Yaz’a Giden Tünel, Elveda’nın Çıkışı Bölüm 5

Bölüm 5: Koş

 

Kaoru’yla kafede buluştuğumuzdan beri üç gün geçti. Yatağımda oturmuş, dizlerimi göğsüme kadar çekmiş, telefonumu kurcalıyordum. Klima açık olmasına rağmen ellerim terliyordu. Bunun sebebi belki de düşündüğümden daha endişeli olmamdı. Telefon rehberimi açıp Kaoru’nun numarası gelene kadar numaraları tek tek kaydırdım.

“Sıkıntı yok. Sen bunu yapabilirsin.”

Derin bir nefes alıp arama butonuna bastım.

Üç gün önce, sabah ilk iş olarak yerel kitapçıdan Giorno Monthly dergisinin son sayısını satın almış ve yarışmayı kaybettiğimi öğrenmiştim. Dürüst olmak gerekirse, başından beri kazanacağımı düşünmediğim için hayal kırıklığına uğramadım. Bir bakıma, bu durum beni rahatlattı ve odak noktamı değiştirip, hiçbir şüpheye kapılmadan kendimi tamamen Urashima Tüneli keşif gezisine adayabilmemi sağladı.

Kısa süre sonra, derginin editörü olduğunu söyleyen biri beni aradı. Kimliğimi kısaca doğruladıktan sonra, yarışmayı kazanamadığım için ne kadar üzgün olduğunu belirtti ve çalışmalarımda “bir şeylerin kıvılcımını” hissettiğini söyledi. Bunun kesin bir değerlendirme olmadığını bilmeme rağmen mutluluktan aptalca dans etmeye başladım. Ancak bu mutluluğum uzun sürmedi çünkü mangamın neden yetersiz olduğuyla ilgili bir dizi fikir belirtti; X’i yapamazsın, bu kısım için Y’yi yapmalıydın, neden Z’yi yapmadın, vb. Kafam karışık olsa da sorularını cevaplamak için elimden geleni yaptım ve sonunda ayrıntıları konuşmak için bir ara yüz yüze görüşmeyi önerdikten sonra telefonu kapattı. Telefon görüşmesi otuz dakikadan fazla sürmüştü ancak bana göz açıp kapayıncaya kadar olmuş gibi gelmişti.

Sonra birden aklıma geldi: Bir seçim yapmam gerekiyordu.

Bu yeni fırsatı değerlendirip profesyonel olarak manga yaratmaya çalışmalı mıydım, yoksa Urashima Tüneli’ne girip daha büyük bir amaç mı aramalıydım? Bu kesinlikle zor bir seçimdi. Ne kadar düşünürsem düşüneyim cevap bulamayınca Kaoru’dan yardım almaya karar verdim. Ancak bu da işe yaramadı. Uyanık olduğum her saatimi kendimle tartışarak geçirdim. Üç gün sonra, 4 Ağustos sabahı, sonunda kararımı verdim.

Urashima Tüneli’ne girecektim. Kaoru’yu zor durumda bırakamazdım. Hemen harekete geçtim. Öncelikle editörü aradım ve teklifini çok takdir ettiğimi, ancak kişisel nedenlerden dolayı nazikçe reddetmek zorunda olduğumu söyledim.  Kendimi açıklamak zorunda kalacağımı düşünüyordum ancak nedenini bile sormadı. Görüşme sorunsuz geçtiği için minnettardım, ancak dürüst olmak gerekirse, “potansiyelim” hakkında söylediği tüm o sözlerin yalan olduğunu düşünmeden edemedim. En azından artık şüphe duyacak hiçbir şeyim kalmamıştı. Bu haberi Kaoru ile bir an önce paylaşmak istediğimden onu aradım. Ancak…

“Üzgünüz, aradığınız numaraya şu anda ulaşılamıyor. Sinyal sesinden sonra mesajınızı bırakabilirsiniz.”

Yani ya cep telefonunun şarjı bitmişti ya da kapsama alanı dışındaydı. Kozaki’de operatör hizmetlerinin ne kadar kötü olduğunu bildiğimden, ikinci seçeneğin doğru olduğunu düşünme eğilimindeydim. Ancak nedense, alışılmadık bir şekilde endişeli hissediyordum. Üç dakika bekledikten sonra tekrar aradım.

“Üzgünüz, aradığınız numaraya şu anda ulaşılamıyor. Sinyal sesinden sonra mesajınızı bırak-”

Üç dakika daha bekledim.

“Üzgünüz, aradığınız numaraya şu anda ulaşılamıyor. Sinyal sesinden sonra mesa-”

Bu sefer otuz dakika bekledim.

“Üzgünüz, aradığınız numaraya şu anda ulaşılamıyor. Sinyal sesinden son-”

Yatağımdan kalktım.

Hayır, hayır, hayır. Düşündüğüm şeyi yapmış olamaz. En kötü senaryolar zihnimde belirip içimi şüpheyle doldurdu.

Her nefes bir öncekinden daha sığlaşıyor, midem kasılıyordu. Koharu’yu olabildiğince çabuk aradım.

“Efendimmmm!”

“Kawasaki, Tono-kun’un evinin nerede? Yerini biliyor musun”

“Ha? Evet, nerede yaşadığını biliyorum da, ne oldu?”

“Üzgünüm, şu anda açıklayamam. Şu anda zamanla yarışıyorum, lütfen söyle.”

“E-elbette. Mesaj atıyorum hemen.”

“Harika, teşekkürler.”

Telefonu kapattığım anda Koharu mesajı yolladı. Kaoru’nun adresini yazmış ve altına benim için endişelendiğini ve yakında konuşmamız gerektiğini belirten bir satır eklemişti.  Ona daha fazla açıklama yapamadığım için kendimi kötü hissediyordum, ama gerçekten vaktim yoktu. Cüzdanımı aldım, giriş kapısında sandaletlerimi giydim ve dışarı koştum. Apartmanın koridorunda koşarken, Kaoru’nun evinin yanındaki istasyona giden bir sonraki trenin ne zaman kalkacağını görmek için telefonumu kontrol ettim. En az bir saat gibi görünüyordu. Tanrım, taşrada yaşamaktan nefret ediyorum.

Bisikletimi bisiklet parkından alıp, Kaoru’nun mahallesine doğru hızla yola çıktım. Bir süre düz yoldan ilerledikten sonra karşıma dik bir yokuş çıktı. Genel olarak atletik yeteneklerime oldukça güveniyordum ancak bu engebeli kırsal yollar bazen oldukça yorucu olabiliyordu. Düz olmayan yol yavaş yavaş gücümü tüketiyordu ve ter tüm vücuduma akıyordu. Dik yokuşu tırmanırken saçlarım yüzüme yapışıyordu. Sonunda zirveye ulaştığımda, açık okyanusu bir uçtan bir uca görebiliyordum. Manzara muhteşemdi, ama tadını çıkarmak için vaktim yoktu, bu yüzden tepeden aşağı hızla indim. Garajın üzerinde yıpranmış kırmızı bir acil durum ışığı bulunan eski bir itfaiye istasyonunu geçtikten sonra, büyük, eski moda bir ev gördüm. Orasıydı.

Bisikletten inip, koşarak zili çaldım. Yaklaşık bir dakika bekledikten sonra, yaşlı bir beyefendi kapıyı açtı. İkisi birbirine hiç benzemese de, bunun Kaoru’nun babası olduğunu düşündüm.

“Merhaba… Yardımcı olabilir miyim?” diye sordu.

“Merhaba, efendim. Ben Ton… Oğlunuzun sınıf arkadaşlarından biriyim. Kendisi evde mi acaba?”

Adam bana şüpheli bir bakış attı. “Hayır… Maalesef şu anda evde değil.”

“Ne kadar zamandır yok?”

“Eee… iki gündür sanırım?”

Yüzümdeki tüm kanın çekildiğini hissettim. Tüm vücudum endişeyle titremeye başladı. “Nereye gitti?! Lütfen, biliyorsanız söyleyin.”

“Nereden bileyim ben? Bir arkadaşının evinde kalıyordur herhalde. Son zamanlarda bunu çok sık yapıyor.”

“…Anladım, iyi günler efendim.” Dedim ve bisikletime koştum. Eğer iki gündür ortada yoksa, bunun tek bir anlamı olabilirdi… Bu üzücü düşünceyi kafamdan atmak için elimden geleni yaptım. Kendimi daha fazla strese sokmanın bir anlamı yoktu. Sadece acele etmem ve düşündüğüm şeyi yapmaması için umut etmem gerekiyordu.

Urashima Tüneli’ne doğru dolambaçlı yollarda olabildiğince hızlı pedal çevirirken, yanağımda akan nemi hissettim. Bunun bir damla ter olduğunu düşünerek sildim, ancak onun yerine bir düzine daha hızlı damla geldi. Aman Tanrım. Yağmur yağıyordu. Oysaki bir dakika öncesine kadar hava çok güzeldi.

Hafif yağmur kısa sürede şiddetli bir sağanağa dönüştü ve baştan aşağı sırılsıklam oldum. Her pedal çevirişimde ıslak kıyafetlerim üzerime yapışıyor ve beni rahatsız ediyordu. Sonra nedenini bile anlamadan ağlamaya başladım, sanırım daha fazla dayanamıyordum. O kadar uzun süredir bisikleti kullanıyordum ki, artık bacaklarım yanıyordu.

“Lütfen Tono-kun. Lütfen düşündüğüm şeyi yapmış olma.”

Urashima Tüneli’ne vardığımda sanki asırlar geçmiş gibi hissediyordum.  Bisikletimi yolun ilerisine atmıştım ve geri kalan yolu çıplak ayakla koşmuştum, çünkü sandaletlerim yolun bir yerinde düşmüştü. Ayaklarımın tabanı, yüzlerce küçük çakıl taşı tarafından delinmiş ve acıdan zonkluyordu. Kaoru’ya bir an önce ulaşmam gerekiyordu, bu yüzden acıyı bastırıp tünele koştum.

Biraz ileride, yerde duran bir cam şişe fark ettim. Daha yakından incelediğimde, içinde küçük bir kağıt not gördüm. Şişede bir mesaj mı? Kaoru’nun benim için bıraktığını varsayarak notu çıkardım. Kağıdı mahvetmemek için ellerimdeki yağmur ve teri giysilerime sildikten sonra mektubu baştan, yavaşça ve dikkatlice okumaya başladım.

 

 

Anzu Hanashiro’ya.

 

Eğer bunu bulan sen Anzu Hanashiro değilsen lütfen bu notu şişesine geri koy. Bununla birlikte, onun dışında başka birinin buraya gelip bunu bulacağını hayal edemiyorum, bu yüzden bunu okuyan kişinin aslında Anzu Hanashiro olduğunu varsayarak devam edeceğim.

Öncelikle sana bir özür borçluyum. Seninle birlikte tünele girmediğim için gerçekten üzgünüm.

Şu anda muhtemelen ihanete uğramış hissediyorsundur. Beni asla affetmesen de seni suçlamam. Ama en azından beni sonsuza kadar silmeden önce bu mektubu sonuna kadar okursan, çok minnettar olurum.

 

Şimdi. Neden seni geride bırakıp tünele tek başıma girmeye karar verdiğimi merak ediyorsundur. O yüzden kısaca açıklayayım: Bence bu mangakalık fırsatını hemen değerlendirmelisin. Burada bulabileceğini düşündüğün her ne ise, aslında ona ihtiyacın yok. İhtiyacın olan şey, bir an önce manga sanatçısı olarak adını duyurmak. Yazdığın hikaye çok ilgi çekiciydi ve sadece benim değil, çok daha geniş bir kitle tarafından okunmayı hak ediyor.

İtiraf etmeliyim ki, sana özel bir editör atamaya hazır olduklarını duyduğumda ilk başta biraz şaşırdım. Ancak şimdi düşünüyorum da, zaten bu kadar iyi olduğun için atamamaları aptallık olur. Bunun her bir parçasını hak ediyorsun. Bu dediklerimde ciddiyim.

Ancak manga trendlerinin zamanla hızla değiştiğini benden daha iyi biliyorsun, değil mi? Bugün popüler olan hemen hemen her şey dört veya beş yıl sonra modası geçmiş hissettirecek ve bugün insanlara hitap eden bir şeyin ileride de popüler olup olmayacağını söylemek zor. Ortalama bir okuyucunun zevkleri ve duyarlılıkları, sektörün geneliyle birlikte dalgalanıyor ve olgunlaşıyor gibi hissediyorum. Tabii ki ben bir uzman falan değilim, demek istediğim, bence hemen işe koyulmalı ve mümkün olduğunca çabuk büyük çıkışını yapmalısın. Eğer mangakalığın gerçekten hayatındaki gerçek amacın olduğunu düşünüyorsan, daha fazla zaman kaybetmeden hayallerinin peşinden koşmalısın. Hayal ettiği şey hemen önünde duruyor. Ona ulaşmak için yeteneğin var.

Bu konuda söylemek istediğim bir şey daha var. Bir süre önce bana, Urashima Tüneli’ni keşfetme motivasyonunun tamamen “olağanüstü biri olmak” olduğunu söylemiştin, hatırlıyor musun? Ve, şey… eğer bu gerçekten senin hayalinse, o zaman burada durup onu yerle bir etmeyeceğim. Dürüst olmak gerekirse, sırf olağanüstü olanı kovalamak için burada olmanın gerçekten gerekli olup olmadığından pek emin değilim. Çünkü bana, hayatın tadını çıkarmayı ve normal yollarla da tatmin olmayı başarabilecek bir kız gibi görünüyorsun. Birbirimizi sadece bir aydır tanıdığımızı biliyorum, ama yine de bu kısa sürede seni oldukça iyi tanıdığımı hissediyorum.

