmiş. Birlikte yemek yemeyi teklif ettiğinde yüzünde güller açıyordu tabi ben de onu kıramayıp teklifini kabul ettim.

Diğer derslere katılacağım elbette ama bu okula sadece okumak için veya etrafta boş boş gezinmek için gelmedim.

Bu boş vaktimde okul tesislerini gezmeye karar verdim.

İlk durağımız okul reviri. İçindeki sekiz yatak ve iki şifacıyla okul reviri oldukça geniş bir alana sahipti. Büyük ihtimalle okulda sık sık büyü yaralanması yaşanıyor. Tam o sırada benim iki katı büyüklüğümdeki bir adam sedyeyle birlikte revire taşınıyordu. Kolunu sımsıkı tutuyordu ve bacaklarından biri tuhaf bir şekilde bükülmüştü. Şifacılardan biri yaralı yeri tutup orta seviye şifa büyüsü uygulamaya başladı ve adamın yüzündeki acılı ifadenin yerini rahatlama aldı. İşine salça olmak istemedim o yüzden oradan ayrıldım ve önümdeki asılı duran plakadaki Tıbbi Ofis yazısını gördüm.

Bir sonraki durağım önceki gün giriş sınavımı yaptığım salonun bitişiğindeki spor salonu deposuydu. Giriş, tabi ki, kapalıydı.

Şimdiii…

Önümde iki seçenek var:

A= Öğretmenler odasına git ve anahtarı al.

B=Beden Eğitimi Öğretmeninden anahtarı iste.

Ya da….

C=Sessiz Büyüyle kilidi kır.

Tercihimi C seçeneğinden yana kullandım, toprak büyüsüyle kilidi yerinden çıkartıp içeri girdim.

İçerisi hafif tozluydu ve küf kokuyordu. Raflarda deri göğüs zırhları ve kendo maskelerine benzeyen maskeler sıralanmıştı, köşede içinde büyü asaları olan şemsiye kutusuna benzer bir şey vardı. Demirden bir bostan korkuluğu ve kavanozun içinde duran tuhaf bir beyaz toz vardı.

Görünüşe göre buranın derslerinde yükseğe zıplama ve zemin jimnastiği denen bir şey yok o yüzden matlara da ihtiyaç duyulmuyor. Gerçi şaşırmamak gerekir çünkü bu odanın ismi Spor Salonu Deposu değildi, Uygulama Ekipmanları Deposuydu.

Bir sonraki durağım olarak çatı katına çıkmayı düşünsem de burası çok kar yağışı alan bir memleket olduğu için neredeyse okul binalarının hepsinin eğimli çatıları vardı. Gerçi bir tane çatı odaları olsa da şimdilik oraya gitmemeyi seçtim ve kütüphaneye gitmeye karar verdim.

Bu okulun kütüphanesi diğer binalardan ayrı bir yerde o yüzden oraya gitmek için kampüsten ayrılmam gerekti. On dakikalık yürüyüşün sonunda iki katlı bir binaya geldim ve girişteki muhafız tarafından durduruldum.

“-Dur!”

“-Eh?”

“-Seni daha önce buralarda görmedim. Yeni öğrenci misin? Neden sınıfında değilsin?”

“-Ah, evet, yeni öğrenciyim ben. Ama derslerden muaf bir Özel Öğrenci.”

“-Öğrenci Kimliğini göster bana.”

Gergin bir şekilde önceki gün aldığım öğrenci kimliğini ona verdim.

Muhafız yüzümü iyice süzerek kimliğimi onayladı ve “-Tamamdır,” dedi.

Dikkatli bir şekilde üstümü aradı ve kütüphanenin içindeyken nelerden kaçınmam gerektiğini açıkladı.

 

Kütüphanede büyü kullanmak yasak.

Normalde kütüphaneden kitap almak yasak olsa da ödünç kitap alabileceğin bir bölümleri varmış.

Ödünç almak için kütüphaneciden izin almam ve ismimi deftere kayıt ettirmem gerekiyormuş.

Ve tabi ki zarar verdiğim her bir kitap için ceza ödemek zorundaymışım.

Bildiğiniz kütüphane kuralları işte. Ama kitaplardan herhangi birine zarar verirsen, kütüphanedeki kitapların çoğu kopya olsa da, büyük ihtimalle okuldan atılabilirmişsin. Bu dünyada kitapların ne kadar değerli olduğunu düşününce gayet makul bir ceza aslında.

“-İyi de sence de biraz katı değil mi kurallar?” dedim.

“-Bir iki tane alçak puşt buradaki kitapları kopyalarıyla değiştirip orijinallerini kara borsada satmıştı.”

“-Anlıyorum.”

Muhafıza saygılarımı ilettim ve her türden kitabın okunmayı beklediği içeriye doğru ilk adımımı attım. İçerisinin kendine has karışık aromalı bir kokusu vardı; küfün, mürekkebin ve kağıdın kokusu. Girişin yanında bir lavabo vardı, içeri girer girmez motoru rahatlatmak isteyenler için ideal bir hizmet. Kütüphaneciye şöyle bi selam verip kütüphanenin içlerine doğru ilerledim.

Girişin hemen önünde birbiri ardına sıralanmış çalışma masaları ve normal masalar vardı, biraz daha ilerleyince de karşınıza uzun kitap rafları çıkıyordu.

“-Vay babanı!” Şaşkınlığa uğradım, farkında olmadan nefesim kesilmişti. Bu dünyaya geldiğimden beri çok okudum ama ilk defa bu hayatımda bu kadar çok kitabı bir arada görüyorum.

