İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 09 Bölüm 13

Ormanda Yağan Yağmur (Kısım 2)

 

Çevirmen: RaccoonYobo

 

Bu işte bir bit yeniği olduğunu başından beri biliyordum.

Üstat Fitz beni kiraladığından beri oldukça tuhaf davranıyordu ve oldukça tuhaf şeyler yaşanıyordu. Az önceki yağmur bulutları doğal olmayan bir hızda toplanmıştı. Kışları çok ama çok nadiren ani sağanak yağışı olurdu. O fırtınayı birisinin büyüyle yaptığı çok belliydi. Ama neden birisi böyle bir şey yapsın ki? Neden… sadece üzerimize yağmur yağdırsınlar? Amacımıza ulaşmamızı zorlaştırmak mı istiyorlar acaba? Kim neden bunu yapar ki? Prenses Ariel’in tartışığı soylu mu acaba? İyi de niye? Herhalde Fitz’in çiçeğe ulaşmasını engellemek için.

Ama amaçları buysa neden sadece yağmur yağdırsınlar ki? Yağmur yerine kafamıza ok da yağdırabilirlerdi.

Üstat Fitz bunun farkına varmış mıydı acaba? Yüzünden gergin bir ifade vardı o yüzden cevabın evet olduğunu düşünüyorum. Ama o bir yandan oldukça sakin de görünüyordu. Belki bir şey yaşanmasını bekliyordur.

Eğer madem durum buysa, neden beni öncesinde uyarmadığını anlamıyorum. Bana suikast düzenlemeye çalışıyor olabilir mi yoksa? Yok canım, kulağa mantıksız geliyor. İsteseydi beni şimdiye kadar bin defa öldürmüştü.

Ne oluyor lan?

Kıyafetlerimizi kurutmak için ateş yakmaya hazırlanırken endişeyle düşünüyordum.  Neyse ki böyle bir şey yaşanır diye yanımda hazır kesilmiş odun getirmiştim. İstersem sadece büyüyle de ateş yakabilirdim ama bir canavar tehdidinde dikkatim dağılıp ateşin sönmesine neden olabilirdi. Tek ışık kaynağımızdan mahrum kalacağımız için ve sonrasında tekrar ateş yakmak zorunda kalacağım için büyük tehlike oluştururdu. Yanında temel şeyleri bulundurmanın hiçbir zaman zararı dokunmazdı.

“…Tamamdır, şimdi ateşi yakalım.”

Odunları dizdikten sonra ateşe verdim. Ateşim kendi kendine yettiğinden emin olduktan sonra da üzerimdeki kürkü çıkarttım. Kürk sırılsıklam olmuştu; kürkün yüzeyinde ince bir buz tabakası oluşmuştu. Kürkün altına eski gri cüppemi giyiyordum, cüppemde ıslanmıştı. Görünen o ki donuma kadar ıslanmıştım. Allahtan yanıma yedek kıyafet almıştım. Dikkatli bir şekilde rüzgar ve su büyüsü kullanarak kıyafetlerin içindeki nemi çıkarttım. Nemi tamamen çıkarmadım ama öbür türlü kumaşa zarar vermiş olurdum.

Yapılacak her şeyi yaptıktan sonra toprak büyüsünden bir kurutma askısı oluşturdum ve iç çamaşırlarım dışındaki her şeyi askıya astım.

Ateşe doğru dönüp yaklaştım, mağaranın içi buz gibiydi. Mağaranın girişini büyü kullanarak kapatmıştım. Tabi karbon monoksit zehirlenmesi yaşamamak için kapattığım girişe dumanın çıkması için ufak bir delik açmıştım.

Sığınağı az da olsa daha konforlu yapmıştım. Şimdi asıl soru iç çamaşırımı ne yapacağımdı. Fitz’in varken cıbıldak gezinmek tuhaf olurdu doğrusu.

Ona bir bakış attım— omuzlarını tutmuş mırıldanarak tir tir titriyordu. Üzerindeki kürkü çıkarmıştı ama cüppesiyle dahil her şey hala üzerindeydi. Eleman bu gidişle hipotermiden ölecekti.

“Şey yapsan, ee…”

Kıyafetlerini kuruması için assan olmaz mı? Diyecektim, ama diyemedim. Fitz genç bir erkek olduğunu iddia ediyor olabilir ama gerçekte kız olduğundan şüpheleniyordum. Önümde soyunması hoş olmazdı. Ama kıyafetlerini çıkartmasa çok daha kötü olurdu.

Ne olacak şimdi? Hmm… “Üstat Fitz”

“Efe… Ne olduk Rudeus?!” dedi yüksek sesle. Anlaşılan o da içinde olduğu ikilemi anlamıştı. Bu hiç iyi değildi. O na bir çıkış yolu sunmam gerekiyordu.