Gece tüneli ilk kez keşfederken hayatın pahasına gömleğime tutunduğunda, ne kadar korkmuş ve savunmasız olabileceğini gördüm. Bana mangalarını gösterdiğinde ve ben sana ne kadar inanılmaz olduğunu söyleyerek coştuğumda, sanatsal değeri olan bir şey yarattığını fark ederek ne kadar heyecanlandığını gördüm. Üçümüz birlikte festivale gittiğimizde, bize sataşırken ne kadar eğlenceli bir insan olduğunu gördüm.  Ve sana ne kadar güzel olduğunu söylediğimde (bu arada, bunu içtenlikle söyledim), utanan, sevimli yüzünün ne kadar kızardığını gördüm.

Ve bunların her birini gördüğümde aklıma gelen ilk düşünceyi bilmek ister misin? “Vay canına, o da aslında sıradan bir kızmış.” Evet, senin için bunun muhtemelen hayal edilebilecek en büyük hakaret olduğunu anlıyorum. Normal olanlar işe yaramazdır, değil mi? Ama yukarıda da söylediğim gibi, burada hayallerini yıkmaya çalışmıyorum. Sadece bu konuyu iyice düşünmeni istiyorum, hepsi bu.

Eğer tavsiyemi dinleyip içeri girmemeye karar verirsen, beni bekleme lütfen. Bir sürü yeni arkadaş edinmeni, hayatını dolu dolu yaşamanı ve her gün karnına kramp girecek kadar çok gülmeni istiyorum. Hayallerindeki mangayı yazmanı ve tüm dünyaya ne kadar inanılmaz bir hikaye anlatıcısı olduğunu göstermeni istiyorum. Ve sonunda buradan çıktığımda, adının tüm zamanların en iyileriyle birlikte anıldığını görmek istiyorum. Yaratacağın muhteşem dünyaları görmek için, tüm kalbimle sabırsızlanıyorum.

Bunca dediğime rağmen hala kararsızsan, son bir şey daha söylemek istiyorum.

Sen zaten tanıdığım en olağanüstü insansın, Hanashiro. Ve evet, bunun adının tarihe geçmesi ile aynı şey olmadığını biliyorum. Ama belki de Anzu Hanashiro ismi, yaşayan her insan için bir anlam ifade etmek zorunda değildir.

Belki de sadece bir kişi için dünyalar kadar değerli olması yeterli olabilir.

 

***

Koridorda koşarken kol saatime baktım; 00.18’di. Tam gece yarısı ilk torii kapısından geçmeyi özellikle istemiştim. Neredeyse yirmi dakikadır içeride olduğumdan gerçek dünyada neredeyse bir ay geçmişti. Orada, yaz tatilim sona ermişti. Anzu’da mektubumu okumuştu muhtemelen. Benden çok daha hızlı bir koşucu olduğu için, beni kovaladığını duymamış olmam, tavsiyemi dinleyip tünele girmemeye karar verdiğinin kesin kanıtıydı. Bu durum beni çok rahatlattı.

Üzgünüm, Hanashiro. Seni böyle acı verici bir karar almaya zorladığım için özür dilerim. Bunu nasıl telafi edeceğimi bilmiyorum. Bana karşı hislerin olduğunu biliyorum. Ben de sana aşığım. Ancak senin aşk anlayışın benimkinden farklı; onlar, trajik bir kahramanın rolünü vekaleten oynamak gibi yanlış yönlendirilmiş bir arzunun ürünü.

Hayatında eksik olduğunu düşündüğün dram ve duygusal yoğunluğu arzuluyorsun ve birçok kayıp yaşamış biri olan benim, sana tatmin ve gelişim sağlayabileceğimi düşünüyorsun. Ama bunu sana veremem. Çünkü o düşündüğün şeylerin hiçbiri yok bende.

Gerçekten olağanüstü biri olmak istiyorsan, benim gibi umutsuz bir enkazla vakit kaybetme. Sadece olabileceğin en iyi halin olmaya odaklan. Hızlı bir şöhret veya ucuz bir sempati kazanacak doğaüstü kısayollar veya trajik bir geçmiş hikayesi aramaya çıkma. Herkes gibi o merdiveni tırmanmak için sıkı çalışmalı ve emek vermelisin. Normal şekilde işleri yapmaktan nefret ettiğini biliyorum, ama zirveden manzara, bunu gerçekten hak ettiğini hissettiğinde çok daha güzel olacak, sana söz veriyorum.

Ve sen zirveye ulaşacaksın. Yapacaksın, biliyorum.

Eminim, hikaye bir türlü şekillenmediği için cesaretinin kırıldığı ve kalemi sonsuza kadar bırakmayı düşündüğün zamanlar olmuştur. Ya da çizmeyi gerçekten tüm kalbinle seviyorsunuz ve dünyanın geri kalanı ne derse desin, bir kez bile vazgeçmeyi düşünmedin. Hangisi olursa olsun o hayali bırakmadın. Ve bugün, çalışmaların sektör profesyonelleri tarafından resmi olarak tanınmış durumda. Bana göre bu oldukça olağanüstü bir şey. Sihirli bir tünele rastlamaktan çok daha fazla ve çok daha anlamlı. Lütfen, Hanashiro, bu fırsatı boşa harcama. Yaşayabildiğin sürece yaşa, çünkü yarının ne getireceği belli değil. Ancak bugün, senin önemli birisi olma şansın var.

Dışarı çık ve içinden geldiği gibi yaşa.

Ve ne yaparsan yap, sakın benim gibi olma.

 

TOPLAM GEÇEN SÜRE: 1 SAAT 25 DAKİKA (DIŞARIDA: 141 GÜN)

 

Birdenbire durdum.

“Vay canına, ne…”

Biraz ileride, tünelin dik bir eğimle yukarı doğru kıvrıldığını gördüm. Bu yukarı kıvrımın dayanıklılığımı büyük ölçüde tüketeceğini şimdiden tahmin edebiliyordum. Bir buçuk saattir koşmaktan tükenmiş bacaklarıma baktım; Bu aşamada bağımı ya da başka bir şeyimi incitme lüksüm yoktu, bu yüzden güvenlik için beş dakikalık bir mola vermeye karar verdim. Yere çöktüm ve sırt çantamdan termosumu çıkarıp bolca su içtim.

En az on kilometre koşmuş olmalıydım, yani gerçekçi olarak tünelin diğer tarafına çıkmış olmam gerekirdi. Hâlâ çıkışı göremiyor olmam, uzay-zamanla ilgili bir tür hile olduğunu düşündürdü. Büyük ilerleme kaydettiğimi hissediyordum ama dürüst olmak gerekirse, tünelin onda birini bile geçip geçmediğimi bilmiyordum. İlginçtir ki, bu sefer, bu alanda var olmaması gereken geçmişimden gelen tuhaf şeylerle henüz karşılaşmamıştım. Bundan memnun olmadığımdan değil, ama bu durum beni endişelendirmeye başlamıştı. Her şey çok sorunsuz ilerliyordu.

Huzursuz hissederek kol saatime baktım; oturduğumdan beri iki dakika geçmişti ancak şimdiden koşmak için yerinde duramıyordum. Buradaki her bir saniyenin gerçek dünyada ne kadar süre yaptığının verdiği ağırlık dinlenmemi engelliyordu. Oturarak geçirdiğim her saniye beni koştuğumdan daha fazla yoruyordu. Ayağa kalktım, derin bir nefes aldım ve dik yokuşu tırmanmaya başladım.

 

TOPLAM GEÇEN SÜRE: 5 SAAT 20 DAKİKA (DIŞARIDA: 1 YIL 168 GÜN)

 

“Huff… Huff…”

Koşmayı bırakmış, ağır adımlarla yürümeye çalışıyordum. Her adımım tünelin zeminine sürtüyordu.

Artık ne kadar yol katettiğimi bile bilmiyordum. Tek bildiğim, Bacaklarımdaki her bir eklem ve kasın ağrıdığıydı. Tünelde bulunduğum ilk üç saat boyunca, birkaç dakikada bir Karen’in adını haykırıyordum ancak artık bunu yapacak gücümde kalmamıştı. Şimdiye kadar dış dünyada bir buçuk yıl geçmişti ancak ben küçük kız kardeşimin izini bile bulamamıştım. Ani beliren dik yokuşlar ve virajlar dışında gördüğüm tek şey, sonsuz sayıda aynı meşaleler ve aynı torii kapılarıydı. Bu noktada yön duygum tamamen bozulmuştu. Neyse ki herhangi bir yol ayrımı veya kavşakla karşılaşmadığım için doğru yolda olduğuma inanıyordum.

“Hrgh… Lanet olsun…”

Boğazım kurumuştu ve su stoğumun neredeyse yarısını bitirmiştim. Geldiğim mesafeyi geri dönmem gerektiğini bildiğimden, bundan daha fazlasını içmek istemiyordum. Neden bu yolculukta yiyecek olarak daha da susatan CalorieMate’i seçtim ki? Şu anda buz gibi bir Lifeguard için her şeyi yapardım.

Bastırılmayan susuzluğumu bastırmak için elimden geleni yaparak ilerlemeye devam ederken, önümden büyük bir kaya parçası düşüyormuş gibi yüksek bir güm sesi duydum. Belirsiz bir déjà vu hissi beni olduğum yerde durdurdu. Bunun bir tür alamet olması gerektiğini biliyordum. Tünelin tuhaf tezahürlerinden biri gözlerimin önünde ortaya çıkmak üzereydi. Tüm vücudumu bir ürperti kapladı ve kulaklarımda düşük bir ses çınladı.

…Hayır. Bu zihnimin bana oynadığı bir oyun değildi. Bu gerçek bir sesti. Her biri neşe ve hayat dolu binlerce insanın konuşma ve ayak sesiydi. Ancak her biri aynı anda farklı şeyler söylediği için ne dediklerini anlayamıyordum. Yine de orada insanlar vardı. Benden başka insanlar, hemen önümde. Boğazımı ıslattım ve karanlığa doğru seslendim.

“Karen…? Orada mısın…?”

Bir adım daha ileri attım ama o anda bir şey uzanıp sağ kolumu yakaladı ve kalbim göğsümden fırlayacak gibi oldu. Korkuyla dönüp baktım ve ağzım açık kaldı. Babamdı.

“İşte buradasın, Kaoru,” dedi. “Her yerde seni arıyordum.”

Aman Tanrım. Aman Tanrım, aman Tanrım, aman Tanrım. Şimdi gerçekten başım belada. Beni burada nasıl buldu? Zihnim panik ve korkuyla kaosa sürüklendi. O kadar büyük şoka girmiştim ki, beynim bunu sindirmeye çalışıyordu.

“Ne oldu? Hayalet görmüş gibisin. Yoksa hasta mı oldun?”

Babamın konuşmasıyla kendimi toparlayabildim. Çünkü sesinde hiçbir gerginlik yoktu. Daha yakından baktığımda, yazlık bir yukata giydiğini ve yüzünün de oldukça genç göründüğünü fark ettim. Burada bir şeyler yolunda değildi. Hayır, hiçbir şey doğru değildi. Nasıl oldu da buraya gelmişti? Eğer beni kadar takip etmiş olsaydı, kesinlikle ayak seslerini ya da bana seslendiğini duyardım. Bu küçük muammayı düşünürken, babamın arkasında, kalabalık bir insan grubunun görülebildiği kocaman bir delik olduğunu fark ettim. Görünüşe göre duyduğum seslerin kaynağı buydu.

Düşüncelerimi toparlamak ve durumu mantıklı bir şekilde analiz etmek için elimden geleni yaptım. Kalabalığın her iki yanında, düzinelerce kırmızı kağıt fener ve yemek stantları vardı. Sanki Urashima Tüneli’nin yanındaki küçük geçitte büyük bir festival gerçekleşiyordu ve babamın genç hali tesadüfen diğer taraftan içeri girmişti.

Hayır, bu imkansız. En mantıklı açıklama, bunun tünelin kendisinin yarattığı bir yanılsama olduğuydu. Bu, bir anlamda hala “imkansız” bir olguydu, ancak önceki deneyimlerimden dolayı en azından makul olduğuna inanmak için nedenlerim vardı.

“Kalabalıktan rahatsız mı oldun, evlat? İstersen eve gidebiliriz.”

Bunun geride bıraktığım babamla aynı kişi olmadığı gerçeğini fark ettiğimde rahatladım. Ancak bu rahatlama yerini kısa sürede öfkeye bıraktı. Tünel neden bana bu adamı verdi de Karen’i vermedi? Daha genç ve daha nazik olması umurumda bile değildi. Onun çirkin suratını bir daha görmek istemiyordum. Yine de… açıklanamayan bir nedenden dolayı, garip bir rahatlık ve aidiyet hissine kapıldım. Bu beni inanılmaz derecede sinirlendirdi ama içimde bir yerlerde, bir parçam, baba olma konusunda feci bir şekilde başarısız olmuş bu adama umutsuzca tutunmak istiyordu. Yıllar önce terk ettiğimi sandığım bir duyguydu.  Beni görmezden gelmesini, fiziksel veya sözlü olarak taciz etmesini kaldırabilirdim, ama bunu kaldıramazdım. Bu beni tamamen şaşırttı. Orada donakaldım.

“Kaoru? İyi misin tatlım?”

Sonra, çok iyi tanıdığım bir diğer ses babamın arkasından geldi. Karen hayattayken hatırladığım annemdi, her günün bir armağan olduğu ve mutlu bir aile tablosu çizdiğimiz zamanlardaki annem. O hali, gözlerimin önünde duruyordu ve sadece bir annenin verebileceği sıcaklıkla bana gülümsüyordu.

“Evet, pek iyi görünmüyor,” dedi babam.