Tavana doğru uzanan merdivenler ikinci kata çıkıyordu. Tabi tahmin edebileceğiniz üzere ikinci kat da kitap raflarıyla doluydu. Etraftaki dağınık masa ve sandalyeler bir sürü insanın burada çalışma yaptığına işaret ediyor.

İnsan-Tanrı’nın bana verdiği tavsiyeyi hatırladım:

“-Rudeus, Ranoa Büyü Akademisine gir ve orada Fittoa Bölgesindeki Işınlanma Felaketini araştır. Eğer bunu yaparsan eski gücünü ve erkeklik onurunu geri kazanabilirsin.”

Üf–Az kalsın o ilk satırları unutuyordum.

Bu çok iyi. Buradaki muazzam sayıdaki kitap sayısıyla illaki ışınlanma ile ilgili bir şey bulurum. Amma bir sorun var—nereden başlayacağım?

“-Kütüphaneciye mi sorsam acaba…?”

Hayır. Acele etmeye gerek yok. Daha Asura Krallığı bile Işınlanma Felaketine neyin sebebiyet verdiğini bulamadı. Eğer öyle pat diye bulabilseydim İnsan Tanrı bana Akademiye gir demezdi. Gizlice içeri gir ve araştır, derdi. Doğrusu bana sadece felaketi araştır demişti değil mi sebebini öğren dememişti. Belki de ben felaketi araştırırken bir şey yaşanması gerekiyordur?

Şu anlık raf sistemini öğrenmekle yetinmeye karar verdim. Kitapların çoğu İnsan Diliyle yazılmıştı ama aralarında Şeytan-Tanrı Dilinden ve Hayvan-Tanrı Dilinden olanlarda vardı. Savaşçı-Tanrı dilinden olanları bile vardı. Tanımlayamadığım alfabeler de vardı; Deniz-Tanrısı ve Gök-Tanrısı dili olmalılar. Keşke birisi o kitapları anlayabildiğim dillerden birine çevirebilse.

“-Ah!”

Arkamdan gelen kısa, boğuk bir çığlık duydum. Arkamı dönünce elinde bir sürü tomar ve kitap taşıyan beyaz saçlı ve güneş gözlüklü genç bir çocukla karşılaştım.

Fitz…

Hemen duruşumu dikleştirdim ve ayaklarımı vurarak önünde eğildim. “-Önceki gün için çok özür dilerim. Aptallığım yüzünden itibar kaybetmenize sebep oldum. Aslında size özür niyetine bir kutu şeker getirmek istiyordum ama yeni öğrenci olduğum için bir sürü şeyle meşguldüm o yüzden…”

“-Ne?! H-Hayır hiç gerek yok, lütfen eğilmeyin.”

Önceki hayatımda çok saygı duyduğum Masa adında birisi vardı. Hayatın ona verdiği bütün zorlukların üstesinden dizlerine kapanıp özür dileyerek gelen çalışkan bir adamdı. “Ne zaman yanlış bir şey yapsan tuvalet gibi zararsız bir yer bul ve içten bir şekilde özür dile ki daha kalabalık bir yerde azar işitmeyesin.” derdi hep.

Ani özrüm Fitz’in paniklemesine neden oldu. Sanırım beni affedeceği bir yola girdim. Plan başarılı!

“-Rudy-yani ee, Rudeus… muydu isminiz? Burada ne yapıyorsunuz acaba?”

“-Küçük bir araştırma.”

“-Ne üzerine?” Diye baskıladı Fitz.

“-Işınlanma Felaketi üzerine.”

Bunu söyleyince kaşlarını çattı. Yanlış bir şey mi söyledim yoksa?

“-Işınlanma Felaketi mi? Neden?” diye sordu.

“-Eskiden Asura Krallığının Fittoa Eyaletinde yaşardım, felaket nedeniyle Şeytan Kıtasına ışınlandım.”

“-Şeytan Kıtası mı?!” Dedi Fitz. Şaşkınlığının biraz abartılı olduğunu söylemeliyim ama.

“-Evet Şeytan Kıtası. Eve dönmem neredeyse üç yılımı aldı. O zamana değin ailemin tamamı neredeyse bulunmuştu ama hala kayıp olan bir üyemiz var. Bu yüzden araştırma yapmak için uygun bir zaman olduğunu düşündüm.”

“-Bu yüzden mi okula girdiniz?”

“-Evet, bu yüzden.”

Şimdi ona gidip de sertleşme sorunuma çözüm bulmak için girdiğimi söyleyemem.

Ayrıca söylediklerim tamamen yalan değildi; sahiden de Işınlanma Felaketinin neden meydana geldiğini öğrenmek istiyordum.

“-Anlıyorum. Siz sahiden de muhteşemsiniz,” dedi kulağının arkasını kaşıyarak.

Neden ‘Sahiden de muhteşemsiniz’ dediğini anlayamadım çünkü sonuçta henüz bir şey yapmadım. Belki giriş sınavında gücüme şahit olduğu için takdir ediyordur. Her neyse.

“-Peki siz burada ne yapıyorsunuz?” diye sordum.

“-Ah evet. Birkaç belge ödünç aldım da. Şimdi gitmem gerekiyor. Görüşürüz Rudeus.”

“-Tamam, hadi görüşürüz.”

Fitz aceleyle arkasını dönüp kütüphanenin girişine doğru gitti. Ama birkaç adım sonra bir anda arkasına dönüp.

“-Ah evet. Animus’un yazdığı Işınlanma Labirenti İstikşafını okumanı öneririm. Kurgusal değil ama düzyazı şeklinde, okuması kolay.” dedikten sonra,

Koşup uzaklaştı.

Sınav için kin beslemiyor anlaşılan. Belki de sahiden iyi birisidir.