“Biliyor musun bilmem ama tanıdığım bir kız bana elflerin kendi ırkları dışındaki insanların önünde soyunmaktan nefret ettiğini söylemişti. O yüzden sen rahatça kıyafetlerini çıkar diye arkamı dönüp gözlerimi kapatacağım, ne dersin? Senin sadece kıyafetlerini çıkartman, büyüyle kurutman ve bana işinin bittiğini söylemen yeterli.”

“Huh?!” Fitz oldukça şaşırmış görünüyordu. Eh az önce dediğim şeyi uydurduğum için haksız değildi. Eğer gerçekte öyle bir tabu olsaydı Elinalise o tabuyu her gün düzenli olarak çiğniyor olduğu anlamına gelirdi. Fakat “inandığımı” söylediğim yanlış bilgi Fitz’in işine yarayan bir şeydi, tabi bana ayak uydurduğu sürece.

Yavaşça arkamı dönüp gözlerimi kapattım… ve dikkatlice dinlemeye başladım. Kıyafetlerini çıkartma sesini dinleme zevkinden mahrum kalmanın bir anlamı yoktu sonuçta. Gerisini hayal gücüm hallederdi.

“………..”

“…”

Her nedense bir şey duymuyordum. Fitz’in kıyafetleri hala ıslaktı, evet, ama yine de… onları çıkartıp büyüyle kuruttuğundan hafif bir rüzgar sesi gelmesi gerekirdi. Çok tuhaf. Hiç ses çıkarmadan kıyafetlerini değiştirebiliyor muydu yoksa?

Şimdi düşünüyorum da ilkokulumdaki kızlar kıyafetlerini çıkartmadan mayo giyebiliyorlardı. Havalı bir yetenekti doğrusu. İlkokulumda adam akıllı bir soyunma odası olmadığından erkekler ve kızlar sınıfta birlikte soyunmak zorunda kalıyordu. Eski güzel günler. İnternet yaygınlaşmaya başladıktan sonra gizlice kıyafet değiştirmenin sırlarını öğrenmiştim. O tür sırlara bir tür ilgi beslemiştim. Tabi, o konudaki ilgim tamamen akademikti. Kesinlikle cinsel bir ilgi değildi. Muhtemelen.

Eğer Fitz kıyafetlerini çıkartmadıysa şimdiye kadar soğuktan ölmüş olması gerekirdi. Bu mazeretle birlikte yavaşça arkama döndüm.

Üstat Fitz ile gözlerimiz anında kesişti. Hala güneş gözlüklerini takıyor olsa da gözlerime baktığını anlayabiliyordum. Bu sefer gözlerimi kaçırmamıştım ama. Çünkü yüzü tehlikeli biçimde beyazdı. “Üstat Fitz!”

Hala omuzlarını sımsıkı tutuyordu ancak öncesine kıyasla daha şiddetli titriyordu. Yüzünde hiç renk kalmamıştı. İliklerine kadar donduğu belli oluyordu.

Kışları Kuzey Topraklarında sıcaklıklar her zaman donma derecesinin altında oluyordu. Dışarı çıkmak bile anında götünün donmasına yetiyordu. Hatta şu an ben bile donuyordum. Mağaranın içindeki sıcaklık gittikçe artıyordu evet ama Üstat Fitz’in üzerindeki ıslak kıyafetler onda buz banyosu etkisi yapıyordu.

Bu inanılmaz tehlikeli bi durumdu.

“Lütfen dinleyin beni, kıyafetlerinizi değiştirmek zorundasınız. İsterseniz size küçük bir giyinme kabini yapabilirim ne dersiniz? Ya da mağaradan çıkabilirim. Evet, bu kulağa mantıklı geliyor. Hemen çıkıyoru–”

“Bekle.”

Tam mağaranın girişine gidecektim ki Fitz bana seslendi. Bana bir süre baktı, hala titriyordu. Sonra ayağa kalkıp titreyen bacaklarıyla yavaşça yanıma yaklaşıp gözlerimin içine baktı.

“……..”

“…”

O sadece… gözlerimin içine bakıyordu. Sanki demek istediği bir şey var gibiydi. Ama ne demek istiyordu? Bana ne söylemeye çalışıyordu? “Bu gidişle, bu gidişle… soğuk kapacaksınız Üstat Fitz…”

“E-Evet,,” diye cevap verdi, sesi titriyordu. “H-Haklısın.”

Elim ayağıma dolanmıştı. Ne düşündüğünü anlayamıyordum artık. “Kıyafetlerinizi… üstünüzdeki kıyafetleri çıkarmanız gerekiyor. Tehlikedesiniz. Soğuk kaparsanız ölebilirsiniz…”

“Evet… Sanırım bu gidişle öleceğim…” Fitz başıyla onayladı ama hala kıyafetleriniz çıkarmıyordu. Uh, ben onu izlerken soyunmasını beklemiyordum gerçi, evet.