“Belki bir soda ya da başka bir şey onu neşelendirir.”

“İyi fikir. Bir dakika önce bir içecek standının önünden geçtik. Lifeguard’ı seviyordun, değil mi tatlım?”

“Eh, ben de bir bira alayım o zaman.”

“Hayır, içemezsin. Sarhoşken nasıl araba kullanacaksın?”

“Eh, denemeye değerdi! Ha ha ha…”

Hayır… Kes şunu. Bu saçmalığa daha fazla tahammül edemem.

“Ahhhhhh!”

Ciğerlerimden gelen tüm güçle bağırdım ve olabildiğince hızlı koşmaya başladım. Beni çağırdılar ama dönüp bakmadım. Koştum, koştum, sonunda gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmeye başladı.

“Lanet olsun… Kafamı karıştırmaya çalışmayı kes!”

Çocukluğuma dair böyle güzel bir anı gösterildikten sonra nasıl çelişkili hissetmezdim? Sanki Urashima Tüneli, eski yaralarıma kasten tuz basıyordu. Kusma isteğiyle mücadele ettim ve koşmaya devam ettim. Gözlerimden yaşları silerken tünelin boğazına öfkeyle bakıyordum.

Ayrıca -ne kadar sinir bozucu olsa da- bu görüntü, Anzu’nun yatak odasında ortaya attığım, tünelin gerçek doğası hakkındaki teorimi de kanıtlıyor nitelikteydi. Eğer teorim doğruysa, Karen ile tekrar bir araya gelmem sadece an meselesiydi. Bu yüzden koşmaya devam ettim, bu düşünce benim tek motivasyonumdu. Kız kardeşimi tekrar görebildiğim sürece, yaptığım hiçbir şeyin önemi yoktu. Hayatımda başka hiçbir şey dilemeyecektim.

 

 

TOPLAM GEÇEN SÜRE: 9 SAAT 56 DAKİKA (DIŞARIDA: 2 YIL 263 GÜN)

 

Sikeyim. Sikeyim, sikeyim… Bu lanet tünel ne kadar uzanıyordu? Neredeyse on saattir koşuyordum ve hala tek görebildiğim meşaleler ve torii kapılarıydı. Karen neredeydi? Dış dünyada ne kadar zaman geçmişti? Üç yıl mı olmuştu? Normal hızda yaşıyor olsaydım, liseyi bitirmiş olurdum. Şu anda vazgeçip geri dönsem bile, tünelden çıkabilmem için en az beş yıl daha geçmesi gerekecekti. Tanıdığım herkes ya üniversiteyi bitiriyor ya da verimli bir kariyer inşa etme yolunda ilerliyordu. Bitirme tezleri için sıkı çalışıyor, tam zamanlı çalışıyor, yeni hobiler buluyor ve evleniyor olacaklardı. Bense aptal bir tünelin içinde beş yıl boyunca bir aptal gibi koşuyordum.

Termosun dibinde kalan bir iki damla dışında hiç suyum kalmamıştı. Bacaklarım da hızla sınırlarına yaklaşıyordu. Her adımda dizlerimde keskin, yakıcı bir ağrı hissediyordum. Daha uzağa gidersem, dönüş yolculuğunu fiziksel olarak yapamayacağımı biliyordum. Ama ne yapabilirdim ki? Geri mi dönmeliydim? Yoksa son kalan umut kırıntısına tutunmaya devam edip ilerlemeli miydim?

“…Ha ha.”

Gülmeden edemedim. Bu aptalca bir soruydu. Şimdi geri dönersem, yaptığım her şey bir hiç uğruna olurdu. Karen hemen şu köşede ya da daha yakında olabilirdi. Şimdi vazgeçmek, yapacağım en aptalca seçim olurdu. Devam etmek ve onun hemen ileride beni beklediğine inanmak zorundaydım.

“Karen!” Diye yine bağırdım, sesim kuru boğazımdan çıkarken boğuk ve kısıktı. Yine de onu bulana kadar adını söylemeye devam edecektim. O ve ben yeniden bir araya gelene kadar dinlenmek bana haramdı.

Doğru şeyi mi yapıyordum?

Hayatımda yapabileceğim daha iyi bir şey yok muydu?

Olurda pes edersem, tüm bunlar bir hiç uğruna mı olacaktı?

Bu tür soruları fazla düşünmemeye çalıştım çünkü düşünmek beni korkutuyordu. Sonuçta, kimsenin geleceği kesin değildi. Hepimiz zaman ve ölüm yavaşça üzerimize çökerken karanlıkta el yordamıyla ilerliyorduk. Bu belirsizlikten korkan tek kişi ben değildim. Anzu, Koharu veya herhangi biride bunu yaşıyordu. Tek yapabileceğimiz, bir gün hedefimize ulaşacağımıza olan inancımızı kaybetmeden ilerlemeye devam etmekti. Böylece suyumun geri kalanını bir yudumda içtim ve ayaklarımı sürükleyerek yürümeye devam ettim.

 

TOPLAM GEÇEN SÜRE: 14 SAAT 20 DAKİKA (DIŞARIDA: 3 YIL 338 GÜN)

 

Bir başka dik yokuşu daha tırmandım. Artık ne önümü görebiliyor ne de koşabiliyordum. Ayakkabılarımda dahil yanımda getirdiğim her şeyi yolun bir noktasında atmıştım. Neredeyse emekleyerek yürüyordum ancak, artık geri dönmek benim için artık bir seçenek değildi.

“Grrrgh…”

Bu tepeyi ne kadar süredir tırmandığımı bilmiyordum. Şüphesiz, bu hayatım boyunca yaptığım en uzun yokuş yukarı yürüyüşüydü.

“Agh…”

Tanrım, bu çok acı vericiydi. Tüm vücudum yorgunluktan ağrıyordu ve bacaklarım, her adımda ağrı reseptörlerime sadece acı sinyalleri gönderebilen, yumuşak ve hassas iki et parçasına dönüşmüştü. Göz kapaklarım da ağırlaşmaya başlamıştı. Uyumaya ihtiyacım vardı. Durup dinlenmek istiyordum. Ancak yapamazdım. Eğer uzanırsam, bir daha asla kalkamayacağımı biliyordum. Devam edip bu lanet yolun sonuna ulaşmak zorundaydım…

…Peki ya vazgeçersem ne olurdu? Hayır artık vazgeçmem imkansızdı, zaten sınırlarıma yaklaşıyordum. Hayır, bu bir yalandı: sınırlarımı uzun zamandır geçmiştim. Ağrıyı unutmak için her türlü yöntemi deniyordum ve bir şekilde bu şimdiye kadar işe yaramıştı. Ancak, Karen’i şimdi bulsam bile, bunun pek bir anlamı olmazdı çünkü eve dönmek için en ufak bir irade veya dayanıklılığım kalmamıştı.

Ah, çok yorgunum.

Belki de artık pes etmeliyim.

…Ama önce biraz daha ilerleyeyim.

Sadece azıcık daha.

Her ihtimale karşı birazcık daha yürüyeceğim ve bir şey bulamazsam duracağım.

Ama birazcık daha.

Sadece biraz daha.

Azıcık… daha…

 

Birdenbire durdum. Ancak bunun sebebi artık bacaklarımın hareket edememesi değildi, yoluma bir şey çıkmıştı; eski bir ahşap kapı. Kalbim güm güm atmaya başladı. Yenilenen bir umut dalgası göğsümü kapladı. Tünelde ilk kez bir engele ya da çıkmaza rastlamıştım. Karen bu kapının hemen arkasında olabilirdi. Ama, ya diğer tarafta hiçbir şey yoksa ve beni bekleyen tek şey yine bir yokuşsa? Hayır, bu olasılığı düşünmek bile istemiyordum. O anda bu kapıyı yolculuğumun son durağı yapmaya karar verdim. Eğer bunun arkasında küçük kardeşim yoksa, durup dinlenecektim. Demir tutamağı kavrayarak, kapıyı itmek için tüm ağırlığımı verdim, çünkü kaslarım bunu tek başına yapmaya yetecek güce sahip değildi.

“Ngh!”

Kapı açılır açılmaz bacaklarımın gücü kesildi ve öne doğru yığıldım, alnım yere çarptı. Ancak canım yanmadı, çünkü yumuşak, parıldayan bir kum örtüsünün üzerine düştüm.

“Ne…?”

Kum yüzümü ısıtırken, güneş ışınları yanaklarımdan aşağı akıyordu. Sonunda dışarı mı çıkmıştım? Başımı kumdan kaldırdığımda rüzgar esintisiyle birlikte tuz ve tuzlu su kokusu burun deliklerimi doldurdu. İmkansız gibi görünse de, kendimi beyaz kumlu bir plajda yüzüstü yatarken buldum. Gözlerimin önünde ufka kadar uzanan kristal berraklığında sonsuz bir okyanus vardı.

Dizlerimin üzerine çöktüm ve arkama baktım; Eski, harap bir kulübe duruyordu. Ön kapısı, benim dışarı çıktığım kapı ile aynı yıpranmış tahtadan yapılmıştı. Ancak kulübenin arkasında tünel yoktu, sadece yemyeşil yeni bitki örtüsüyle kaplı çimenli bir çayır vardı. Ancak buna pek aldırmadım. Beynimin olayları anlamlandırmaktan sorumlu olan kısmı, çoktan uyuşmuş ve felç durumuna girmişti. Şu anda benim için önemli olan tek şey, kız kardeşimin burada olup olmadığıydı. Yıpranmış bulaşık bezi gibi kalan son damla enerjimi de sıkarak, tüm gücümle onun adını haykırdım.

 

“Karen!”

 

Buradayımmmmmm, diye kayıtsız bir sesin cevap verdiğini duydum.

Cevabın geldiği yöne doğru başımı çevirdim.

Bir kız tam orada, sahilde duruyordu. At kuyruğu beyzbol şapkasının arkasından sarkıyordu. Geniş kesimli tişörtü, kot şortunun yarısına kadar sarkıyordu. Parlak kırmızı sandaletleri, akan altın kumların yarısına gömülmüştü.

Oydu. Karen’di.

“Sonunda başardın, Kaoru,” dedi, binlerce yıldızı gölgede bırakacak bir gülümsemeyle.

Birdenbire, bedenim gevşedi ve zihnim nihayet bilincim üzerindeki zayıf kontrolünü bıraktığında görüşüm karardı.

 

……………………………..

Huzurlu bir uykunun ortasındaydım. Sırt üstü uzanmışken, hafif bir esinti vücuduma çarptı, salınımlı vantilatörün küçük motoru yumuşak bir şekilde uğuldarken, esintinin açısı yavaş ve düzenli bir şekilde bir o yana bir bu yana değişiyordu. Altıma bir futon serildi. Başımı hafifçe çevirmeye çalıştığımda, yastığımın içindeki buğday tohumlarının birbirine sürtünerek çıkardığı sesi duydum. Vücudumun altındaki tatami matlarının tatlı, topraksı kokusu burnumu rahatlattı. Sanki kalın, yapışkan bir sıvı havuzuna yavaşça batıyormuşum gibi hissettim. O arındırıcı havuzun tüm yorgunluğumu alıp, vücudumu temizlediğini hissetti. Kalkmak istemedim. Gözlerimi açmak istemedim. Orada uzanıp sonsuza kadar uyumak istedim… Ve dürüst olmak gerekirse, bunu yapmamın nesi yanlıştı ki? O kadar uzun süredir kendimi paralamıştım ki, kimse uyanmak istemediğim için beni suçlayamazdı. Aah, vantilatörden gelen esinti çok hoş… Bekle. Neden bu kadar çok çalışıyordum ki?

“Oh, doğru!”

Amacımı hatırladığım anda, yataktan fırladım. Açık camdan, verandanın ötesindeki okyanusu gördüm. Çevremdeki ortamı gözlemledim. Güneşten solmuş tatami matlarla kaplı bir odanın ortasında yatıyordum. Tavanda, sakin bir dağ manzarası resmedilmiş bir duvar kağıdı asılıydı. Daha önce bulunduğum bir odaydı. Aslında birçok kez… Bir dakika bekle.

“Evime geri mi dönmüşüm…?”

Bu nasıl olabilirdi? Urashima Tüneli’nden geçmek için yarı ölü hale gelene kadar koşmama rağmen neden şu anda kendi evimde derin uykudaydım?

Tünele girdiğimde giydiğim kıyafetleri de giymiyordum; eski püskü bir tişört ve şort giyiyordum. Acaba… hepsi bir rüya mıydı? Belki de Urashima Tüneli başından beri hiç yoktu. Hayır, öyle olamazdı. Oturma odasında asla böyle uykuya dalmazdım. Ayrıca, bu oda ile evimdeki oda arasında iki büyük fark vardı. İlki evimin okyanus manzarası yoktu.  İkincisi ise, burada en önemli şey eksikti: Karen’i anma sunağı.

“Oh, Uyanmışsın!” dedi bir ses.

Küçük kız kardeşim Karen’a ait bir ses.

Çıplak ayaklarıyla tatami döşemeye vurarak bana doğru koştu.

“Birdenbire bayıldın! Seni buraya kadar kendim sürüklemek zorunda kaldım. Oldukça ağırlaşmışsın, biliyor musun?”

O tam burada, önümde duruyor, konuşuyor ve gülüyordu. Onu en son on yaşındayken gördüğüm halinden hiç yaşlanmamıştı.

 

“Terden sırılsıklam olduğundan sana yeni kıyafetler giydirdim. Bu yüzden bana borçlusun tamam mı?” Karen ellerini beline koydu ve her zamanki somurtkan pozuyla yanaklarını şişirdi. “Hey, beni dinliyor musun sen?!”

Yüzünü benimkine yaklaştırdığı anda farkındalıkla fırladım.