Kütüphaneciye Işınlanma Labirenti İstikşafı kitabını sordum ve öğle arasına kadar okudum. Kısa bir kitaptı, yüz sayfa bile yoktu. Animus Macedonius adında Kuzey Topraklarından gelen bir maceracının labirent keşfini anlatıyordu.

Bu labirent, Işınlanma Labirenti, ışınlanma temalı tuzaklarla dolu bir labirentmiş.  İçinde beş farklı canavar türü varmış, hepsi labirentin düzenini anlayan, hangi ışınlanma çemberinin kimi nereye yollayacağını bilen zeki canlılarmış. Eğer ışınlanma tuzaklarından birine basacak kadar talihsizmiş isen sürü sürü canavarın seni yemek için can attığı bir yere ışınlanıyormuşsun. Dövüş sırasında o tuzaklardan kaçınmak çok zorlu oluyormuş ve eğer işler sarpa sararsa partin, kaşla göz arasında ayrı düşebiliyormuş.

Demek bu labirent inanılmaz derecede tehlikeli olarak sınıflandırılmış he?

Animus ve yoldaşları labirentin içlerine doğru ilerledikçe bulduğu ışınlanma çemberlerini incelemiş. Üç farklı tür tuzak varmış. Birincisi tek-yönlü ışınlayıcı. Birisini hep aynı yere ışınlıyormuş ama geri dönülemiyormuş. İkincisi ise iki-yönlü ışınlayıcıymış. Çemberi kullanarak geldiğin yere geri dönebiliyormuşsun. Ve son olarak üçüncüsü ise rastgele ışınlayıcıymış, seni rastgele bir noktaya ışınlıyormuş.

Işınlanma Labirentine giren maceracıların kullandığı temel strateji ışınlanma çemberlerini kullanarak labirentin derinlerine inmekmiş. Ama rastgele ışınlayıcılar diğer ışınlayıcıların arasına gizlenmiş olduğu için yanlışlıkla onlardan birine basarsan partinden ayrı düşüp canavar sürüsünün kucağına düşebiliyormuşsun.

Animus’un kitabı rastgele ışınlayıcıları diğerlerinden nasıl ayırt edebileceğinize dair yaptığı araştırmayı içeriyor. Macerasının ortalarına doğru hangisinin hangisi olduğunu anlar hale gelmiş ve bu sayede labirentin derinlerine doğru inmiş. Ama bu metodun hatasız olmadığını unutup kendini kaptırmış ve yanlışlıkla rastgele ışınlayıcılardan birine basmış. Canavar yuvasının içine düşmüş, bir kol kaybetmiş ama bir şekilde oradan canlı bir şekilde kurtulabilmeyi başarmış. Ancak bu süreçte yoldaşlarından üçünü kaybetmiş. Artık savaşacak hali kalmayan Animus maceracılık hayatını bırakmış.

Kitap, labirentin fethini okuyucuya miras bırakan bir söz ile son buluyor. Bunun kurgu mu yoksa gerçek mi olduğunu söyleyemem ama partinden ayrı düşüp canavarlara yem olma fikri insanın içini ürpertiyor açıkçası.

Önceki hayatımdaki, çözülmesi için tasarlanan RPG zindanlarının aksine bu dünyanın zindanlarının sonuna asla ulaşılmayabiliyor. Diğer maceracılardan duyduğuma göre zindanlar, merkezindeki büyü kristaline ulaşmanı sağlayan bir şekilde oluşuyormuş. Fakat sonu olmayan düzmece zindanlar da var deseniz hiç şaşırmam doğrusu.

Kitabın geri kalanı rastgele ışınlanma ile ilgili teorilerle doluydu. ‘Rastgele ışınlanma’ kelimesi terminolojik olarak doğru değil aslında. Çünkü rastgele tuzakların ışınlama mesafesinin bir sınırı var.

Ayrıca, mağaralardan birine rahatlıkla ışınlanabiliyorken toprağın içine ışınlanman oldukça nadir oluyormuş. Animus bunun nedeninin kişinin mana seviyesiyle ışınlanacağı yerin arasındaki dirençten dolayı kaynaklandığını ileri sürüyor. Kısaca, neden birisinin bedeninin içinde ofansif büyü oluşturamadığını açıklayan prensiple aynı mantık.

Bak bu bildiğim bir şey… gerçi şifa büyüsü başkasının bedeninin içinde mananı dolaştırmanı gerektiriyor. Sanırım bu yüzden sözsüz bir şekilde şifa büyüsü yapamıyorum, neyse şimdilik bunu bir kenara bırakalım.

Işınlanmaya gelirsek, teorinin istisnası olup olmadığını merak ediyorum. Çünkü toprağın içinde ofansif büyüyü dolaştırabiliyorsun. Belki kişiyi katı maddenin içine ışınlamak inanılmaz miktarda mana gerektiriyordur, kim bilir?

Bunun üzerine kafa patlatırken öğle zili çaldı. Zaman da uçup gidiyor he.

 

 

Zanobayla buluşup harici binadaki kafeteryaya gittik. Üç katlıydı, her bir kat farklı tür öğrenciler içindi. Üçüncü kat insan soylular ve kraliyet mensupları içindi. İkinci kat normal insanlar ve yarı-insanlar içindi. Birinci kat ise maceracılar ve Şeytan-ırkı içindi. Bu ayrımcılık değil de daha çok sınıflandır metodu gibi bir şeydi aslında; okul; insan soylularının, maceracılar ve şeytan-ırkıyla birlikte yemek yerse çatışma çıkacağını düşünmüş olmalı.

Maceracı olduğum için birinci katta yerdim ama…

“-Hadi gel, gel, buradan.”

Zanobanın önerdiği yemek tablotunu aldım ve beni üçüncü kata sürüklemesine izin verdim.