Ben hiçbir şey bilmiyorum! Üstat Fitz erkektir! Kesinlikle kadın değildir! Ben böyle olduğuna inanıyorum, ah siktir! Gözlerimi kapatmam gerekiyor şu anda değil mi?

“Kıyafetlerimi çıkaramıyorum. Sen çıkar.”

Aklından ne geçiyor be bunun?

“…Yani, madem kıyafetleriniz çıkartamıyorsun o zaman başka çaresi yok.”

Aklımdan ne geçiyor be?

Siktir. Ellerim kendiliğinden uzanıyor. Önce omuzlarına dokundum. Çok soğuktular, ve yumuşak. Bedeni ellerim altında çok narin hissettiriyordu.

Kabul etmeliyim, o kesinlikle bir kız gibiydi. Ve tabi ki bende, bir erkektim.

Normalde bir erkek ile kadının belirli bir ilişki düzeyine gelmeden soyunmaları doğru değildi. Bu eski dünyamda olduğu gibi bu dünyada da geçerliydi.

“Ş-Şey, Üstat Fitz… dürüst olmak gerekirse, sizin aslında bir kadın olduğunuzun farkındayoö.”

“Tamam. Fakat kıyafetlerimi çıkartmazsan ölebilirim, değil mi?”

“H-Haklısınız…”

Hiç mantıklı değil. Nasıl düşündüğünü anlamlandıramıyorum. Fitz kesinlikle bir şey planlıyordu, burası kesindi. Acaba bir tür şantaj mı yapmaya çalışıyordu? Eğer kıyafetlerini çıkartırsam bir anda mağaraya korkunç görünümlü bir adam dalıp haddimden fazla şey bildiğimi ve Asura Kraliyet Laboratuvarına parçalanmaya götürüleceğimi mi söyleyecekti? Şikayetçi olamazdım gerçi, sonuçta Fitz üzerinde “deney” yapmak üzereyim…

Kendi iradesiyle hareket eden ellerim Fitz’in kalın pelerinin üst düğmesini iliğinden kurtardı ve altındaki sırılsıklam olmuş beyaz tişörtü ortaya çıkardı.

Kendimi tekrar etmek gibi olmasın ama bu beyaz bir tişörttü. Bilginiz dahilinde mi bilmem ama beyaz tişörtler ıslandıklarında saydamlaşmaya oldukça müsait olurlar. Bu Fitz’in iç çamaşırını görebildiğim anlamına geliyordu— daha spesifik olmak gerekirse spor sütyenini. İçerik… oldukça mütevaziydi. Islak sütyen, cildine yapıştığından dolayı içeriğin orada olduğundan şüphe yoktu. Fitz’in maskülen zihinleri zapt eden türden bir fazlalığı vardı.

“Üstat Fitz…”

“Sorun ne, Rudy?”

Bu tanıdık takma ismi duyar duymaz zihnimde eski bir anının hayata döndüğünü hissettim. Daha önce buna benzer bir şey yaşamıştım. Bu duruma tıpatıp benziyordu. “Uh… kusuruma bakmayın lütfen…”

“Devam et.”

Fitz’in yüzü kulaklarına kadar kıpkırmızı olmuştu. Her niyeyse bu da oldukça tanıdık geliyordu. Beyaz tişörtünün düğmelerini açıp altında yatan bembeyaz cildi açığa çıkardım. Bir müddet narin omuzlarından ve ince boynundan gözlerimi alamadım. Sandığımdan daha inceydi.

Onu yakından görünce… tenlerimiz temas edince… içimde bir his uyanıyordu. Görünmez bir şövalye yavaşça “kılıcını” kaldırmaya başlıyordu.

Fitz in olayı neydi? Bir anlam veremiyordum ama onunla ilgili bir şey beni… heyecanlandırıyordu. Şu an onu yere yatırmamak için kendimi çok zor tutuyorum. Arzularımı olabildiğince göz ardı etmeye çalışarak Fitz’in kemerine uzandım. Bir müddet beceriksizce kemerle uğraştıktan sonra sonunda çıkarmayı başardım ve beline yapışmış pantolonunu kavramıştım ki… bir anda geçmişten bir imge zihnimde belirdi.

Bunu aynısını yıllar önce yapmıştım. Beş ya da taş patlasın altı yaşındaydım, unutmamıştım.

Fitz’in pantolonunu aşağı çekince beyaz bir külotla karşılaştım. İlk sefer olduğu gibi pantolonuyla birlikte külodunu da indirmemiştim. Bunu demişken bahsetmeden geçmeyeyim… külodu o kadar ıslanmıştı ki altında ne olduğunu görebiliyordum. Külodun altına pürüzsüz kavisli bir şey gören gözlerim beni yanıltıyor muydu acaba…? Sesli bir şekilde yutkundum.

Fitz sessizce bacaklarını pantolonundan kurtardı ve bacakları iki tarafa ayrılmış şekilde önümde oturdu. Ben de onun önünde dizlerim üzerine oturmuştum. Mağara zemini oldukça sert ve çıkıntılıydı, dizlerim anında acımaya başladı.