“K-Karen? Bu… gerçekten sen misin? Sen… sen sadece benim hayal gücümün bir ürünü falan değilsin, değil mi?” Her kelimeyi karıştırarak, kekeliyordum.

 

“Oha abi, ne kadar da kabasın! Kendin gör, al bak! Gerçeğim!” Karen dizlerinin üzerine çöktü ve elimi tutup yanağına koydu. Yüzü yumuşak ve sıcaktı, ama en önemlisi inkar edilemez bir şekilde gerçekti. “Gördün mü?”

Karen gülümsedi ve başını eğerek benim onayımı bekledi, ben de zayıf bir şekilde başımı salladım. O kesinlikle bir illüzyon değildi, ama her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki, beynim olayları kavrayamıyordu. Karen’i canlı canlı görmek, sonra da evimin bu garip alternatif evren versiyonunda uyanmak… Tüm bu imkansız uyaranları işlemek zorunda kalmak beynimi nükleer bir erimeye sürüklemiş ve beynim bunların hiçbirini gerçek olarak kabul etmemişti. Bu yüzden öylece oturup, sersemlemiş bir halde Karen’e bakıyordum, ta ki sonunda midem güçlü bir şekilde guruldayana kadar.

“Oh? Acıktın mı, Kaoru?”

“Ah endişelenme. Açlıktan…”

Tam “açlıktan ölecek değilim ya” demek üzereyken, boş midemde şiddetli bir ağrı ve boğazımda şiddetli bir kuruluk hissettim. Olan biten her şeyin yarattığı şok ve kafa karışıklığı diğer duyularımı körelttiği için onları sadece kısa bir süreliğine unutmuştum. Kesinlikle, çok acıkmıştım ve daha da önemlisi, suya ihtiyacım vardı. Hem de Çaresizce. Sonlara doğru, tek bir damla bile içmeden birkaç saat koşmuştum.

“Ö-özür dilerim, Karen… ama bana içecek bir şey getirir misin?”

“Tabii ki. Ancak, evde her türlüsü var. Ne getireyim?”

“Fark etmez, sadece bol bol getir.”

“Fark etmez demek. Hmmm… Peki, tamam!” diye neşeyle cevap verip, zıplar adımlarla mutfağa doğru yöneldiğinde aniden oluşan baş ağrımı bastırmak için şakaklarıma masaj yapmaya başladım. Zavallı beynim gerçekleşen olaylar dizisi karşısında aşırı yüklenmişti adeta. Bütün bunları anlamlandırmak için ilk nereden başlayacağımı bilemiyordum. Okyanusa boş boş bakarken, mutfaktan tiz bir mekanik ses duydum. Sanırım Kren blenderi kullanıyordu. Bana ne hazırlıyordu acaba?

“Tamam, bitti!” Karen büyük bir bardak ve eski elektrikli blenderimizin çıkarılabilir sürahisiyle odaya girdi. İçinde kalın, beyazımsı bir sıvı vardı. Bekle, bu…

“Muz suyu mu yaptın?”

“Aynen öyle!”

Sürahiyi gurur duyarcasına havaya kaldırırken (az kalsın düşürüyordu) kocaman gülümsedi. Bu sahneye tekrar şahit olmak geçmiş anılarımı gözlerime önüne getirdi; o ve ben hep birlikte muz suyu yapardık. Ancak o öldüğünden beri blenderin temizlenmesinin çok zahmetli olduğu bahanesiyle bir kez bile yapmamıştım.

“”Al bakalım, Kaoru!”

Karen’den bardağı alıp içmeye başladığımda, muzun tatlı kokusu burnuma geldi. Biz diğerlerinden farklı olarak muz başına o kadar çok süt eklerdik ki içecekte hiç katılık olmazdı. Tüm içeceği tek dikişte içtim.

“Vay canına…”

Tek yapabildiğim memnuniyetle iç çekmekti. Hayatımda hiçbir içeceğin beni bu kadar tatmin edebileceğini düşünmüyordum. Boğazım şekerli lezzetle karıncalandı. Kendime bir bardak daha doldurmak için mutfağa gittiğimde, mikrodalganın sesini duydum.

“Yaşasın! Yemek hazır.”

“Yemek mi yiyeceğiz?”

“Evet. Ya da sen yiyeceksin diyelim. Senin için yaptım. Git ve oturma odasında bekle, hemen getiriyorum.” Karen yine mutfağa koştu.

Vay canına, küçük Karen’imiz kendi başına yemek yapabiliyor mu artık?

Bunu son derece tuhaf bulmama rağmen sürahiyi alıp oturma odasına geçtim. Alçak yemek masasının üzerinde, büyük bir kase dolusu lüks hazır soba eriştesi ve üç adet ızgara pirinç topu (dondurulmuş halinden mikrodalgada ısıtılmış) sıralanmış olarak duruyordu. Karen yer minderlerinden birinde oturmuş, gururla bana bakıyordu. Gülümsemeden edemedim. Evet, bunu bekliyordum.

“Peki, afiyet olsun!”

“Teşekkürler…”

Karen’ın yanına oturdum, çubuklarımı aldım, ellerimi çırptım ve hemen noodle kasesine daldım. Çıtır çıtır kurutulmuş pirinç köftesini biraz çorbaya batırarak, lezzetli karidesin tadını emmesini sağladım ve bir ısırık aldım. Sonra erişteleri denedim. Normalde böyle yiyecekleri beraber yemeyi sevmezdim ancak o kadar açtım ki umursamıyordum. Tuzlu çorbanın her bir zerresinden zevk aldım. Vay be, bunlar her zaman bu kadar lezzetli miydi?

Kimseye aldırmadan soba eriştelerini höpürdeterek yemeye devam ettim, sadece kızarmış pirinç toplarından birini ısırmak ya da muz suyuyla ağzımı serinletmek için duruyordum. Böyle bir yemek için muz suyunun doğru içecek olmadığını kabuk etsem de umursamıyordum. Yuttuğum her lokmada beş duyumun da giderek daha netleştiğini hissettim. Bu lezzetin ötesinde bir şeydi, sanki hayata dönen bir ceset gibiydim

Kalan çorbayı da içtikten sonra kaseyi masanın üzerine koydum. Memnuniyetle gözlerimi tekrar açtım ve önümde uzanan güzel manzarayı gerçekten takdir edebildim. Bu, sanki yıllardır yeniden yakalamaya çalıştığım bir sahneydi: Karen ve ben, sadece aynı mekanda varlığımızı sürdürüyor, kaygısız hayatımızın tadını çıkarıyorduk.

“Ee, nasıldı?” diye gülümseyerek sordu.

Bu Karen’i küçük kız kardeşim olarak tanıyıp, takdir edecek kadar bilinçli olduğum ilk andı. Bunu yaptığım anda, yıllardır içimde biriktirdiğim duygular bir anda yüzeye çıkarak dalgalar halinde üzerime çöktü. Onunla ilgili her küçük ayrıntı çok canlıydı; Gülümsemesinden nefes alışına, küçük hareketlerine, hatta başını hareket ettirdiğinde ön saçlarının her bir telinin ileri geri sallanışına kadar her şey. Aniden, görüşüm bulanıklaştı ve boş erişte kabına tek bir su damlası düştü. Baraj patladı ve o ilk damla, göz yaşı ve hıçkırık seline dönüştü. Teselli edilemez şekilde bağıra bağıra ağladım.

Karen ise küçük elleriyle kafamı okşayarak “Yeterince çabaladın abi.” Dedi.

Sesinde anne şefkati vardı, sanki sözleri içimdeki soğuk ve sert bir şeyi eriten gerçek bir sıcaklık yayıyordu.

Bense buna sadece başımı sallayabiliyordum. Hem de tekrar ve tekrar.

 

Yaptığı yemek için ona teşekkür ettikten sonra nihayet biraz sakinleşmeyi başardım. Bu, hayatımda o ana kadar yediğim en tatmin edici yemekti. Göğsüm hala coşkulu bir mutlulukla titriyordu.

“…Hey, Karen.”

“Efendim?”

Artık zihnim tekrar berraklaşmışken, ona bir şey sormam gerekiyordu. Cevabı hoşuma gitmese bile mutlaka doğrulamam gereken bir şey vardı. “Sen… gerçekten gerçek Karen misin?”

Karen inleyerek dirseklerini masaya koydu ve başını ellerinin üzerine dayadı.

“Yine mi aynı şey? Gerçekten anlayamıyorsun, değil mi? Sana söyledim ya, ben—” diye başladı, sonra dudakları muzip bir gülümsemeye bürünerek aniden durdu. “Peki, sence ben kimim, Kaoru? Gerçek Karen mi, yoksa bir sahtekar mı?”

“Hey, soruya soruyla cevap verme.”

“Ama böylesi daha eğlenceli!” dedi Karen köpek dişlerini göstererek. Elbette böyle şeylerin onun eğlenme şekli olduğunu bildiğimden sinirlenmedim. “Ee, Kaoru? Söyle. Sence ben hangisiyim?”

Onun küçük oyununa uymaktan başka seçeneğim yokmuş gibi görünüyordu.

“Bence…” dedim derin bir nefes alarak. Karen bana baktı. Masum gözleri, cevabımı sabırsızlıkla bekliyordu.

“Bence sen gerçeksin.”

“Emin misin?”

“E-evet.”

“Eğer böyle düşünüyorsan doğru olanın ne önemi var ki?”

Bana vereceği cevabın hayal kırıklığı yaratacağını bilmeme rağmen inlemeden edemedim. Ancak her ne kadar hayal kırıklığına uğrasam da bu cevaptan oldukça memnun kaldım. Sonuçta, bu Karen’in beni aldatmak için tünel tarafından yaratılmış ayrıntılı bir sahtelik olup olmadığını bilmenin bir yolu yoktu, ayrıca böyle doğaüstü bir durumda “gerçek” kelimesinin ne anlama geldiğine dair net bir tanım da yoktu. Bu durumda, tek yapabileceğim şey, inanmak istediğim şeye inanmaktı. Karen’in bana söylemeye çalıştığı şeyin bu olduğunu düşündüm.

“Haklısın. Önemli olan tek şey, benim için gerçek olman…” ona katılıyordum. Bunu yüksek sesle söyleyerek daha gerçek gibi hissettireceğini umuyordum.

“Neyse, bu kadar yeter! Buzdolabında karpuz var, Kaoru! Hadi yiyelim!”

“Elbette.”

Bunun hakkında daha fazla endişelenmenin bir işe yaramayacağına karar verdim ve ayağa kalkıp, mutfağa doğru yöneldim. Buzdolabının kapısını açtığımda, içinde gerçekten bir tabak dilimlenmiş karpuz olduğunu gördüm. Onun altında, Karen’ın söylediği gibi, çeşitli diğer ikramların yanı sıra, birkaç şişe Cheerio ve Lifeguard da dahil olmak üzere çok çeşitli içecekler vardı. Bütün bu eşyaları nereden bulduğunu bilmiyordum, ama içimden bir ses sormamın anlamsız olacağını söylüyordu.

Verandada oturduk ve sulu karpuzu ısırdık, buz gibi tatlı nektarı doğrudan ağzımıza akıyordu. Bu, şimdiye kadar tattığım en lezzetli karpuzdu. Karen tohumları bahçeye tükürmeye başladığında, ben de onu taklit ettim. Kısa süre sonra, tohumlarını en uzağa tükürebilenin kim olduğunu görmek için kavga etmeye başladık ve topyekûn bir savaş başladı. O kadar eğlenceliydi ki, yine ağlamaya başladım.

“Off, Kaoru! Ne zamandan beri bu kadar mızmız oldun? Üstelik abi olan da sensin.”

“Evet… Haklısın.” diye cevap verdim, burnumu çekerek. “Ama beni suçlayamazsın. İnsanlar yaşlandıkça daha çok ağlarlar, biliyor musun? Çünkü onlar her şeye daha duygusal ve hassas yaklaşıyorlar.”

“Cidden mi?”

“Evet. Bunu bir makalede okumuştum.”

“Huh. İnsanların büyüdükçe daha duygusuz olduklarını sanıyordum.” Karen verandanın kenarından sarkan bacaklarını ileri geri salladı.

“Evet, bazıları kesinlikle öyle. Özellikle tanıdığım kızın biri.”

“Öyle mi? Nasıl biriydi?”

“Ah… Nereden başlasam ki?”

Bu arada, aklıma hemen gelen kişi Anzu’ydu.

“O, gördüğüm en güzel kızdı ama en serseri erkekle bile yumruk yumruğa kavga edebilirdi. Bir keresinde, kendisinden çok daha iri ve büyük olan süper korkutucu bir adama karşı koydu, ama adam onu tokatlamaya ve karnına tekme atmaya başladığında bile, pes etmedi ya da kırılmadı… Soğukkanlılığını korudu ve karşılık vermek için bir fırsat bekledi. O, böyle bir kızdı. Dürüst olmak gerekirse ilk başlarda ondan biraz korkuyordum ama birlikte vakit geçirmeye başladığımızda, aslında çok sevimli birisi olduğunu fark ettim…”

“Ona aşık mısın, Kaoru?” diye sordu Karen. Saf ve meraklı gözlerle bana bakıyordu.

Yarısı yenmiş karpuz dilimini tabağa koydum ve okyanusa doğru baktım. “…Evet sanırım aşığım.”

Karen, şok olmuş bir sevinçle tiz bir çığlık attı ve bana yaklaştı. “Madem onu bu kadar seviyorsun, neden birlikte değilsiniz?”

“Şu anda odaklanması gereken kendi işleri var.”

“Yine de onunla birlikte olmak istiyorsun, değil mi?”

“Onun burada olmaması seni yalnız hissettirmiyor mu?”