“-Iığh…”

Merdivenlerden çıkar çıkmaz üst kattaki bütün gözler benim üzerimde toplandı… muhtemelen köylü insanların görünümüne sahip olduğum içindi. Ya da kıyafetlerim perişan halde olduğu için.

Hava soğuk olduğu için eski gri cüppemi okul üniformamın üzerine giyiyordum. Cüppeyi alalı beş yıl olmuştu, kolları yırtık pırtıktı ve göğüs kısmında kocaman bir yama vardı. Ergenliğin etkisiyle kıyafetlerim de küçük gelir olmuştu bana. Uzun lafın kısası, darmadağın görünüyordum.

Birinci ve ikinci katın aksine kimse soğuktan korunmak için üstüne bir şey giymemişti. Herkesin üzerinde kaliteli kumaştan yapılmış rahat pelerin ve hırkalar vardı. Onlar takım elbise giyiyorken bense şortla dolaşıyor gibiydim resmen.

“-Zanoba, buraya uyduğumu düşünmüyorum. Hiç yoktan ikinci katta yesek olmaz mı?” diye yalvardım.

“-Hayır, ikinci kat olmaz. Linia ve Pursena orada yiyiyor.”

“-Tamam o zaman birinci kata inelim.”

“-Birinci kat görgü kuralı nedir bilmeyen kafirlerle dolu. Benim gibi kraliyet ailesine mensup birisinin orada yemesi bir kereliğine bile olsa yakışık olmaz.”

“-Tamam o halde ayrı yeriz bizde yemeğimizi.” dedim sonunda.

“-Acımasız olmayın lütfen. Sizi tekrar göremeyeceğim diye ne acılar çektiğime dair en ufak fikriniz var mı Üstadım? Hiç yoktan yemeğinizi benimle yiyin.”

“-Üstadından senin yerine acı çekmesini isteme.”

Merdivenin sonunda münakaşaya tutulmuşken genişliğine rağmen yanımızdan geçen öğrenciler sanki önlerini kesiyormuşuz gibi bakıyordu bize.

Bir anda aşağıdan sesler yükselmeye başladı: heyecan dolu sesler gittikçe yükseliyordu.

“-Aaa, Efendi Luke!”

“-Efendi Luke, alın beni!”

“-Aaa hayır ama Efendi Luke, hiç adil değil.”

“-Efendi Luke bir sonraki randevunuz ben olabilir miyim?”

Yakışıklı bir adam, kadınlar tarafından etrafı sarılmış yakışıklı bir adam, merdivenleri çıkıyordu.

“-Hayır maalesef,” dedi. “-Tek seferde sadece iki kızla çıkacağıma karar verdim. İki tane kolum var sonuçta, anlarsınız ya, ahaha eğer üç kız alırsan birisi boşta kalır, yazık olur.”

“-Off, hiç adil değil.”

“-Hehe, kusura bakmayın. Bak size ne diyeceğim, ben ünlü bir adamım. Başka zaman randevuya çıkarız. Yanlış hatırlamıyorsam sol kolum bir dahaki aya müsait olur.”

O akla san a gelmeyen sözler Paul’a benzeyen genç adamın ağzından dökülmüştü. Her iki kolunda göğüsleri üniformalarından taşmış iki kız duruyordu. Merdivenleri çıkıyorken kollarını kızların beline dolamış, dünyadan habersiz bir şekilde kahkaha atıyordu. Bu adamın çılış merasiminde gördüğüm adamla aynı kişi olduğuna emindim. Luke muydu neydi adı? Soyadı neydi ya? Skywalker muydu?”

Göz göze geldik.

“-Sen…” gözlerini kıstı. Yüzündeki dünyadan habersiz ifadenin yerini katı bir hal aldı.

“-Sen Fitz’in…”

Kafamı eğdim. Demek Fitz ile yaptığım maçtan haberdar. Fitz, yaşananlar için kızgın olmasa da belki onun yerine yoldaşları kızmıştır?

“-Sizinle tanışmak bir şeref, benim adım Rudeus Greyrat. Üst dönem olduğunuz için bundan sonra okulda sizin gözetiminiz altında olacağım. Umarım bana göz kulak olursunuz.”

“-Evet evet. Haberim var senden. Fitz’den duydum seni. Kendisi ekstrem derecede unutkan olduğunu söylemişti.” Luke bana şikayetçi bir şekilde baktı.

Ekstrem derecede unutkan… mı? Anlamadım. Neyi unutmuşum?

“-Adımı biliyorsun değil mi?”

“-Hayır, bilmiyorum.” Yumruk Kralının erkek kardeşine benzeyen birisi tarafından sorgulanınca yarım yamalak bir cevap vermek yerine dürüst bir şekilde bilmediğimi itiraf etmemin daha iyi olduğu kanısına vardım ve kafamı salladım.

“-Demek aldırış etme zahmetinde bile bulunmadın he. Anlıyorum.”

“-Uh, özür dilerim. Kusura bakmazsanız bana adınızı söyleyebilir misiniz?”

Hala şikayetçi bir ifadeyle Luke birkaç saniye daha bana baktı ve oflayarak “-Luke Notos Greyrat.” dedi. Sonra beni kenara itekleyip yanımdan geçti.

“-Iğh, sorunu ne be onun? İnanılır gibi değil!”

“-Cidden üstündeki o cüppeyi gördün mü, acınası! Kolları molları hep mahvolmuş!”

“-Dökülüyor resmen, baksana. Gidip yenisini almalı bana sorarsan!”

Dalkavukları kaale almadığım hakaretler yağdırarak peşinden takip etti. Luke Notos Greyrat. Babamın doğum ismi de Notos Greyrat idi. Acaba Luke onun piçi miydi? Hayır, sanmıyorum. Paul, Notos ismini bırakalı çok oluyordu. O zaman Luke kuzenim falan olmalıydı.