Ona bir kez daha uzandım. Sırılsıklam olmuş eldivenlerini hala takıyordu. “Şunları da… çıkaralım…”

Eldivenlerini çıkartınca ellerinden birinde eski bir yara izi olduğunu fark ettim. Bu yara izini tanıyordum.

Bu nasıl olmuştu? Evet, evet. Yanlışlıkla elini sobaya tutup kendini yakmıştı değil mi? Bu kazanın ateş büyüsünü öğrenmekte zorluk çekmesiyle bir alakası olup olmadığını merak ettiğimi hatırlıyorum hatta.

“Rudy…”

Fitz artık gözlerime bakmıyordu. Bakışlarını biraz alta, vücudumun başka bir yerine odaklamıştı. Birkaç dakika önce kurduğum çadır sapasağlam duruyordu. Fitz gerçekten mucizevi bir varlıktı.

“Geriye tek bir şey kaldı.”

Sütyen ve külodu kastetmediğini biliyordum. Artık her şeyi anlamıştım. Yavaşça yüzüne uzanıp gözlüğünü çıkardım.

Gözlüğün altında tanıdık bir yüz vardı— görmeyi beklediğim bir yüz.

Eskiden ‘o çocuğun’ büyüdüğünde tam bir zamparaya dönüşeceğini düşünmüştüm. Planım ona sülük gibi yakışıp ardında bıraktığı kırıntılardan nasiplenmekti hatta.

İşte çocukluğunda bile böyle güzel birisiydi. Ve şimdi ise… sandığımdan daha güzel birisi haline gelmişti.

Yüz hatlarında hala çocuksu bir şeyler vardı. Aklıma güzel dışında bir kelime gelmiyordu. Gözleri keskin ve açıktı. Burnu biraz uzundu ve dudakları biraz inceydi. Onu tanıdık bir elfe benzetiyordum, Elinalise ye… ama nedense onun yüzü daha cana yakın daha tatlı geliyordu. Belki bu özelliğini insan atalarından miras almıştı.

“Uh, Üstat Fitz…”

“Evet, Rudy?”

Kafasını yana yatırması, utandığında kızarması, hiçbir şeyi değişmemişti. Bunu anlama neden bu kadar uzun sürmüştü? Saçı yüzünden mi? Evet. Saç rengi farklıydı. Eskiden saçı yeşildi ama şimdi saçı bembeyazdı. Gerçi insanlar büyüdükçe değişirdi. İstersen saçının rengini kimyasallarla beyazlatabilirdin.

“Sizin gerçek isminiz… Sylphiette olabilir mi?”

“…Evet.”

Fitz—ya da Sylphie— utanarak gülümsedi ve başıyla onayladı.

“Evet… benim. Ben Sylphiette’yim. Sylphiette… Buena Köyünden…”

Birkaç saniye geçtikten sonra, duygularına yenik düştü ve gülümsemesi solup kayboldu. İyice çökmeden hemen önce koynuma girip kollarını boynuma doladı.

“Sonunda… dedim.”

Vücudu çok ama çok soğuktu.

 

Uzunca bir süre sarıldık.

 

Çok şaşkındım. Ama aynı zamanda her şeyin anlam kazanmaya başladığını hissediyordum.

Bana sımsıkı sarılan Sylphie sessizce ağlıyordu. Her şey aynı geçen sefer olduğu gibi ilerliyordu. Anlaşılan sulugözlülüğünden ödün vermemişti.

Vücudu hala yumuşaktı. O kadar inceydi ki ona sarıldığınızda vücudunda hiç yağ yokmuş gibi hissediyordunuz, ona sarılmak bulutlara sarılmaya benziyordu. Yumuşatıcıyla mı banyo ediyordu, ne?

“Bekledim… onca yıl seni bekledim Rudy. Buena köyünde kaldım, çok sıkı çalıştım…”

Biliyorum. Eris’e öğretmenlik yaptığım zamanlarda Paul bana Sylphie’nin nasıl sıkı çalıştığını söylemişti. Bir şey söylemeyip sadece başını okşadım. Sylphy bana daha sıkı sarılarak karşılık verdi.

Bir müddet sonra kafasını kaldırıp bana baktı. Yüzü gözyaşları ve sümükle kaplıydı. Ona ne diyeceğimi bilemiyordum.

“Ben hep…”

Sylphie ne demek istediğini biliyordu ama. Gözlerimin içine bakıp bana, “Seni hep sevdim.”

Ona salak bir şaşkınlıkla bakakaldım.

“Seni ezelden beri çok seviyorum Rudy. Ve şimdiyse seni her zamankinden daha çok seviyorum. Bir daha beni bırakma lütfen… olur mu? Sonsuza kadar seninle kalmak istiyorum…”

Beynim dona kalmıştı. Ne diyeceğimi şaşırmıştım.