“Yani… evet, kesinlikle öyle. Ama bak…”

Karen, cevabımı beklerken bana büyük bir dikkatle bakıyordu. Onu görmezden gelemedim ya da bu konuda yalan söyleyemedim.

“…Gerçek şu ki, ben… Benim böyle birini gerçekten, içtenlikle sevmeme ‘izin verilmemesi’ gerektiğini düşünüyorum.”

Sözler dudaklarımdan çıktıktan sonra, romantik bir bağlamda belirli bir kişi hakkında “sevgi” kelimesini ilk kez kullandığımı ve bunu içtenlikle söylediğimi fark ettim. Yaptığım itirafın ne kadar utanç verici olduğunu fark edince, utangaç bir şekilde gülümsedim. Yine de söylediklerimde ciddiydim. Sonuçta, Karen’i öldüren benim ihmalkarlığımdı. Üstelik, annemle babamın arasına ilk kez nifak sokanda bendim, bu da annemin bizi terk etmesine ve babamın dibe vurmasına neden oldu. Kendi mutlu sonumu yaratmak için bencil bir insan olmuş ve diğerlerinin çektiği ıstırabı görmezden gelmiştim.

“Elbette, bunun kulağa aptalca geldiğini biliyorum.” diye devam ettim.

“Yani, kimse beni o çileyi çekmeye zorlamıyor ki. Bu noktada yaptığım tek şey kendi kendime acık çektirmek. Ancak bunu bilmeme rağmen bir türlü aşamıyorum… Ah, belki de ne dediğimi anlamıyorsundur, sonuçta böyle şeyler yetişkinlerin dünyasında olan şeyler.”

“Hayır!” Karen dudaklarını bükerek yüzünü buruşturdu. “Tamamen anlıyorum!

‘İzin almak’, sanki… okul gezisine gitmek için anne babandan bir kağıt imzalatmak gibi bir şey, değil mi?

“Ha ha. Doğru, öyle bir şey.”

“Ama birini sevmek için gerçekten ‘izin’ almak gerekir mi?”

“Oh, hayır, öyle gerek yok. Bence herkes bu hakla doğar. Ama aynı zamanda, belirli koşullar altında onu kaybetmenin de mümkün olduğunu düşünüyorum… Bilemiyorum. Açıklaması biraz zor…”

“Hrmm… Peki, o halde sana yenisini vermek zorundayım!”

Karen birden ayağa fırladı ve salona koştu. Onun hızlı adımlarla merdivenlerden yukarı doğru çıktığını duyabiliyordum. Bir dakikadan az bir süre sonra, elinde bir dizi kalem ve beyaz kağıtla geri geldi.

“O ne için?”

“Heh heh heh… Bak izle! …Aslında, hayır! Henüz bakamazsın! Diğer tarafa dön!”

Haydi ama, kararını ver, seni çılgın çocuk.

Yine de söyleneni yaptım. Tek duyabildiğim, kalemlerinin kağıda yüksek sesle sürtünme sesiydi. Sadece ara sıra durup, belirli bir karakteri nasıl yazacağını yüksek sesle düşünürken ya da bir hata yaptığını fark ettiğinde ses kesiliyordu. Yarısı yenmiş karpuz dilimini bitirdiğimde, sonunda bakabileceğimi söyledi. Döndüğümde, Karen’i resmi bir oturma pozisyonunda, bana baktığını gördüm

“Tamam! Yenilenen izninizi sunmama izin verin!” diye başladı, sonra yazdıklarını okumaya devam ederken kağıdı yüzünün önüne tuttu.

“Öhöm. Abiciği—Yani, Kaoru Tono, beni bulmak için buraya kadar gelerek harcadığın büyük çaba karşılığında, sana birilerini sevebilme iznini veriyorum! Her neyse, tebrikler!”

Kağıdı iki eliyle bana doğru uzattı. Aşağıya baktığımda, üstte büyük harflerle yazılmış ‘SEVGİ İZNİ’ kelimesini gördüm. Kelimenin etrafında türlü türlü küçük, sevimli çiçek ve köpek benzeri çizimler vardı. Çok sevimliydi. Ancak bunu kabul edemezdim.

“Ne oldu, Kaoru? Hadi, al şunu.”

Midemden sıcak bir his yükseldi. Karen’ı kaybettiğimiz günden beri, ben de kendimi kötü hissediyordum. Hala burada olduğum, ama onun olmadığı gerçeği beni sürekli rahatsız ediyordu.  Onu kurtaramadığım için çaresizce cezalandırılmak istedim, ama bunu telafi edebileceğim tek bir yol bile aklıma gelmedi. Bu yüzden, suçluluk duygumu biraz olsun hafifletebileceğini umarak, kendime en ufak bir mutluluk bile yaşatmayı reddettim. Dünyevi arzuları reddeden bir keşiş gibi, hayatımın geri kalanını bu şekilde yaşamaya hazırdım. Ama şimdi, Karen sayesinde, ben… ben…

Elbette. Artık her şey benim için çok açıktı. Artık kafamda en ufak bir şüphe bile kalmamıştı. Urashima Tüneli dilekleri yerine getirme gücüne sahip değildi.

 

Tek yapabileceği, kaybettiğin şeyleri geri kazanmana yardım etmekti.

 

Tünelin gerçek gücü buydu. Karen’in sandaleti, eski evcil papağanımız, annem, babam ve ben mutlu bir şekilde birlikte yaşadığımız günler, hatta Karen’in kendisi bile. Ve şimdi başka bir insanı sevme yeteneğim. Bunlar, yolun bir yerinde kaybettiğim şeylerdi ve tünel bana bunları geri kazanma şansı vermişti.

“Kaoru? Bunu istemiyorsan, atayım.”

“B-bekle, hayır! İstiyorum. Gerçekten, istiyorum…”

Çılgınca uzanıp Karen’in ellerinden aldım. Ona dokunduğumda, parmak uçlarımdan heyecan verici bir elektrik hissi geçti. Sadece incecik bir kağıttı ancak benim için paha biçilemezdi. Bir süre orada donmuş gibi oturdum, onu ellerimde tutmanın hissini içime sindirmeye çalıştım. Kendi kendime duyduğum nefretin esiri olarak geçirdiğim onca yıldan sonra, sonunda özgür olduğumu hissediyordum.

“…Teşekkürler, Karen. Söz veriyorum, onu her zaman saklayacağım.”

“Mm-hmm! Lütfen sakla!”

“Ve, şey… Üzgünüm, daha bir dakika önce öyle şeyler dememe rağmen…” Utangaç bir gülümsemeyle, söylemek üzere olduğum son derece utanç verici cümlenin etkisini biraz olsun hafifletemeye çalıştım. “Sanki… tekrar birini sevmeye hazırmışım gibi hissediyorum.”

Yatak odama çıktığımda, sırt çantamın benim için hazırlanmış olduğunu gördüm, sanki Karen bu gelişmeyi önceden tahmin etmiş gibiydi. Onu omzuma attım ve mutfağa doğru yöneldim. Buzdolabının kapısını açarak, iki kişiye yetecek kadar yiyecek aldım ve ana cebe sıkıştırdım. Artık tünelin yaklaşık olarak ne kadar uzun olduğunu ve dolayısıyla ne kadar yiyecek ve suya ihtiyacımız olacağını biliyordum. İkimiz de yaralanmadığımız sürece, fazla sorun yaşamadan geri dönebilecektik. Ne zaman olursa olsun gitmeye hazırdık. Sevgi İznini kırışmaması için bir sayfa koruyucusuna koydum ve onu da sırt çantama koyduktan sonra oturma odasına gittim.

“Hey, Karen,” diye seslendim.

Verandada karpuz yiyen Karen bana döndü.

“Bu yerden gidelim. Birlikte.”

Karen’i Kozaki’ye götürmek zorundaydım. Bu hayali evin konforu onu bir an için unutmama neden olsa da, asıl amacım buydu. İkimiz de tünelin diğer ucuna güvenli bir şekilde ulaşana kadar görevimi tamamlanmış sayamazdım.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordu. “Sahile mi?”

“Daha da iyi bir yere. Akvaryumların, hayvanat bahçelerinin ve her türlü farklı şeyin olduğu yere. Seni dünyanın herhangi bir yerine götürürüm, yeter ki buradan gidelim.”

“Burada da onları yapabiliriz. Eğlence parkları, kapalı su parkları. İstediğin ne varsa.”

Karen’in doğruyu söylediğini biliyordum. Evimde dahi her şeyi bu kadar iyi kopyalayabilen bir yerde her şeyi yapabilirdik. Ancak istediğim bu değildi.

“Hayır, Karen. Yani, tabii, belki haklısın. Burası cennetvari bir yerdir ama biz buraya ait değiliz. Kozaki’ye geri dönmeliyiz.”

“Olmaz.” Karen karpuzdan bir büyük ısırık daha aldı. Çiğnedi. Yuttu. “Burada olmaya alıştım. Artık orada yaşamak için gerekenlere sahip olduğumu sanmıyorum.”

“Elbette sahipsin.” Dizlerimin üzerine çöktüm ve yumruğumu göğsüme vururken onunla yoğun bir göz teması kurdum. “Sana orada tekrar bir yer bulacağım, söz veriyorum. Bir yolunu bulmaya çalışacağım ve kimsenin yolumuza çıkmasına izin vermeyeceğim.”

Karen için, onu uzun zamandır ölü olarak gören bir topluma geri dönmenin kolay olmayacağını biliyordum. Ancak, söylediklerimde ciddiydim ve bir şekilde başarabileceğime tamamen emindim. Karen için her şeyi yapabilirdim.

“O yüzden lütfen, benimle gel?”

Karen karpuz dilimini bitirip tabağa koydu, sonra suçüstü yakalanmış yaramaz bir çocuk gibi abartılı bir iç çekişle nefes verdi. “…Tamam, pekiii. Sen kazandın, sanırım.”

“Harika! O zaman gidelim!” Karen’ın elinden tutup ön kapıya doğru koşarken haykırdım. Sonra bir şey hatırladım. “Oh, lanet olsun! Zaman!”

Aman Tanrım. Karen’i gördükten sonra o kadar mutlu olmuştum ki, tamamen unutmuştum. Saatin kaç olduğunu kontrol etmek için oturma odasına koşmak üzereydim… ama sonra, buradaki hiçbir saatin tünele girdiğimden beri geçen süreyi doğru bir şekilde gösteremeyeceğini fark ettim. Bu yolculuğun başında taktığım kol saatini kontrol etmek zorundaydım. Ancak artık takmıyordum, peki neredeydi? Belki Karen kıyafetlerimi değiştirirken onu çıkarmıştı.

“Hey, Karen, saatimin nerede olduğunu biliyor musun?”

“Ah, bunu mu kastediyorsun?” Karen elini cebine sokup saatimi çıkardı.

Rahatlayarak saati elinden kapıp, kontrol ettim. Saat beş buçuktu. Tünele tam gece yarısı girdim. Kapıdan girmeden önce saate bakmıştım; ikiydi. Bu da demekti ki ibre tam bir tur atmıştı. Yani saat beş buçuk değil on yedi buçuktu. Ancak bir şeyler tuhaf görünüyordu.

“Hey, Karen? Buraya geldikten sonra ne kadar süre uyudum?”

“Oh, muhtemelen yarım gün kadar.”

Donakaldım. On iki saat uyumuşsam, bu, küçük ibre iki tam tur dönmüş ve üçüncü tura geçmiş demekti, yani… tünelde otuz saat geçirmiştim. Soğuk ter alnımdan aşağıya doğru aktı.

“Gitmeliyiz, hemen! Çok uzun zamandır buradayım!”

Karen’i elinden tutup kapıdan dışarı koştum. Verandadan dışarı adım attığımda ayağım kuma battı. Ev, çimenli bir çayır ile plajın sınırında duruyordu. Hiçbir yerde yol ya da elektrik direği görünmüyordu. Böyle bir yerde kalıcı olarak yaşamanın tamamen imkansız olması, bu dünyanın bir illüzyon olduğu gerçeğini daha da net bir şekilde ortaya koydu. Hızla, ilk çıktığım küçük kulübeyi gördüm. Evden hiç de uzak değildi. Sahili geçerek eski ahşap kapının önüne geldik.

“Tamam, Karen… Hazır mısın?”

“…Evet.” Tişörtünün alt kenarını sıkıca tutarken endişeli bir şekilde yere bakıyordu.

“Her şey yoluna girecek. Korkmana gerek yok. Geri dönüş yolu uzun, ama söz veriyorum başaracağız.”

Bu onu görünürde pek rahatlatmasa da durup, bekleyecek vaktimiz yoktu. Zaman saniye saniye ilerliyordu. Daha fazla zaman kaybedemezdim bu yüzden aceleyle uzanıp kapıyı açtım. Onun ötesinde, buraya gelirken yürümekten neredeyse ölecek duruma geldiğim kadar yüksek bir yokuş vardı. Neyse ki dönüş yolculuğu fiziksel olarak daha kolay olacaktı, ancak yine de takılıp düşmemek için dikkatli olmamız gerekiyordu.

“Tamam, hadi yapalım şunu.” Kapıdan ilk adımımı attım. Bunu yapar yapmaz, Karen arkamdan belime sarıldı. Başımı çevirip baktım ama yüzü sırt çantama gömülü olduğu için onu göremedim. Tek bildiğim, benim kapının bir tarafında durduğum, onun ise diğer tarafında hala ayak bileklerine kadar kuma batmış halde durduğu idi.

“Karen? Ne oldu?”

“Senin için çok değerli biri var, değil mi?”

“Evet, onu daha fazla bekletemem. Bu yüzden hemen ayrılmalıyız.”

“Çok mutluyum. Sonunda tekrar ilerlemeye hazırsın.”