“-Üstadım, hiç tekin olmayan birisinin gözüne takıldınız.”

“-Sanırım takıldım he? Tabi bu bir şey ifade ediyorsa.”

“-O az önceki Luke idi, Asura Krallığının üst soylularından biri. Kendisi teknik olarak öğrenci olsa da asıl görevi Prenses Ariel’e korumaktır.”

“-Her neyse, burada yemeyelim.” dedim.

“-Sanırım başka seçeneğimiz yok.”

Dışarıda yemeye karar verdik. Hava güzeldi, toprak büyüsüyle masa ve sandalye oluşturup küçük bir teras kafe yaptım kendime. Zanoba, yaptığım her büyüyü “-Vay canına!” diyerek ağzı açık şekilde izledi.  Heyecanlandığını görmek hoşuma gitti.

Biz yerken Zanoba bana Prenses Ariel ve grubundan bahsediyordu.

Ariel Anemoi Asura, on yedi yaşında. Asura Krallığının ikinci prensesi. Kraliçe’nin tek kızı ve küçük yaşına rağmen tahtın üçüncü varisi. Kraliçe’nin sağlığı Ariel’i doğurduktan sonra kötüleşip bir daha çocuk sahibi olamamasına neden olmuş.

Ve bir de taht için rekabet eden Birinci Prens Grabel ve Prens Halfaust var. Asura Krallığındaki güçlü kimseler prenslerin arkasında saflarını almışlar. Prenslerden birinin krallığa yükseltmeyi sonra da semeresini görmeyi umuyorlar.

Ancak her bir grup çok büyük olduğu için herkesin semereden eşit bir şekilde yararlanacağının garantisi yokmuş. Bakanların bile hiyerarşık bir yapısı vardı o yüzden en alttaki kesimin göz ardı edilmesi çok muhtemeldi. İkinci Prenses doğduğunda adayları kral olduğunda hizmetlerinin karşılığını alamayacağını düşünenler bağlılıklarını prensese sunmuşlar.

Ama bir sorun vardı, prensesin grubu hizipler arasındaki en zayıf gruptu ve Işınlanma Felaketi sırasında prenses grubunun en önemli temsilcilerinden biri sahip olduğu konumu kaybetmişti. Bunun sonucunda prensesin hayatına birçok kez girişimde bulunuldu ve sonunda yurtdışında okuma bahanesiyle prenses, bu okula kaçırıldı.

Prenses okula iki korumasıyla birlikte geldi. Onlardan birinin ismi Fitz’di. Ona takılan adıyla Sessiz Fitz; sözsüz büyü kullanabilen ve prensesin hayatına teşebbüste bulunan bir suikastçiyi öldüren büyücü. İnsanlar onun elf olduğundan haberdardı ama nerede doğup büyüdüğünü kimse bilmiyordu. Dünyada sadece birkaç yetenekli kimse sözsüz büyü kullanmayı öğretebilirdi ama onun ustasının ismi kimse tarafından bilinmiyordu.

Ariel ve grubu Fitz’in kimliği konusunda ağzı-sıkı davranıyordu. Asura Kraliyet Sarayında, Fitz’in gizli bir şekilde duygusuz katil makineleri yetiştiren bir organizasyonun ürünü olduğu dedikoduları dolanıyordu. Ancak onunla yaptığım sohbetler neticesinde bu iddianın kesinlikle doğru olmadığını söyleyebilirim.

 

Bir diğer koruması ise Luke Notos Greyrat. Notos ailesinin başı, Pilemon Notos Greyrat’ın ikinci oğluymuş. Doğumundan beri Prenses Ariel’in muhafız şövalyelerinden birisi olması için eğitilmiş ve görevine Prenses eski gücüne kavuşup memleketine taht için dönene kadar devam etmesi emredilmiş. Okula girdiğinden beri kıskançlığın, korkunun ve saygının toplandığı bir kişi haline gelmiş.

Konuşmasını bitirirken Zanoba: “-Aman dikkat edin, verdiğim bilgilerin bir kısmı benim kendi çıkarımlarımdan oluşuyor.”

“-Anladım. Teşekkür ederim. Baya bilgilisin he bu konuda.”

“-Çünkü bu konuyla ilgilenmek zorunda bırakıldım.”

“-Kim tarafından?” diye sordum.

“-İki asalak yarı-insan tarafından.”

“-Linia ve Pursena he?”

“-Ta kendileri.” Yüzünden ıstırabın ve acının resmi okunuyordu. Bu kızlar getir götürcüsü mü yaptılar bunu?

“-Zanoba… zorbalığa mı uğruyorsun yoksa bu ikisi tarafından?”

“-Zorbalık mı? Hayır, sadece bir düelloda onlara kaybettim o kadar.”

“-Kaybettin he?”

Zanoba kafasına takmıyormuş gibi konuşsa da yine de biraz çelişkili bir yüz ifadesi vardı. Eğer durumundan memnunsa başka ama zorbalığın etkileri genellikle diğerleri tarafından göz ardı edilir.

Ona yardım etmek istiyorum… ama ‘müstakbel’ rakiplerimin ne kadar güçlü olduklarını bilmiyorum. Yarı-insanlar kolay celallenen canlılar o yüzden onları düşman edinmek istemiyorum.

Tabi, yarı-insanların hepsi kötü diye bir şey yok, aralarında iyileri de vardı; mesela Ghislaine.

Her neyse, günün sonunda ben her zaman zorbalığa uğrayanların yanında yer alacağım.