Sylphie eskiden ban çok bağlıydı. Onu bana bağlı olması için yetiştirdiğimi bile söylenebilir aslında. Ama şimdi durum başkaydı. “Üstat Fitz’e” bir arkadaş ve eşitim olarak saygı ve güven duymayı öğrendiğim koca bir yıl geçirmiştim. O artık bir bireydi, kendi ayakları üzerinde durabilen bir birey. Ona gerçekten saygı duyuyordum. Acaba bana olan hisleri çocukluğundan beri beynini yıkamamın bir ürünü olabilir miydi? Bu olası bir şeydi.

Yine de… Fitz’e içten bir şekilde güvenip saygı duyuyordum. O zekiydi, sorunlarımı dinleyip bana yardım eden donanımlı ve bilgili bir bireydi. Ona saygı duyan tek kişi ben değildim. Prenses Ariel de ona güvenip saygı duyuyordu.

Şimdi ise Sylphie beni sevdiğini söylüyordu.

Hoş, sıcak bir his göğsüme dolmaya başladı. Hala Fitz ile Sylphie’nin aslında aynı kişi olduğuna şaşırsam da… her şeye rağmen o kadar mutluydum ki ayağa kalkıp dans edesim geliyordu.

Bir anlığına kendimi Eris’İ düşünürken buldum. Ona daha önce onu sevdiğimi söylemiş miydim? Bir ara aile kurmayı düşünmüştük, ama aile olmayı teklif eden de oydu. Ona ne dediğimi hatırlamıyorum.

Pek ya Sara? Yok, aslında işler onunla o kadar ileri gitmemişti. Sara’yı gerçekten sevip sevmediğimi bilmiyordum doğrusu. Ondan hazzediyordum, orası doğru, onu yatağa atmaya bile çalıştım… ancak ona “aşık” olduğumu düşünmüyordum.

İyi o zaman. Peki ya Fitz… ya da Sylphie? Onun hakkında ne düşünüyordum?

Dürüst olmak gerekirse bu konuyu dikkatlice düşünmek istiyordum. Düşüncelerimi ve hislerimi iki kere kontrol edip, kesin bir karara varıp, doğru olabilecek bir cevap vermek istiyordum. Ama eğer ona şimdi bir cevap vermezsem… muhtemelen aynı Eris’in yaptığı gibi benden ayrılırdı.

Sylphie’yi omzundan tutup bir karış uzağıma oturttum. Karşı koymaya çalıştı, boşuna bir uğraştı.

“Ben de seni seviyorum,” dedim.

Sylphie’nin yüzü bunu dediğimde perişan haldeydi, ama bu sorun değildi. Nazikçe başını okşayıp yüzümü onunkine yaklaştırdım.

Dudakları çok yumuşaktı. Sümükten dolayı biraz tuhaftı ama o sırada umurumda değildi. Öpüşmemiz bittikten sonra Sylphie sonunda ağlamayı kesmişti. Bana boş gözlerde yüzü hala kızarık bir şekilde bakıyordu.

Konuşma yetimi kaybetmiştim. Neyse ki böyle bir durumda kelimeler gereksizdi.

Duygularımızı birbirimize itiraf ettiğimize göre sıradaki adım barizdi. Aşıksanız sevişirsiniz, değil mi? Ayılık yapıyormuş gibi gözükmek istemem ama benim çavuş iki yıldır eli kolu bağlı yatıyordu ve şimdi her an patlamak üzereydi.

Sylphie işe giriştiğimde karşı çıkmadı. Yanımıza aldığım kamp battaniyesinin üzerine onu yatırmama izin verdi. Bunun olmasına kendini en başından beri hazırlıyormuş gibi bir his vardı içimde doğrusu. Belki de o bu “görevi” sırf bana gerçeği söylemek için uydurmuştu.

Lakin şu an bunun üzerine düşünmeye gerek yoktu. Evet şu an sadece işleri tekrar batırmamam gerekiyordu. “…Bu senin ilk seferin mi Sylphie?”

“Huh? Şey, evet. İlk seferim. Kötü bir şey mi…?”

“Tabi ki de hayır.” Daha iyi aslında.

Yine de… ona nazik olmam gerekiyordu. Eğer işleri batırırsam her şey geçen sefer olduğu gibi sonuçlanabilirdi. Bir daha öyle hissetmek istemiyordum. Eris… ve Sara tarafından terk edilmek zaten bana koymuştu. Bu seferi de batıramazdım. Batıramazdım.

Yavaşça ve dikkatli bir şekilde Sylphie’ye dokunmak için elimi aşağı götürdüm…”

“…Uhm, Rudy?”

Ve çadırımın indiğini fark ettim.

 

Vazgeçtiğimden beri bir saat geçmişti.

Yağmur çoktan dinmişti. Bedenlerimizi birbirimize sürterek geçirdiğimiz onca zaman sağ olsun artık ikimiz de sıcacıktık. Kıyafetlerimiz de neredeyse kurumuştu.