“…Karen?”

Küçük elleri gömleğimin kumaşını sıkıca kavradı. “Hadi, Kaoru. Ne söyleyeceğimi zaten biliyorsun, değil mi?”

Kalbimde rahatsız edici bir çarpıntı hissettim ve nefeslerim alış verişim zayıfladı. Kaşlarımı çattım.

“…Hayır, Karen. Bilmiyorum. Neden açıkça söylemiyorsun?”

“Şey… şöyle düşün. Palyaço balığı sadece denizde yaşayabilir. Eğer bir tanesini alıp nehre atmaya çalışırsan, boğulup ölür. Bu konuda zayıflar. Tek yapabilecekleri, küçük anemon arkadaşlarının içinde saklanıp daha büyük ve güçlü balıkları uzaktan izlemek. Örneğin somon balığı gibi. Okyanusta veya tatlı suda yaşayabilirler. İstedikleri kadar çok kez akıntıya karşı yüzüp tekrar geri dönebilirler. Hatta şelalelerden bile atlayabilirler. Üstelik, çok da lezzetlidirler.”

“Evet, öyle. Haklısın. Ancak bunun şu anki durumumuzla ne ilgisi olduğunu gerçekten anlamıyorum.”

“Çok ilgisi var. Sen somon balığı gibisin, Kaoru. Ama ben? Ben burada sıkışıp kalmış, zayıf, küçük bir palyaço balığıyım.”

“Öyle deme!” Diye bağırdım. “Sen Karen’sin! Sen bir insansın, palyaço balığı ya da somon balığı değilsin! İstediğin yere gidebilirsin. Lütfen böyle şeyler söyleme… Beni öldüreceksin…”

Buraya ulaşmak için her şeyimi feda etmiştim. Tek başıma geri dönmem mümkün değildi.

“Sorun yok, Kaoru. Her zaman senin yanında olacağım… Bu yüzden lütfen.” Karen gömleğimi tutan elini bıraktı. “Benim için endişelenme. Dışarı çık ve içinden geldiği gibi yaşa. Tıpkı ona söylediğin gibi.”

Beni arkadan sadece hafifçe itti, ama dengemi kaybedip, tünele doğru sendeledim.

“Karen!” diye çığlık attım ve etrafımda dönmeye başladım.

Karen orada değildi. Ahşap kapının, göz kamaştırıcı güneş ışığının, beyaz kumlu plajın, hatta tuzlu suyun kalıcı kokusunun izi bile kalmamıştı. Yine her iki tarafa uzanan sonsuz tüneldeydim. Sanki ciğerlerimdeki tüm hava emilmiş gibi hissettim. Çaresizce kapıyı bulmaya çalışarak bir kez daha tünelin derinliklerine doğru yürümeye başladım.

Sonra kafamın içinde bir ses duyduğumu hissettim. “Dışarı çık ve içinden geldiği gibi yaşa. Tıpkı ona söylediğin gibi.”

Tıpkı ona söylediğim gibi. “O”nun kim olduğu belliydi. Karen bana geçmişin yükünü sırtımda taşımayı bırakıp geleceğe bakmamı, Anzu’nun yanında, dünyada kendime ait bir yer bulmamı söylüyordu. Bu, küçük kız kardeşim olarak bana verdiği son mesajdı.

“Nnngh…!”

Başımı ellerimle tutarak parmaklarımı kafa derime batırdım. Gözlerimi olabildiğince sıkı kapattım, ama yine de gözyaşlarım bir yolunu buldu.

“Nnnnnngh…!”

İçimde bir yerlerde, işlerin böyle sonuçlanacağına dair bir his vardı. Sonuçta Urashima Tüneli’nin gerçek gücü, kaybettiğini geri kazanmana yardımcı olmaktı. Bu bana Karen’i görme şansı ve başka birini sevme hakkını vermişti. Ayrıca bana farkında olmadan başka bir şey daha vermişti: dik durma ve gerçeklerle yüzleşme yeteneği. Geçmişin acısını geride bırakıp şimdiki zamanda yaşamaya başlamalıydım. Bunu yapmak için ise, kız kardeşimin ölümünü gerçekten unutmayı öğrenmem gerekiyordu, ki bu, onu benimle birlikte tünelden çıkarmak olan asıl hedefimle tamamen zıt bir durumdu. Birini seçmek zorundaydım.

Tünelin kendi iradesi olmadığına ve kötü niyetli olmadığına emindim. Tahminimce kaybettiğim şeylerin bir tezahürünü karşıma çıkarıyordu. Ve bu tahminim doğruysa içimde bir yerlerde bilinçsizce bu gerçekle -Karen’in ölümü- yüzleşmeye çalışıyordum. Bilmeliydim. Uzun zamandır tutunduğum son umut kırıntısını bir türlü bırakamamıştım; belki bir gün bir mucize olur ve ailece paylaştığımız o mutlu günler geri döneriz diye.

Bu, şüphesiz ki naif, hayali bir rüyaydı. Ama sonunda uyanma zamanım gelmişti. Dişlerimi o kadar sıkı sıktım ki, çatlayıp kırılacakmış gibi hissettim. Karın kaslarımı gerginleştirdim, içimde kabaran ve patlamak üzere olan duyguları bastırmak için elimden geleni yaptım. Onları zorla aşağıya, daha derine ittim ve kapağı sıkıca kapatıp, asma kilitle kilitledim. Ön kolumla gözlerimi sağdan sola sildim ve avazım çıktığı kadar bağırdım.

“Karennn! Şu anda çıkıyorummmmm!”

Bunun üzerine, dönüp olabildiğince hızlı bir şekilde koşmaya başladım.

Tamam. Seni seviyorum.

Neredeyse onun da cevap verdiğini duyabiliyordum.

 

TOPLAM GEÇEN SÜRE: 29 SAAT 35 DAKİKA (DIŞARIDA: 8 YIL 36 GÜN)

 

 

Sırt çantamın ağırlığı normalde olduğundan daha hızlı bir şekilde gücümü tüketiyordu, ama aynı zamanda geldiğimden çok daha güvende hissetmemi sağlıyordu. Yeterli su ve yiyeceğim olduğunu biliyordum, bu yüzden açlıktan öleceğimi düşünmeme gerek yoktu. Bu tamamen dayanıklılık ve dışarıya ne kadar hızlı çıkabileceğim meselesiydi.

Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki adeta sesini duyabiliyordum. Her adımda dizlerimden bir acı dalgası geçiyordu ve kırılıp parçalanacağından endişeleniyordum. Ciğerlerime yoğun bir şekilde hava alıp verirken boğazım kısılmış ve ağrımıştı. Acı çekiyordum. Yorgunluktan bitkin düşmüştüm. Yine de, durmuyordum. Belki bir noktada mola verebilirdim ama bunun için henüz çok erkendi.

Anzu dışarıda beni bekliyordu ve onu tekrar görmek için sabırsızlanıyordum. Tünele hiç girmeye çalışmadığını varsayarsam, bu noktada yirmi beş yaşındaydı. Ona beni beklemek zorunda hissetmemesi gerektiğini söylemiştim, bu yüzden beklemediğini düşünüyordum. Belki de zaten bir erkek arkadaşı vardı. Belki de beni tamamen unutmuştu. Belki de evli ve çocukları vardı. Ama umurumda değildi. Bu küflü eski mağarada koşturup durduğum aylar ve yıllar boyunca onun nasıl bir hayat sürdüğünü bilmek istiyordum. Yazdığı yeni hikayeleri okumak istiyordum. Tanrım, yapmak istediğim o kadar çok şey vardı ki!

Kararlı bir adımla yerden sıçradım ve hızımı artırdım. Bu noktada herhangi bir acı veya yorgunluk hissetmiyordum; geleceğe dair umutlarım ve hayallerim, her ikisini de hissetmememi sağlayan güçlü bir uyuşturucu görevi görüyordu. Bu adrenalin patlamasının, dışarıya kadar dayanacak kadar uzun süre devam etmesini umuyordum.

Yine de garipti. Sanki ne kadar çok koşarsam, o kadar çok dayanıklılık kazanıyor ve o kadar hızlı koşuyordum. Bu ivme uzun sürmedi, çünkü yokuş aşağı koşarken bacaklarım birbirine takıldı ve öne doğru yuvarlandım. Torri sütunlarından birine çarpana kadar yokuş aşağı yuvarlandım. O zaman bile, hemen ayağa kalkıp tekrar koşmaya başladım. Bir damla sıvı gözüme damladı. Ter olduğunu düşünerek, silmek için elimi uzattım ama parmaklarım kırmızıya boyandı. Görünüşe göre kafamdan kan akıyordu. Ancak aldırmadım. Koşmaya devam ettim.

Acele etmem gerekiyordu. Dünya artık beni daha fazla beklemeyecekti. Daha hızlı gitmem gerekiyordu. Çok daha hızlı. Ne kadar morarmış, kanamış veya yaralı olduğum umurumda değildi. Hiçbir şey beni durduramazdı. Hiçbir şey yoluma çıkamazdı. Zamanın akışı ilerlemeye devam ettiği sürece, ben de koşmaya devam edecektim. Bacaklarımın gücü kesilse bile, devam edecektim. Gerekirse tırnaklarım parçalanana kadar kendimi dışarı itecektim.

“Graaaagh!” Diye çığlık attım. Bunun değerli enerjimin boşa harcanmasından başka bir şey olmadığını biliyordum, ama elimde değildi. İçimdeki öfkeli duygu fırtınasını dışarı çıkarmak zorundaydım.  Görüşüm bulanıklaşmaya başladığında ve nereye gittiğimi anlayamadığımda bile koşmaya devam ettim. Tekrar tekrar tökezleyip düştüm. Ancak, her seferinde hemen ayağa kalktım. Ne olursa olsun, pes etmeyi reddettim.

Koşmaya devam ettim.

 

***

 

Çok uzun süredir koşuyordum. Nereye, bilmiyordum. Nedenini bilmiyorum. Belki bir şeyin peşindeydim, ya da belki bir şey beni kovalıyordu. Tek bildiğim, çok uzun zamandır koştuğumdu. Ayaklarım her adımda daha fazla morarıp, su toplasa da, kollarımı ileri geri sallayarak ilerlemeye devam ettim… Ya da en azından, ilerlediğimi düşündüm. Çünkü ne kadar zaman geçerse geçsin, bitiş çizgisine ulaşamıyormuşum gibi geliyordu.

 

***

 

 

 

“Mmngh…”

Boynumda korkunç bir ağrı ile uyandım. Sağ yanağımı soğuk, sert masa tablasından kaldırdım ve başımı kaldırdım. Görünüşe göre masamda çalışırken uyuyakalmışım. Eklemlerimin, yağ değişimi gerektiren bir makine gibi gıcırdadığını hissedebiliyordum. Dijital masa saatine baktım, saat sabahın üçüydü. Sandalyemden kalktım ve biraz gerindim, belimi tatmin edici bir çatırtıyla kırdım. Sessiz, uykulu yatak odamın havasında mürekkep ve odun hamurunun yoğun kokusu ağır bir şekilde asılı duruyordu. Yazı masamın üzerine yayılmış yığınla kağıtlara bakarken, bu gecelik bu kadar yeter diye karar verdim. Temizlik yapıp, duş aldıktan sonra yatacaktım ancak önce son bu sahneyi bitirmek istedim. Omuzlarımı bir yandan diğerine çevirdikten sonra oturdum, kalemi elime aldım ve çizgileri bir kez daha mürekkeple çizmeye başladım.

 

 

Kaoru’nun bensiz Urashima Tüneli’ne koştuğu o kader gününde, mektubu okumuş ve onun peşine düşmeye karar vermiştim. Birkaç gün önceden başlamış olsa bile, tünelde sadece bir dakika kadar zaman kazanmış olacağını düşünüyordum, bu yüzden onu kolayca yakalayabilirdim. Ancak bir şey beni durdurdu.

Burada bulabileceğini düşündüğün her ne ise, aslında ona ihtiyacın yok. İhtiyacın olan şey, bir an önce manga sanatçısı olarak adını duyurmak.

Torii’nin başladığı sınıra kadar gittim ama mektubundaki o tek satır, ayak bileğime zincirlenmiş bir top gibi, beni dış dünyaya bağlayıp içeri girmeme izin vermiyordu.

Bir bakıma, sanki bana büyü yapmış gibiydi. Çünkü şimdi, bu manga fırsatını değerlendirmezsem, Kaoru’ya doğrudan ihanet edecekmişim gibi hissediyordum. Sonunda, yapamadım. Geri dönmek zorunda kaldım.

Mektubu ilk okuduğumda şaşırtıcı bir şekilde sakin kalmayı başarbilmiştim, ancak geriye dönüp baktığımda, bunun sebebi, geride bırakıldığımın acı gerçeğiyle tam olarak yüzleşemememdi. Ancak bu benim için olumlu bir deneyim olmuş ve bu sayede sakin kalıp doğru kararı verebilmiştim. O gün eve vardığımda ilk yaptığım şey editörümü arayıp fikrimi değiştirdiğimi ve onunla çalışmak istediğimi söylemekti. Neyse ki bencilce tavırlarıma rağmen beni reddetmemiş, aksine bunu duyduğuna sevindiğini söylemişti.

O günden itibaren kendimi tüm kalbimle profesyonel olarak manga çizmeye adamış ve Kaoru’nun bana dönmesini bekliyordum.

O günden sonra, okula gitmeye devam ederken bir yandan da çizdiğim projeleri editörüme yolluyordum. Başlangıçta pek çok red yedim ve sayamayacağım kadar çok yarışma kaybettim, ama sonunda sıkı çalışmamın karşılığını aldım ve bir tanesini gerçekten kazandım: Bir dergide kısa, bağımsız bir öykü yayınladım. Sonuçtan memnun olmama rağmen sevinç hissetmedim. İşimi sevmiyor değildim, sadece okulda işlerin gidişatından rahatsızdım.