“-Eğer sana istemediğin şeyler yapıyorsalar hemen bana söyle. Çok güçlü olmayabilirim ama en azından yardımcı olurum.”

“-Hahaha, sizi endişelendirecek bir şey yok Üstadım, merak etmeyin. Daha önemlisi, hadi heykeller üzerine konuşalım!” dedi gülerek.

Madem öyle o zaman durumu biraz daha gözlemleyeceğim. Diye kararlaştırdım.

 

 

Öğle yemeğinden sonra gezime devam ettim. Görmek istediğim yer kalmamıştı aslında, etrafıma ilgi çekici bir şey var mı diye baktıktan sonra kütüphaneye geri döndüm.

Işınlanma üzerine araştırma yaptım, daha önce kütüphane kullanmadığım için yığınla kitabın arasında aradığımı bulmam biraz zaman almıştı. Kütüphane kendi derlemelerini incelememe izin verdi, başlığında ‘ışınlanma’ olan kitapların adını aldım. Sonra o kitapları raflar denizinde aramaya koyuldum. Sağlamından birkaç saatimi almıştır bu.

Seçtiğim kitapların çoğunun içeriği ya yeterince detaylı değildi ya teknik jargonla ya da tamamen anlayamadığım bir dilde yazılmıştı; konuyla ilgili çıkarım yapmak için ön bilgileri bilmen gerekiyordu.

“-Madem bunun üzerine kafa yorup, çalışma yapacağım o zaman bir defter tutsam iyi olur.”  Belleğimde tutabileceğim bilgilerin bir sınırı vardı. Kitapları yarına bırakıp kütüphaneden ayrılmaya karar verdim.

Dışarda güneş batmak üzereydi ve dersten çıkan öğrenciler yavaştan yurtlarına dönüyordu. Gerçi bazıları kütüphaneye de gidiyordu. Merkez binanın hemen girişindeki okul bakkalının tam tersi yönüne doğru gittim.

Bakkal sessiz bir şekilde alışveriş yapan öğrencilerle doluydu. Şöyle bi göz ucuyla bakınca büyü defterleri, büyü kristalleri, cüppeler, tahta kılıçlar, başlangıç asaları, çantalar, ayakkabılar ve günlük bakım malzemelerinin yanında sabun da sattıklarını gördüm. Ayrıca kurutulmuş, tütsülenmiş et ve su, alkol gibi içecekler de sattıklarını gördüm. Rastgele bir kağıt, kalem, mürekkep ve kağıdı sarmak için bir ip aldım. Temel ihtiyaçlar olmadan okuyamazsın sonuçta, değil mi?

Etrafta kimsecikler yoktu. Uzaktan gelen bir iki koşuşturma duysam da insanlardan yoksun bir yere gelmiş gibi hissettim. Merkez okul binası yolu, kız öğrenci yurdu tarafından yarıda kesiliyordu ve sonrasında devam ediyordu. Hiç düşünmeden o yola saptım.

İşte tam o sırada oldu.

“-Hm?”

Bir şey yukardan süzülerek aşağı indi. Beyazdı, ama kar değildi. İçgüdüsel olarak havada kaptım.

“-Vay babanı.”

Elimde açtığım şey bembeyaz bir kumaştı. Üzerinde dantelleri vardı, basit ve zarifti.

Bu şeyin ismi “külot” idi hem de ne kaliteli bir külottu. Hiç yoktan Elinalise’nin giydiklerinden pahalı görünüyordu.

Belki birisi kuruması için asmıştır? Yukarı bakınca birisinin balkondan aşağı baktığını gördüm. Muhtemelen külotu düşüren kişi. Göz göze geldik ama hava karanlık olduğu için yüzünü çıkaramadım. Sanki onu daha önce görmüş gibiydim.

“-Şey, sanırım şeyi düşürdünüz–”

“-Gyaaah! Külot Hırsızı!”

HAYIIIR?

 

 

 

Kız öğrencinin çığlığı yukarıdan değil, arkamdan gelmişti. Paniğe kapıldım. Arkamı dönünce çığlık atan kızın beni parmağıyla gösterdiğini gördüm.

Y-Yanlış anladınız, sandığınız gibi değil!

Ama artık çok geçti. Çığlıktan saniyeler sonra diğer balkonların camları açıldı. Sonra birinci kattan birbiri ardına aşağı atlayan figürler belirdi.

Daha ne olduğunu anlayamadan etrafım sarılmıştı ve külot hala elimdeydi. Ne olduğuna dair en ufak fikrim yoktu.

“-Şey, ee, şey, ben…”

“-hMPH!”

En önde kaslı bir kız duruyordu, ya da bir kadın? Ya da bir haydut veya goril. Omuzları benimkinin en az iki katı büyüklüğündeydi. Yarı-insan mı… yok hayır, Şeytan mı?

“-Irz düşmanı pislik!” dedi ayağıma tükürerek.

Ani iftira karşısında şaşkınlığa uğradım.

Goriller ormanın bilgeleri olarak görülmez mi, bu hiçte bilge birisine benzemiyordu.

Noluyor be? Neden külot hırsızı oldum şimdi? Tamam, on beş yaşında ve kadınların iç çamaşırlarına ilgisi olan sağlıklı bir çocuğum ama bu külotu ben çalmadım hatta koklamaya bile çalışmadım! Sadece havada süzülürken yakalayıp düşüren kişiye geri vermek istedim o kadar!

“-Dur,” dedim. “-Lütfen bir dinleyin beni, ben bir şey yapmadım.”

“-Bir şey yapmadın mı?” Goril kolumdan tuttu. “-Madem bir şey yapmadın o zaman neden bana elindeki şeyin ismini söylemiyorsun?”