Ama o sırada gerçekten ağlamak istiyordum. Böylesine önemli bir anda üzerime düşen görevi yerine getiremem beni çok üzmüştü. Bu acıyı daha kaç defa yaşamam gerekiyordu? Her seferinde acı artıyordu. Ve bu sefer karşımdaki rastgele bir genelevden kız veya maceracı değildi. Karşımdaki kişi gerçekten kalbimden sevdiğim birisiydi. Duygusal anlamda bağ kurduğum birisiydi.

Sylphie bana hayal kırıklığıyla bakıp, iç çekip, hayatımdan çekip gidecek diye çok korkuyordum. Yüzünde tuhaf bir yarım bir gülücük vardı.

“Bu senin suçun değil Rudy. Memelerim çok küçükler, değil mi? Çok seksi birisi olmadığımı biliyorum…”

“Saçmalama Sylphie. Sen çok güzelsin. Sorun şu ki… üç yıldır bu durumdayım aslında.”

“R-Rudy…”

Ona hikayeyi anlattım. Üç yıl önce birisiyle birlikte olmamdan sonra başlayan o uzun ve aşağılayıcı hikayeyi anlattım. Büyü Akademisine bu sorunuma çare bulmak için geldiğimi ama bulamadığımı bile söyledim.

“Seni utandırmak bu hayatta isteyeceğim en son şey Sylphie. Lütfen en içten özürlerimi kabul edin.”

Önünde yere kapanıp özür diledim. Vücuduyla ilgili hiçbir sorun yoktu. Memeleri biraz küçük olabilirdi evet ama oldukça orantılı ve güzel bir vücudu vardı— adeta Narin Güzelliğin tanımı gibiydi. Yani, üç yıl boyunca beni heyecanlandıran tek kız olduğunu da unutmamak gerek. Tabi ki onun bir suçu yoktu. Ben sadece işe yaramaz bir korkaktım o kadar.

“Lütfen böyle konuşma Rudy! Ben utanmıyorum tamam mı? Hadi, normal haline geri dön lütfen.”

Sylphie’nin hüzünlü ve yalvaran bir sesi vardı. Bu beni daha da aşağılık hissettirdi. “Normal halime geri dönmeyi çok isterim. Ama maalesef bu konuda yapabileceğim bir şey yok. Çok üzgünüm.”

“Hayır, hayır…” dedi, gözyaşı dökerek. “Bana resmi bir şekilde özür dileme demek istemiştim…”

“Oh, uh… haklısın, haklısın. Benim hatam. Yanlış anlamışım.”

Tanrım, daha ne kadar sıçabilirim. Bir süredir bozuk plak gibi eğilip kalkıyordum. Düzgün düşünemediğimde hep böyle saçmalamaya başlıyordum.

“…Yine de, sana karşı resmi olmam tuhaf mı? Yani sonuçta kaç aydır sana Üstat Fitz diye sesleniyorum.”

“Evet, sanırım… böyle konuştuğunda insanlarla arana mesafe koyuyormuşsun gibi oluyor.”

Gerçekten mi? Bak bunu ilk defa duyuyorum. Eris ve Ruijerd de mi böyle düşünüyordu acaba? Peki Zanoba? Yani, ona sürekli patronluk taslıyorum…

“Bundan sonra benimle daha rahat konuşmanı istiyorum.”

“Ferman padişahındır.”

“… Bak işte, yine resmi konuştun.”

“Hadi ama! Ferman padişahındır dememe de izin vermeyecek misin gerçekten?”

“Hehehe… belki senin için bir istisna yapabilirim.”

Konuşma daha sıcak bir hal alıyordu en azından. Yine de, içgüdüsel olarak insanlarla rahat konuşmamdan beri uzun zaman geçmişti. Bu dünyaya geldiğimden beri “hata yapsan bile özür dile” mantığıyla yaşıyorum. Gerçi Soldat ve partisiyle birkaç yıl geçirsem de Akademiye girdiğimde eski yeri yalayan halime geri döndüm.

…Şimdi düşünüyorum da başka bir istisna daha vardı. Buena Köyündeyken tatlış mı tatlış arkadaşım Sylphie’nin yanında çok rahat davranıyordum. Rahat olmak ikimiz arasında normal bir şey sanırsam.

Bir süre iç çamaşırlı bir şekilde hiçbir şey demeden ve ateşin çatırdılarını dinleyerk birbirimize sarıldık. Kafamı biraz döndürdüğümde  Sylphie’nin köprücük kemiğini görebiliyordum. Sütyeni hafif kaymıştı, doğru açıdan baktığımda içeride pembe bir nokta görebiliyordum.

Ama bir süre sonra sessizliği bozmaya karar verdim. “Şey… bunca zamandır neden crossdressing yaptığını sorabilir miyim Sylphie? Işınlanma Felaketinden sonra ne oldu?”