Sınıf arkadaşlarımızın hepsi Kaoru’yu tamamen unutmuş gibiydi. Elbette okula gelmeyi bıraktığında ve evden kaçtığı haberi yayıldığında kısa bir süreliğine sınıfın gündeminde oturdu, ama son sınıfa geldiğimizde herkes giriş sınavları ve kariyer yollarıyla o kadar meşguldü ki, ara sıra “Evet, o çocuğa ne oldu acaba?” diye bahsetmekten öteye geçemediler.

Bu durumu görmek bana insanların dedemin ölümünü çok çabuk unutmasıyla hissettiğim ilkel korkuyu hatırlattı; varoluşsal korkuyu ilk kez o zaman yaşamıştım. Ancak Kaoru’nun varlığının hafızamdan silinip gitmesi düşüncesi beni bundan daha da çok korkuttu, bu yüzden onu her zaman zihnimin ön saflarında tutmaya, dünyadaki herkesten daha çok onu düşünmeye özen gösterdim. Liseden mezun olduğumda editörüm, daha tanınmış bir manga sanatçısının yanında kalarak deneyim kazanmak için Tokyo’ya taşınmamı önerdiğinde, Kozaki’de kalmakta ısrar ederek bu teklifi hemen reddettim. Burada küçük, tek odalı bir daire kiraladım ve böylece tam zamanlı yazar olarak hayatıma başladım.

Elbette annemle babam üniversiteye gitmek yerine manga kariyerine yönelmeme şiddetle karşı çıkmıştı; bu tür konularda her zaman çok katı davranmışlardı. Ancak çok geç kalmışlardı; kararlılığım onların beni durdurmasına izin vermeyecek kadar güçlüydü. Bunun için beni reddedebileceklerini çok iyi bilsem bile, hayatımı tamamen manga yazmaya adamaya karar vermiştim. Her günün her saatini dünyalar, karakterler ve hikayeler yaratarak geçirdim. Ve bu sıkı çalışmam kısa sürede meyvesini verdi. Liseden mezun olduktan sadece bir yıl sonra, ilk seri yayın anlaşmamı yapmayı başardım. Ve işte o anda işlerim yoğunlaşmaya başladı. Günlük iş yüküm birkaç kat arttı ve şanslı olduğum günlerde lise zamanında uyuduğumun sadece yarısı kadar uyuyabiliyordum. Ancak seri manga sanatçısının yaşam tarzı ne kadar yorucu olursa olsun, hayatımın uyanık olduğum her saatinde göğsümü delen sürekli endişe duygusundan dikkatimi başka yöne çekmek için kesinlikle güçlü bir uyuşturucu görevi görüyordu. Kaoru’nun ne zaman döneceğini bilememenin verdiği korkunun, beni derinden sarsmadığı tek bir gün bile yoktu.

Bu yoğun programıma rağmen ne zaman boş vakit bulsam koşa koşa Urashima Tüneli’ni kontrol ettim. Orada oturup sanki karşımda Kaoru varmış gibi kendi kendime konuşuyordum; yeni mangamın nasıl gittiğini veya hayatımla ilgili gereksiz bilgileri anlatıyordum. Arada sırada Kaoru’nun adını sesleniyordum. Birinin mezarını ziyaret edip saygılarını sunmak gibiydi, ama mezarın önüne çiçek bırakacak kadar ileri gitmiyordum.

Tüneli her ziyaret ettiğimde ona küçük bir mektup yazdım. Mektupta hayatımda olan bitenleri ve güncel iletişim bilgilerimi yazdım. Onun benim için yaptığı gibi, mektubu bir şişeye koyup tünelin içine bırakıyordum. Ancak ne onun ne de başka birinin mektubu açıp okuduğuna dair hiçbir işaret göremedim.

 

Söylesene, Tono-kun. Daha ne kadar beklemem gerekiyor? Yoksa yaptığım ilk hata seni beklemek miydi?

 

Cevaplanmayacak sorulara nefesimi boşa harcamamın anlamsız olduğunu biliyordum. Dudaklarımdan çıktıkları anda, Urashima Tüneli’nin dipsiz boşluğuna yutulacaklardı. Tıpkı diğer her şey gibi.

 

İlk seri yayın anlaşmamın birinci yılında, hikayem nihayet hız kazandı. Neredeyse finalinin genel hatlarını görebiliyordum. Tek yapmam gereken, heyecan verici bölümleri birbiri ardına dizmek ve büyük finali olabildiğince iyi hale getirmek için yeterli miktarda ipucu serpiştirmekti. Neyse ki, sonunda sıkı yayın programımın ritmini yakalamıştım ve artık biraz boş zamanım bile vardı; ama bu boş zamanlarda yaptığım tek şey Kaoru’yu düşünmekti. Sıcak aylar her zaman en zor olanlardı; bana, onunla neredeyse her günü birlikte geçirdiğimiz ve ikimizin de birbirimizin tüm dünyası olduğu o rüya gibi yaz günlerini hatırlatıyorlardı.

Onlar hayatımın en dolu, en unutulmaz ayları olmuştu. Her gün yeni bir heyecan, keşfedilecek yepyeni bir maceraydı. Ancak son zamanlarda, bunu düşünmek göğsümde bıçaklanmışım gibi keskin bir acı yaratıyordu. Sonra endişe bıçak yarasından sızarak yavaşça kalbimi kemirmeye başlıyordu.

Ya Kaoru uzun zaman önce Urashima Tüneli’nden çıkmış olsaydı? Ya benim haberim olmadan, daha iyi bir yerde gizlice yeni ve mutlu bir hayat yaşıyorsa? Ya artık benimle hiçbir şey yapmak istemiyorsa ve bu yüzden benimle iletişime geçmeye çalışmadıysa? Endişelerim o kadar şiddetli hale gelmişti ki artık nefes alamıyordum.

 

İki yıl daha geldi ve geçti.

İlk manga serim nihayet tamamlandı. Hiçbir şekilde kesintiye uğramadan veya kısaltılmadan; anlatmak istediğim hikayenin her bir parçasını kağıda dökmeyi başardım. İşleri bu kadar iyi halletmemden dolayı çok memnundum. Hikaye yayınlanmaya başlamadan önce hayal ettiğim gibi sonu mükemmel bir şekilde yazdım ve okuyucular da bayıldı.

Buna depresif ruh halim geçecek gibi görünmüyordu.

Artık seri halinde yayınlanan mangamda bittiğinden yeni bir şeyler çizmezsem para kazanamazdım.

Sanki yoldan çıkmış, gecenin karanlığında ormanda kendi başımın çaresine bakmak zorunda kalmıştım, nereye gideceğimi bilmiyordum. Editörüm, yeni bir hikaye konsepti için taslak bir metin hazırlamam gerektiğini söyledi. Bu mantıklıydı, elbette. Bir yazar olarak, bir hikayeyi bitirdikten sonra, bir sonrakine geçmeliydim. Bu, profesyonel bir manga sanatçısı olmanın döngüsüydü. Ancak, artık bir hikaye anlatıcısı olarak yeteneklerime tam olarak güveniyor olsam da, bunun insan olarak benim, Anzu Hanashiro’nun gerçekten istediği şey olduğuna tam olarak ikna olmamıştım. Ya da daha basitçe söylemek gerekirse, kaybolmuştum, hayatımın bundan sonra nereye gideceğinden emin değildim.

Kaoru’yu ciddi ciddi aramaya mı çalışmalıydım, yoksa yeni bir manga mı yazmalıydım?

İtiraf etmeliyim ki, yıllar boyunca birkaç kez tünele girip onu kovalama fikrini düşünmüştüm, ancak her seferinde mektubundaki sözleri hatırladım ve ona, manga kariyerime tüm gücümü vermem gerektiğini hissettim. Bu, tüneli tek başıma geçme korkusu ve tünelin bilinmezliği ile birleşince, beni daha da çekingen hale getirdi.

Ayrıca, dediğim gibi, Kaoru oldukça uzun bir süredir tüneldeydi; tahminime göre muhtemelen yirmi dört saat olmuştu. Doğaüstü olaylar olmadığı sürece, bu süre herhangi bir tünelin sonuna ulaşması için yeterliydi. (Bildiğim kadarıyla) hala içeride olması, gerçekten kötü bir şeyin olduğunu ima ediyor gibiydi. Belki bir tür tuzağa düşmüş ve birinin yardım olmadan çıkamazdı, bu yüzden açlıktan ölüyordu. Belki de korkunç bir varlıkla karşılaşmış ve ağır yaralanmıştı. Zihnim birbiri ardına en kötü senaryoları tasarlıyor ve her “ya eğer” ile göğsüm gittikçe daha da sıkışıyordu. Bir parçam çaresizce içeri girip ona yardım etmek istiyordu. Ancak o ilk torii’nin önünde her durduğumda, yerimde donup kalıyordum, kaslarımı hareket ettiremiyordum.

Ben artık yetişkin bir insandım; bir zamanlar olduğum yenilmez gençlik yıllarım geride kalmıştı. Artık gerçek sorumluluklarım vardı ve uzun vadeli finansal istikrarımı ve refahımı düşünmem gerekiyordu. Bu yüzden kendimi herhangi bir tehlikeye atma düşüncesi oldukça korkutucuydu. Aslında bundan daha da korkutucu olan, içeri girip Kaoru’nun orada olmadığını fark etme düşüncesiydi. Ya tünelden çıkıp Kozaki’yi tek kelime etmeden geride bırakmış olsaydı? O zaman son birkaç yılda elde ettiğim tüm başarıları çöpe atmış olurdum.

Kaoru’dan vazgeçip onu unutmaya çalışmam gerektiğini biliyordum. Beş yıl boyunca ona sürekli takıntılı olmanın sağlıksız olduğunu biliyordum ancak yapamıyordum. Bunca yıldan sonra artık geri dönmeyeceğine emin olsam dahi her telefonum çaldığında içimdeki umut kırıntısı alevleniyor ve Kaoru olup olmadığını merak ediyordum.

Böylece, Kaoru’nun peşinden gidemeyen, ama ondan da vazgeçemeyen bir ıstırap içinde çürüdüm, haftalar ve aylar buruşuk çizim kağıtları gibi birikip durdu. Ne zamandan beri bu kadar korkak biri olmuştum? Geçmişte, hiçbir çaba sarf etmeden, hatta iyi bir nedeni bile olmadan her zaman iyimser bir bakış açısını koruyabilen cesur halimi kıskandığımı fark ettim.

 

Günler birbiri ardına geçmesine rağmen bir sonraki büyük manga serim için iyi bir fikir bulamıyordum. Ve tabii ki, Kaoru’dan da haber yoktu. Eski bir arkadaşım olan Koharu Kawasaki beni öğlen yemeğine davet etti.  Bir gün Kozaki şehir merkezindeki eski kafede buluştuk.

“Hey, Anzu! Uzun zaman oldu, değil mi?”

“Evet…”

Mezuniyetten beri birbirimizi hiç görmemiştik. Bir süre mesajlaşarak iletişimimizi sürdürdük ancak kariyerim hız kazanmaya başladıkça, bu da yavaş yavaş azaldı ve şimdi neredeyse bir yıldır konuşmamıştık. Uzun zaman sonra Koharu’nun yüzünü tekrar gördüğümde, gülümsemesinin ne kadar yumuşak ve dostça hale geldiğini fark ettim. Mezun olduktan kısa bir süre sonra Kozaki’den ayrılmış ve meslek okulunda öğretmenlik lisansı almış ve bir ilkokulda öğretmenliğe başlamıştı.

Koharu, lisedeyken bana büyüdüğünde öğretmen olmak istediğini söylediğinde, gerçekten çok şaşırmıştım. O kadar şaşırmıştım ki, neredeyse benimle dalga geçtiğini düşünmüştüm. Ancak gerçekten olmuştu işte. Net bir plan hazırlamış, bu planı sonuna kadar uygulamış ve şimdi tam anlamıyla bir öğretmen olmuştu, tıpkı söylediği gibi. Bu bir zamanlar kötü kız olduğu için ona karşı hissettiğim tüm küçümseme yok olmuş, yerini içten bir saygıya bırakmıştı.

Hızla birbirimizin hayatındaki yeni ve heyecan verici gelişmeleri paylaşmaya başladık ve yemeklerimiz geldikten sonra da yerken sohbet etmeye devam ettik.

“Son zamanlarda yeterince uyuyabiliyor musun?” diye sordu Koharu.

“Kim ben mi?”

“Evet, gözlerinin altında büyük koyu halkalar var. Mangan bitmesine rağmen hala meşgul müsün?”

“Hayır, pek sayılmaz. Sadece son zamanlarda uykuya dalmakta zorluk çekiyorum galiba.”

“Bir dakika, İnsomnia mı oldun? Seni strese sokan bir şey var mı? Çizer olarak fikir bulamama gibi bir olay mı?”

“Evet, tabii. Bu da bir parçası, ama…”

“Yoksa? Bir saniye, konu Tono, değil mi?”

Ne diyeceğimi bilemedim. Koharu’nun beni bu kadar kolay anlayabileceğini hiç beklemiyordum. Nedense somurtkan bir ifade takındı, sonra dirseklerini masaya koydu ve başını ellerinin üzerine dayadı.

“Tanrım, o çovcuk nereye kaçtı acaba…?” diye yüksek sesle mırıldandı.

Lise yıllarında Koharu hakkında ne kadar şikayet etsem de, mezuniyetten sonra Kaoru’nun ani ortadan kayboluşu hakkında endişelenmeye devam eden tek kişi oydu. Bu yüzden ona saygı duymak zorundaydım.