Ah, evet öyle deyince doğru, tuttuğum şey bir külot. Yüz ifadesinden çıkardığıma göre onun için gayet yeterli bir delildi bu.

Düşmanca bakışların üzerimde toplandığını hissediyorum. Ayaklarım titremeye başladı.

“-Onlar Prenses Ariel’inkiler değil mi? Onu ne kadar sevdiğin umurumda değil, böyle bir şey yapman çok ahlaksız. Kendinden utanmalısın!”

Diğer kızlar Gorilin sözlerini tekrarladılar ve “-Evet doğru,”, “-Sapık seni!”, “-Geber pislik!” dediler.

Yeter artık yeter, ağlamak üzereyim.

“-Şimdii, gel bakalım benimle. Seni öyle bir pişman edeceğiz ki bir daha böylesi bir şey yapmayı aklında bile geçiremeyeceksin!”

Beni koluyla omzuna çuval gibi attı. Ona karşı koymaya çalıştım ancak tek yapabildiğim ayakkabılarımla vücudunda patinaj çekmek oldu. Bedenimi geliştirdiğimi sanıyordum fakat anlaşılan o bambaşka bir seviyedeymiş. Yani kolları, benimkilerden üç kat daha kaslıydı.

Bu gidişle sırf yanlış suçlama yüzünden içeri sokulup ölesiye dövüleceğim. Kaçsam mı? İyi de yanlış bir şey yapmadım ki. Kaçarsam yanlış bir şey yaptığımı itiraf etmiş olurum… Tramvayda kadınlara taciz etmekle suçlanan adamlar da böyle mi hissediyor acaba? Acaba konuşmayı denesem beni dinlerler mi? Gerçi çoktan suçlu olduğuma karar vermiş gibiler.

Hayır, kendimi savunmalıyım. Yanlış bir şey yapmadım.

Kendimi yere sabitlemek için toprak büyüsü kullandım. Goril şaşkınlığa uğrayıp “-Vay, one öyle? Karşı mı koyuyorsun yoksa? Amma cesurmuşsun be seni gidi külot hırsızı! Gerçekten bu kadar kişiye karşı koyabileceğini mi sanıyorsun?”

Güzel soru. Etrafımı inceledim… ve kazanabileceğime karar verdim. Maceracıyken daha beteriyle uğraşmıştım; Bu kızlarla başa çıkabilirim. Yine de karşı koymak suçumu kabullenmek olur. İftira yemiş olabilirim evet ama eğer kavga çıkartırsam suçlarıma kadına şiddet de eklenmiş olur—ve diğerinin aksine haklı bir suçlama olur bu. Okuldan atılmama bile neden olabilir.

“-Durun! Ona bir şey yapmayın!” Bir çocuğun sesi, hafif-tiz bir ses yankılandı.

“-Efendi Fitz!”

“-Ne! Efendi Fitz?!”

“-Ne muhteşem bir ses…”

“-Ne yapıyor burda o?!”

Kalabalık ikiye ayrıldı ve kalabalığın arasından beyaz saçlı, güneş gözlüklü, narin yapılı bir çocuk belirdi–Fitz. Benimle kaslı kadının arasına girip durumu açıklamaya çalıştı.

“-Kusura bakmayın. O iç çamaşırını kuruması için asmaya çalışıyordum ama yanlışlıkla düşürdüm. Benim için aldı o külotu.” nefesini düzenlemeye çalışıyorken omuzları titriyordu.

“-Fitz… efendim. Prensesin iç çamaşırlarını yıkamakla görevli olduğunuzdan haberim var. Ama,” diye devam etti goril. “-geç saate rağmen o yurdun önünden geçiyordu. Güneş batana dek geçmesine izin verilse de bu yol sadece kız öğrenciler tarafından kullanılması için var.”

Gerçekten mi? Öyle olduğunu söyleyen bir tabela görmedim oysaki.

Fitz, şaşkın yüzüme bakıp kafasını salladı. “-O buraya daha yeni geldi. Ve bir de üstüne özel öğrenci, tek başına kalıyor ve oda arkadaşı yok. Akademinin diğer kurallarından haberi yok henüz. Gitmesine izin vermeni istiyorum.”

Aşırı heyecanlanmıştı; sesindeki endişeyi hissedebiliyordum. Neden endişeliydi bilmiyordum ama minnettardım.

Goril bana dönüp. Doğru mu söylüyor? Diyen bir ifadesiyle bana baktı.

Kafamı yukarı aşağı salladım.

Bir yandan Fitz’in yüzünü süzüyorken bir yandan da kolumdan sımsıkı tutuyordu. “-Hm, birisini savunmak için bu kadar ileri gitmen çok şaşırtıcı. Dediğin şey doğru olabilir. Ama yine de çocuğun yurt kurallarını çiğnediği gerçeğini değiştirmiyor bu. Onu ibreti alem olsun diye cezalandırmamız gerekiyor—ne?!”

O konuşurken beni çekmeye çalıştı. Ama sonra bir anda dondu. Fitz asasını çıkarıp ucunu gorilin suratına götürdü.

“-Yanlış bir şey yapmadığını söylemedim mi az önce? Yeter artık. Bırak kolunu.”

“-F-Fitz… efendi?”

Sesindeki kızgınlık etrafımızda homurtulara neden oldu. Karanlık olmasına rağmen gorilin yüzünün bembeyaz olduğunu görebiliyordum.

“-Ya da yanındakilerle birlikte seni tıbbi ofise göndermemi istersin?” Sesi tiz olabilir ama sözlerinde göz ardı edemeyeceğin yoğunlukta bir kana susamışlık vardı. Etrafımızdaki kızların yutkunduğunu duyabiliyordum.

Çok havalıı.