Neden Prenses Ariel’in muhafızı olduğunu öğrenmek istiyordumm ve neden saçını beyaza boyayıp kimliğini gizlediğini. Bu soruları sormamın doğru olup olmadığını bilmiyordum ama yine de merak ediyordum.

“Ah, evet. Şey… nereden başlasam…?”

Yavaşça Sylphie bana hikayesini anlatmaya başladı.

Hikayesine Buena Köyünde gördüğü eğitimden, Zenith ve Lilia’dan nerede olduğumu öğrenmeye çalışmasından başladı. Ona kapsamlı iyileştirme büyüsü ve adabı muaşeret dersleri vermişler. Ayrıca taktığım kolyeyi de kendisinin yaptığını söyledi.

“Demek bunu sen yaptın he?”

“O nasıl sende Rudy?”

Yıllardır yaptığı kolyeyi kıyafetlerimin içinde saklıyordum. Az önce kıyafetlerimi çıkarttığımda Sylphie kolyeyi fark etmişti. “Lilia’yı bulduğumda bana vermişti. Ama bana kolyeyi senin yaptığından bahsetmedi Sylphie.”

“Eh, muhtemelen öldüğümü düşünmüş olmalı.”

“Ah, anlıyorum.” Bazı insanlar vefat etmiş arkadaşlarının hatıratlarını yanlarında taşımaktan hoşlanabilirler ama bazıları ise sadece rahatsız olup üzülebilirler.

“Uhm, hikayeme devam edeyim mi?”

“Kusura bakma sözünü böldüm. Devam et.”

Işınlanma Felaketinden sonra Sylphie’nin hayatı fırtınalı ve belalı bir hal almış. Kraliyet Sarayının bahçesinde havadan bir canavarın altıan düşerken bulmuş kendini. Tesadüf eseri Prenses Ariel’in hayatını kurtardıktan sonra ona ödül olarak Kraliyet Muhafızlığı bahşedilmiş.

Bir şekilde, ışınlandığında saçı eski rengini kaybetmiş. Başkentteki insanlar dışarıdan göründüklerinden o kadar farklılarmış ve o kadar farklı amaçları varmış ki orada her geçirdiği gün midesine ağrılar giriyormuş. Kraliyet ailesi ve hizip destekçileri güç için mücadele ettiği için Ariel’i öldürmek için yollanan suikastcileri defetmek zorunda kalmış.

Başkentten sürülüp kimsenin hazır olmadığı bir yolculuğa çıkmak zorunda kalmışlar. Birçok kez ihanete uğramışlar, aldatılmışlar ve ölümle burun buruna gelmişler. Ama sonunda geri dönüş hazırlıklarını yapmaya başlayacakları Ranoa Büyü Akademisine ulaşmayı başarmışlar. Sonra ben gelmişim.

“Senin hatan olmadığını biliyorum Rudy ama… kendini bana bir yabancıymışsın gibi tanıttığında çok şaşırmıştım.”

“Özür dilerim. Ama bana kim olduğunu biraz erken söyleseydin bütün bunları yaşamayacaktık.”

“Evet… h-haklısın sanırım. Özür dilerim. Bir şey söylemediğim için suçluyum sanırım huh…? Ben gerçekten… çok özür dilerim…”

Bir anda Sylphie tekrar gözyaşı dökmeye başladı. Anlaşılan uzun bir süredir ızdırap çekiyordu. Bana şaka yapmak için gerçeği sakladığı falan yoktu. Onu eleştirmek istememiştim. “Hey, ben de özür dilerim. Kim olduğunu anlamam için elimde bir yıl gibi uzun bir süre vardı ama anlayamadım.”

Sylphie’nin anlattığı hikayeye göre kimliğini saklamasının bir nedeni varmış, ayrıca onu tamamen unuttuğumu sanıyormuş. Eğer onu gerçekten unutsaydım bana açılması gibi bir durumda bana anlattıklarını başkasına aktarabileceğimden endişelenmişler. Boreas Ailesiyle yakın bağlantılarım vardı sonuçta. Günün sonunda birbirimize düşman konuma düşebilme olasılığı vardı. Çeneni kapalı tutmak muhtemelen en doğru karardı.

Ayrıca geçen bir yıl boyunca Sylphie’yi aradığıma dair herhangi bir belirti göstermemiştim. Bu yüzden artık onu umursamadığımı düşündüğünden tereddüte düştüğü için onu suçlayamazdım, değil mi? Evet, suçlayamazdım. Aramıza bir sürü aksilik girmişti. Ama yine de günün sonunda Sylphy bana duygularını açtı. Asıl önemli olan da buydu.

Kollarımı Sylphy’nin omzuna doladım ve o da kafasını benimkine yasladı. Vücudu hala biraz soğuktu. Isınana kadar onu bırakmamaya karar verdim.

“Bir türlü o cesareti bulamadım Rudy. Ve sanırım bir yanım işlerin gidişatından hoşlanıyordu.”