“Yani, ne tür bir ezik kaçıp senin gibi bir kızı yalnız ve çaresiz bırakır ki, anlamıyorum? Yemin ederim onu görürsem yüzüne okkalı bir yumruk geçireceğim.”

“Oh, lütfen yap. O bunu hak ediyor.” dedim gülerek.

Ondan sonra bir süre sessizce yemek yedik, restoranın tavan hoparlörlerinden yumuşak bir şekilde akan smooth jazz müziğinin keyfini çıkardık.

“Hey, Kawasaki?” Makarnayı çatalımda çevirirken, sanki hiçbir şey olmamış gibi sordum.

“Hmm? Efendim?”

“Manga kariyerimi tamamen bırakıp onu aramaya çıkmayı düşündüğümü söyleseydim, ne derdin?”

Koharu’nun elleri aniden durdu ve bana bakarken gözleri fal taşı gibi açıldı. “Anzu… Hala o çocuğa aşık değilsin, değil mi?”

“Yani…”

“Bak, yargılamak bana düşmez, biliyorum, ama bu takıntının yeterince uzadığını düşünmüyor musun? Yani, çocuk bize haber bile vermeden ortadan kayboldu. Onu anca kendi isteğiyle geri dönerse görebiliriz.”

“Evet, bunu anlıyorum, ama bu onu daha az özlememi sağlamıyor,” diye cevap verdim, sesimi biraz yükselterek. Ben çok ciddiydim. Tek sorun, benim için mangamın neredeyse onun kadar önemli olmasıydı.

“Yani… burada gerçekten birini seçmek zorunda mısın? Manga yazmaya devam ederken onu aramaya gidemez misin?”

“Hayır. Kesinlikle hayır.”

Koharu endişeyle kaşlarını çattı. “Yorgun düşmediğinden emin misin, Anzu? Belki biraz ara vermelisin, sonra zihnini boşaltıp bu konuyu tekrar düşünmelisin…”

“Bunu yapamam!” diye bağırdım, sabrım taşmıştı. “Koşmayı bırakamıyorum. Hızımı bile azaltamıyorum. Eğer azaltırsam endişelerim beni yutar. Ve bu olduğunda, etrafımdaki her şey karanlığa bürünüp, beni hiçbir şeyi göremeyecek ve düzgün düşünemeyecek bir hale getirecek. Beni en çok korkutan şey bu. Zihnimi meşgul edecek bir şey yapmazsam, tüm bu rahatsız edici düşünceler beni felç ediyor. Gerçi bunun pek bir önemi yok sanırım, çünkü neye karar verirsem vereyim, her zaman kendimi sorgulamaya başlıyorum ve bunun gerçekten doğru seçim olup olmadığını merak ediyorum…”

Başımı eğdim, alnımı iki elimle kapattım ve yalvardım: “Söylesene, Kawasaki: Ne yapmam gerekiyor…?”

Onun hiçbir cevabı olmayacağını biliyordum. Ancak, artık kapak açılmıştı, yıllardır içimde biriktirdiğim tüm duyguları dışarıya dökmekten kendimi alamadım. Koharu, cevap vermeye çalışmadan önce uzunca su içti.

“Üzgünüm Anzu… sana bu konuda tavsiye veremem.”

“…Biliyorum. Üzgünüm, havayı bozmak istemedim. Endişelenme.” Utancımı gizlemek için boşuna bir çaba göstererek garip bir şekilde gülümsedim ve sonra makarnamı yemeye devam ettim. Menüdeki en popüler yemek olması gerekirken, şu anda tadı çamur gibiydi.

“Ama biliyor musun? Bu, eski bir konuşmamızı hatırlattı bana,” dedi Koharu, yüzünde aniden hüzünlü bir ifade belirdi. “Lisedeki, yüzüme yumruk attığın zamanı hatırlıyor musun? Sonra işler biraz çığırından çıktı ve sizler yaz ödevlerimi bırakmak için benim evime geldiniz. Sana, senin gibi olmak istediğimi söylediğimi söylemiştim. Bana ne dediğini hatırlıyor musun?”

Cevap vermedim. Kawasaki’yse kısa bir duraklamanın ardından devam etti.

“Sonuçta, hayatımızı yaşamak için tek bir doğru yol olmadığını söyledin.

“Tek yapabileceğimiz bir yol seçmek ve bize verilen sürede ne kadar uzağa gidebileceğimizi görmek için o yolda olabildiğince hızlı koşmak… En azından, ben öyle olduğundan eminim. Belki kelimeleri biraz karıştırmış olabilirim, ama hala çok net hatırlıyorum.”

Birdenbire, Koharu’nun dudakları geniş ve her şeyi kapsayan bir gülümsemeye dönüştü.

“O sözler hayatımı değiştirdi, biliyor musun? Bu yüzden, inançlarına sadık kalır ve içgüdülerinin sana gösterdiği yolu izlersen, belki, sadece belki, sonunda her şey istediğin gibi olur diye düşünüyorum. Tıpkı benim için yaptıkları gibi.”

Koharu’nun sözleri kulaklarımda çınladı, sonra yavaşça tüm vücuduma yayıldı.

Göğsümün derinliklerinde, sanki yorgun kalbimin dibinden magma fışkırıyormuş gibi bir sıcaklık hissettim; yıllar boyunca içimde biriken tüm endişe tortularını eritiyordu. Uzun zamandır hissetmediğim bir tür heyecan verici enerjinin vücudumun her köşesine geri döndüğünü hissettim. Bu garip hissin ne olduğunu tam olarak biliyordum, çünkü eskiden de hissetmiştim. Bir zamanlar benim olan bir şeydi bu. Cesaretimdi. Korkusuzluğumdu.

“Yani, tabii ki, burada yaptığım tek şey sana kendi tavsiyeni geri vermek. Hala ne tavsiye vereceğimi bilmiyorum ama… Bekle, Anzu? İyi misin?”

Fark etmemiştim, ama gözyaşları yanaklarımdan akıyordu. “Kawasaki…”

“Evet?”

“Sanırım yanlış hatırlıyorsun. Eminim ki ben hiç bu kadar havalı bir şey söylemedim ya da sen fazla abartıyorsun.”

“Ha?! Ö-öyle mi düşünüyorsun? Tanrım, bu çok utanç verici… Üzgünüm, çok uzun zaman oldu ve…”

“Hayır, sorun değil… Teşekkür ederim.” Garsonun masaya getirdiği sıcak nemli havlulardan biriyle gözlerimi sildim. Bunu daha önce nasıl fark etmemiştim? Bunların hepsi benim bilmem gereken şeylerdi, ama bir şekilde, yolun bir yerinde, hepsini gözden kaçırmıştım. “…Tanrım, ben çok aptalım.”

Sanki biri düğmeyi çevirmiş gibiydi. Artık gözlerim tamamen açılmıştı ve önümdeki yolu tekrar görebiliyordum. Yemek tabağımı aldım ve çeneme dayadım, sonra kalan makarnayı doğrudan ağzıma doldurdum.

“A-Anzu?! Birdenbire ne oldu?!”

“Oh ya! Hesabı ben ödeyeceğim!”

Cüzdanımdan on bin yenlik bir banknot çıkardım ve masaya sertçe vurdum ve ağzım hala makarna ile dolu halde kafeden dışarı koştum. Orada bir dakika daha kalamazdım çünkü sonunda bir şeyi fark etmiştim. Çok önemli bir şeyi. Sadece beklemek beni hiçbir yere götürmeyecekti. Ancak, Kaoru’dan veya manga hayallerimden vazgeçmeye niyetim yoktu. İkisi arasında seçim yapmam imkansızdı. İkisini de elde etmenin bir yolunu bulmam gerekecekti.

Urashima Tüneli’ne girecektim. Kaoru’yu orada bulamazsam, gerekirse tüm dünyayı arayacaktım. Ve Koharu’nun dediği gibi, onu ararken manga çizmeye devam edecektim. Nefes aldığım sürece, hiçbir şey beni manga çizmekten alıkoyamazdı.

Evet, bu açgözlü kararın bana sadece kalp kırıklığı getireceğini çok iyi biliyordum. Aynı anda iki tavşanı kovalayan avcı, ikisini de yakalayamazdı çünkü. Ancak, her iki tavşanı da kovalamaktan başka seçeneğim yoksa, bende ikisini aynı anda kovalamanın bir yolunu bulacaktım. Ayrıca tereddüt edip, olduğum yerde kaldıkça hiçbir şeyi yakalayamazdım.  Bunun gerçekleşmesine izin vermem için cehennemde kar yağması gerekirdi!

Varlığımın her zerresi bana aynı şeyi söylüyordu:

Koş. Onu olabildiğince hızlı bir şekilde kovala.

Beynimde sıcak kanın dolaştığını hissettim ve karışık anılar gözlerimin önünde bir tepegöz projektöründen slaytlar gibi geçip gitti. Kozaki Lisesi’ne transfer olduğum gün. O serseriyle kavga ettiğim gün. Kaoru’yu ilk kez tren rayları boyunca takip ettiğim gün. Koharu ve benim aramızdaki anlaşmazlıkları çözdüğümüz gün. Kaoru ve benim tünelde ilk kez el ele tutuştuğumuz gün. Hep birlikte festivale gittiğimiz gece. Tek kelime etmeden ortadan kaybolduğu gün. O geçici, hala bitmeyen yaz boyunca onunla geçirdiğim her an beni ileriye itti, bacaklarımı olabildiğince hızlı ileri ittim. Bu kadar uzun süre beklediğim için kendime kızıyordum.

 

Dinliyor musun, Tono-kun? Çünkü seni bulmaya geliyorum.

Elimden geldiğince hızlı koşacağım. Dünyanın sonunda olsan bile seni bulacağım.

Lütfen, ben oraya gelene kadar güvende kalacağına söz ver.

 

Kaoru’nun Urashima Tüneli’ne girmesinden bu yana beş uzun yıl geçmişti. Sonunda oraya koşup benim olanı geri alma zamanım gelmişti.

 

***

 

Hanashiro… Hanashiro…!

Tünelde koşarken defalarca onun adını haykırdım, boğazım ses çıkaramayacak kadar kısılsa bile kafamın içinde haykırmaya devam ettim. Bütün vücudum yanıyordu. Her bir parmağımda kanın akışını hissediyordum. Kalbim vücudumdaki her bir hücreye ulaşıyor, her atımda daha da hızlanıyordu.

Hanashiro… Hanashiro…!

Bir sonraki köşede keskin bir şekilde dönerken ayaklarımı sıktım. Bir anlık bile olsa yavaşlamayı reddediyordum..

Bu yoğun momentum değişikliğini yaparken, kulak zarlarımdan rüzgarın sesi geçti, sonra o duvarı da geçip bir sonraki geçide en yüksek hızda ilerledim.

Hanashiro… Hanashiro…!

 

Normalde kaslarımın çoktan yorgunluktan hareket edememesi gerekiyordu ancak sanki arzuma eşlik ediyorlarmışçasına beni itmeye devam ettiler.

Hanashiro… Şimdiye kadar çok daha olgunlaşmış ve büyümüş olmalısın. Lisedeki o düşvari yazımızı hala hatırlıyor musun? Şu anda ilk karşılaşmamızı düşünüyorum da, gerçekten çok komik. Senin dışında herhangi birinin alınacağı, gerçekten düşüncesizce bir şey söyledim. Ancak, nedense, bu olay senin ilgini o kadar çekti ki, beni Urashima Tüneli’ne kadar takip ettin ve orada ilk gerçek sohbetimizi yaptık.  O andan itibaren, heyecan verici bir sırrı paylaşan ortaklar olduk. Ve soruşturmamız boyunca, seni oldukça iyi tanıdım. Sen, benim her zaman istediğim ancak sahip olamadığım pek çok şeye sahiptin. Bir keresinde bana beni gerçekten takdir ettiğini söylemiştin, ama benim açımdan, seni takdir eden hep ben oldum. Sen, benim tanıdığım herkesten farklı olarak parlak bir ışıltı yayıyordun. Zeki zarafetin, acımasız dürüstlüğün ve tüm sevimli tuhaflıklarınla, sonsuza dek süren kasvetli, tek renkli dünyama ilk kez canlı renkler kattın.

Bu yüzden seni asla unutamadım. Hayatına devam etmiş ve beni unutmuş olsan bile, ben seni ve sıcak yaz güneşi altında rüzgar gibi koştuğumuz o günleri asla unutmayacağım. O zamanlar henüz on yedi yaşındaydın, bu yüzden sana çok uzak bir geçmiş gibi gelebilir ama benim için her şey hala çok net. O günleri her zaman hatırlayacağım ve anılarımızı kalbimde saklayacağım.

Birdenbire, bacaklarımın çöktüğünü hissettim; görünüşe göre, sonunda sınırımı aşmıştım. Kendimi darbeden korumak için hazırlanamadan, dik yokuşun tepesinden aşağı doğru düştüm.

“Ah, sikeyim…”

Yüzümü korumak için kollarımı yeterince yükseğe kaldıramadan, yere çarptılar ve bileklerimde şiddetli bir ağrı hissettim. Ancak bu tek başına ivmemi durdurmaya yetmedi ve havada tam bir dönüş yaptıktan sonra sırt üstü sert bir şekilde yere çakıldım. Düşüş, ciğerlerimdeki son nefesimi de aldı ve tek yapabildiğim, acınası, nefes nefese bir öksürük çıkarmak oldu. Bedenim yere tekrar tekrar çarparken aşağı doğru yuvarlanmaya devam ettim.

Beynimde bir çıt sesi hissettim, sonunda bağ kesilmiş ve zihnim nihayet serbest kalmıştı.

 

 

 

 

 

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.