“-Cık… tamam, anlıyorum.” Birazcık şiddetli bir şekilde de olsa kolumu bıraktı. Boyun eğmeye zorlandı, diğer kızlarda geri adım attı. Bileğimde ufaktan bir acı vardı ama şifa büyüsü yapmamı gerektirecek kadar değildi.

“-Efendi Fitz, bunu göz ardı edeceğim. Ama sen! Bir daha yüzünü bu saatte kız yurdunun yakınında gösterme, yoksa pişman ederim seni! Eğer bir daha seni görürsem acıma acımam he!” Çıktığı pencereden içeri girmeden önce bu sözleri suratıma tükürdü ve ortadan kayboldu. Saniyeler içerisinde hepsi ortadan yokolmuştu.

“-Phew… o kız. Keşke laftan anlasa.” Fitz, onun gitmesini izlerken iç çekti. Bana dönünce başını eğdi. “-Özür dilerim. O külotu düşürmeseydim bunların hiçbiri yaşanmayacaktı.”

Allah için neden onun gibi bir çocuk kızlar yurdunda don yıkıyor? En azından sormak istediğim soru buydu… gerçi o Prensesin yetenekli ve güvenilir korumasıydı, özel izin falan almış olmalı. Dürüst bir adama ve zararsız birine benziyordu.

Güvenilir, genç ve taktığı gözlükler onu iyice şık birisi yapıyordu. Gerçi yakışıklıdan çok tatlı demek daha yerinde olur.

Siktir. Kalbim güm güm atıyor, karşımdaki erkek ulan.

Kibarca söylemek gerekirse, ona aşık oluyor olabilirim.  Kaba bir şekilde söylemek gerekirse, ayağını yalamak istiyorum.

“-Yanlış bir şey yapmadın. Bana yardım ettin.” dedim.

“-Yardım mı ettim? Eğer ciddi bir şekilde karşı koysaydın yaralanacak olanlar onlar olurdu.”

Neden o kadar telaşlı olduğu anlaşıldı şimdi. Gücümü açığa çıkarırsam yaralanacaklarını düşünmüş olmalı. Demek onların güvenliği için yapmış… ama yine de davranışlarındaki şefkati hissettim. Eğer bu bir tür shoujo mangası olsaydı aşk hikayemiz tam olarak bu sahnede başlardı.

“-Yine de, durduk yere bir anda oldu her şey. Neyden bahsediyordu o?” diye sordum.

“-Evet, şey, Bayan Goliade’nin dediği gibi. Güneş batınca erkek öğrencilerin kız yurdunun yakınına yaklaşması yasak.”

Görünen o ki az önceki o gorilin adı Goliade imiş. İsmi bile güç taşıyor. Fiziğiyle tam uyuşuyor.

“-Gerçekten mi? Ama okul kuralları arasında yoktu öyle bir şey,” diye karşı çıktım.

“-Yurtta yaşayan öğrenciler aralarında anlaşarak koydu bu kuralı. Güneş batınca erkeklerin o yolu kullanmasına izin verilmiyor, yurtlarına dönmeleri için etrafından dolanmaları gerekiyor.”

Yazılı olmayan kural he? Keşke birisi önceden bana deseydi ne güzel olurdu. Zanoba gibi birisi mesela.

“-Haberim yoktu.”

“-Senin bir suçun yok,” dedi. “-Sadece, bir dahaki sefere daha dikkatli ol, tamam mı?”

“-Olurum.”

Tekrar etmesine gerek yoktu. Zaten o yoldan bir daha gitmeyeceğim-gün içinde bile. Kalabalığın bana nefret dolu gözlerle bakmasına dayanamıyorum.

“-Ne olursa olsun, sana minnettarım,” dedim. “-Eğer yardımıma gelmeseydin ne olurdu inan bilmiyorum.”

“-Kafana takma, herkes olsa aynısını yapardı.”

Herkes… neyin aynısını yapardı?

Geçmişe dönüp şöyle bir bakınca şu son birkaç yıl içinde bir sürü yalan yanlış suçlamaya maruz kaldığım veya yanlış anlaşıldığım bir sürü anım oldu. İlki Yarı-İnsanlarlaydı, sonra Paul’la oldu, en son da Orsted ile. Gerçekten, o kadar mı güvenilmez bir suratım vardı?

Ama Fitz keyfine göre öyle hemen beni suçlu ilan etmedi. Tam tersi, bana destek çıktı; her ne kadar yaşanan şeyde bir nevi benim de suçum olsa bile.

Babacan birine benziyor gibi—sınav yüzünden kin tutmuyor en azından. Kütüphanedeyken tavsiye bile verdi bana. Okulda baya itibarı var ama bunun onu kör etmesine izin vermiyor. Durumu itina ile değerlendirip bana nasıl yardım edebileceğini şıp diye hemen buldu.

Dışardan çocuğa benziyor olabilir ama içerden yetişkin bir adamın ruhuna sahip. Kelimesi kelimesine tam bir üst-sınıf öğrencisi.

Kararımı verdim. Bundan sonra ona olan saygımı göstermek için ona Üstat Fitz diyeceğim.

“-Onu geçtim. Rudeus istesen o durumdan kimseyi incitmeden kurtulabilirdin, değil mi?.”

“-Saçmalama. Size gerçekten minnettarım Üstat Fitz.”

Boynumu eğince utanıp kızararak yanağını kaşıdı ve “-Ahaha, bana teşekkür ettiğini duymak da tuhaf oluyomuş…”

“-Oh? Niye ki?”

Nedenini sorduğumda sadece dişlerini göstererek tebessüm etti. Gülümsemesi beni gafil avladı.

“-Bu bir Sır.”

Ve böylece okuldaki ilk günümün sonuna gelmiş oldum.

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.