“Evet. Üstat Fitz ile olan arkadaşlığımın fena olmadığını söylemem gerek.”

Anlaşılan endişelenmeye başlamıştı. Son zamanlarda etrafımda bir sürü güzel kız birikmişti, o yüzden bir gün o kızlardan birinin eğer o hızlı karar vermezse beni ondan çalacağını düşünmüş. Hastalığım sağ olsun böyle bir şeyin olması pek olası değildi… ama ne olacağını asla bilemezsin. Mesela hadi diyelim Nanahoshi hastalığıma büyülü bir çözüm gibi bir şey buldu. O zaman ona oldukça minnettar olmam gerekirdi değil mi? Belki ilişkimiz beklenmedik bir evrim geçirirdi?

Her neyse, Sylphie her şeyi riske atıp büyük bir operasyon düzenlemeye karar vermiş. Hiçbir şeyin farkında olmasam da düşünceli olmaya çalışırken planına birçok kez köstek olmuşum. Ona kalırsa korkup kenara çekilmekten yanaymış. Ancak bu sefer kendini kenara kıstırıp gerçeği anlayana kadar beni gerçeklerle tokatlamaya karar vermiş.

“Sen çok odunsun Rudy.”

“Evet, haklısın. Çok odunum.”

Eskiden odun ana karakter olacağıma dair sessiz bir yemin etmiştim, bu yaşadığımdan sonra eskisi gibi o tiplerle dalga geçemeyeceğim artık. Bazen, işin içine bir sürü etken karıştığında, birisinin sana aşık olduğunu anlamak zorlaşıyor.

Eğer en başından beri birazcık azgın olsaydım belki verilen sinyalleri okuyup doğruyu görebilirdim. Heh, acaba bütün o aptal harem ana karakterlerinin de bir kutu viagraya ihtiyacı mı var? Muhtemelen öyle.

“O zaman sanırım tuzağına düşmüş oldum he?”

“Şey, evet düştün galiba. Özür dilerim. Seni kandırmak istememiştim.”

“Sorun değil. İşleri bu raddeye getirmeseydin gerçekte kim olduğunu anlayamazdım zaten.”

Eskisi gibi olsaydı muhtemelen ona iyilik yaptığımı sanıp sonsuza kadar Fitz’e erkekmiş gibi davranmaya devam ederdim. Ayrıca, dürüst olmak gerekirse, eğer Sylphie bana kim olduğunu hatırlatmasaydı eski dostumu hatırlayabileceğimi düşünmüyordum.

“Bu arada… Prenses Ariel’in bu yaptığından haberi var mı?”

“Ah, kesinlikle var. Bütün her şeyi o planladı.”

“Gerçekten mi?”

“Evet.”

Bak bu içimi rahatlattı. Eğer Sylphie kendi başına hareket ediyor olsaydı gerçeği bilmiyormuş gibi yapmaya devam etmem gerekecekti…

“Ariel bütün bu olanlar için çok endişeli hissediyor ama. Gerçek amacını ya da ne düşündüğünü bir türlü anlayamamıştı. Akademiye sırf… sorunun yüzünden geldiğini kırk yıl düşünseydi aklına gelmezdi.”

Etrafta sorunumla ilgili dedikodular dönüyor olsa da anlaşılan Prenses bu dedikoduları safsata olarak değerlendirmiş. Gerçek bazen kurgudan daha tuhaf olabiliyor. “Hmm. O zaman onun takımına mı katılmalıyım?” Doğrusu gereksiz güç kavgalarına girmek istemiyordum. Ama güç kavgasına girmek Sylphie’ye yardım edecekse o zaman elimden geleni ardıma koymazdım.

“Prenses Ariel benim için çok şey yaptı o yüzden seni onun yanında görmek isterim… ama sen Asura siyasetine karışmak istemiyorsun değil mi? Eğer istemiyorsan kendini zorlamana hiç gerek yok Rudy.”

Sylphie bana bir kez daha utanarak gülümsedi. Güneş gözlüğü takmayınca yüz kat daha tatlı oluyordu. Bugün ikinci defa alt takımların ısındığını hissettim. Kendimi daha fazla tutamayıp kulağını yaladım.

“Aah?!”

“Hay aksi. Mazur gör.” Sylphie’nin çığlığı benim korkak çavuşun tekrar kış uykusuna yatmasına neden oldu. Son zamanlarda libidomu kontrol edemiyorum. Yine de alt katların tamamen kepengi kapatmadığını bilmek güzel bir histi. İyileşmeme giden yolda bir adım daha atmıştım.

Hepsi Sylphie sayesindeydi tabi ki.

“Teşekkür ederim Sylphie.”

“Huh? Ne için…?” Kafası karışan Sylphie başını yana yatırdı.

Yolculuğumuzu henüz tamamlamamış olsak da şu anlık her şey iyiydi. Hey, Roma bir günde kurulmadı, değil mi?

 

 

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.