İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 09 Bölüm 12

Ormanda Yağan Yağmur (Kısım 1)

 

Çevirmen: RaccoonYobo

 

İkindi vakti.

Konferans odasında üç kişi vardı.

Bunlardan biri gittiği her yerde dikkatleri güzelliğiyle üzerine çeken bir prensesti—Ariel Anemoi Asura. İkincisi keskin yüz hatları olan ve yakışıklılığıyla bütün kadınları cezbeden bir şövalyeydi —Luke Notos Greyrat.

 

“…Ee, neyi konuşmak için çağırdın bizi buraya?”

Üçüncü ve son kişi masanın diğer ucundaki güneş gözlüğü takan beyaz saçlı bir çocuktu. Bu çocuğun ismi Fitz’di. Ellerini göbeğinde buluşturmuştu, endişeli bir şekilde parmaklarıyla oynuyordu.

Ariel bir süre onu izledi. Ancak çocuk konuşmak için herhangi bir atılımda bulunmuyordu, o yüzden söze kendisi devam etti. “Bundan bir önceki gün biz alışverişteyken Rudeus ile karşılaştık. Ve ‘Senin’ davranışlarını tuhaf buldu, Fitz.”

“…”

“Hemen sonrasında ise Rudeus seni kütüphanede yere devirdi ve sen erkek olduğunu vurgulayarak kütüphaneden koşarak kaçtın. En azından dedikodular bu yönde.”

“…”

“Rudeus muhtemelen bunun yalan olduğunun farkında. Ayrıca bize anlattıklarından yola çıkarak bedenine dokunma fırsatına eriştiğini de söyleyebiliriz.”

“…”

“Lakin, sırrını ortaya çıkarmayı düşünmüyor. Her ne kadar beni kızdırmaktan endişelendiğini söylese de, kabiliyetlerini düşündüğümüzde, bunun doğru olmadığını hepimiz biliyoruz. Şahsen ben onun sadece arkadaşına iyilik yapmak istediğini düşünüyorum. Övülesi bir davranış doğrusu…” Ariel bunu dedikten sonra Fitz’e sert bir bakış attı. “Lakın akıldaki soru bu durumda… senin ne yapacağın?”

Ariel’in sert tonuna maruz kalan Fitz irkildi, lakin bir cevap vermedi.

“Hala ağırdan almanın sorun olmayacağı fikrindeyim.” diye devam etti Ariel. “Lakin ağırdan alma kararından beri altı ay geçtiğini düşünürsek. Senden cevap vermeni beklediğim için beni suçlayabilir misin?”

Fitz’in cevap vermesini istiyordu. Lakin devasa gözlükleri yüzünden yüzünü göremiyordu. Ancak parmaklarıyla oynama şeklinden nasıl bir durumda olduğunu anlayabiliyordu. O bunalmıştı, diyecek bir şeyi olmadığında hep bunalırdı o. Ariel eğer bunalmaya devam etmesine izin verirse Fitz’in, Çok özür dilerim ama lütfen bana biraz zaman verir misiniz deyip bu konuşmayı ertelemesinden endişeleniyordu.

Bu yüzden, Ariel baskı kurmaya devam etti. “Senin böyle debelenmeni izlemekten usandığımı itiraf etmem gerekiyor.”

Bu dediği aslında doğru değildi. Ariel aslında Fitz’in elinin ayağına dolanmasını izlemekten hoşlanıyordu. Rudeus için beslediği hisleri biraz kıskanıyor olsa da bu hislere karşı çıkmıyordu. Lakin Rudeus, Sessiz ile olan yeni arkadaşlığı yüzünden Fitz ile git gide daha az zaman geçiriyordu. Fitz’de bu yüzden gün be gün efkarlı birisi haline geliyordu. Fitz’in bu hale gelmesini izlemek Ariel’in hoşuna gitmiyordu.

“Ona gerçekte kim olduğunu açıklayacak cesareti bulmanın zamanı geldi Fitz… ya da Sylphie mi demeliyim?”

Fitz denen “çocuk” dudağını büzüp Ariel’e bir müddet baktı ve güneş gözlüklerini çıkarttı.

Gözlüğün altında oldukça kadınsı bir yüz vardı. Böyle bir yüzü erkeğe benzetmek imkansızdı doğrusu.

Bu yüz Rudeus’un çocukluk arkadaşı Sylphiette’den başkasına ait değildi.

 

“Prenses Ariel, ben…” diye söze başladı sonunda bir cevap vermeye hazır gibi görünen Sylphie… ancak sözünün devamını getiremedi, her an ağlayabilecekmiş gibi duruyordu.

Ariel artık anlamıştı. Uzun zamandır şüphelendiği şey doğru çıkmıştı. “Sylphie. Bunu sana üçüncü kez soracağım… Şu anda, yapmak istediğin bir şey var mı?”

Vardı. Ama Sylphie olumsuz cevap verdi. Çünkü istediği şey imkansızdı, imkansız olmasının iki nedeni vardı.

Bunlardan ilki, onun çok korkuyor olmasıydı. Rudeus’un onu tamamen unutmuş olmasından korkuyordu. İkincisi ise arkadaşlarını çok fazla önemsemesiydi. Eğer isteğinin peşinden koşmayı seçseydi bu, Ariel ve partisiyle yollarını ayırmak zorunda kalması anlamına gelirdi. Ariel’e ve Luke’a ihanet etmek— bunca zamandır hedeflerini gerçekleştirmek için canla başla birlikte savaştığı yoldaşlarına ihanet etmek anlamına gelirdi. Bütün bunlar, Sylphie’nin dilini bağlıyordu.

Ancak bu sefer Ariel hayır diye bir cevap duymayı istemiyordu. “Sylphie… sen hayatımı birçok kez kurtardın,” dedi yumuşak ve nazik bir ses tonuyla. “Eğer Gümüş Sarayın bahçesine göklerden düşmeseydin o gün orada muhtemelen ölecektim. Uykumda beni suikastçılardan koruyan sendin. Kızıl Ejderin üst çenesinde etrafımız sarılı olmasına rağmen benim için hayatını tehlikeye atıp savaşan da sendin. Tanıştığımız günden beri bana hep yardım ettin.”

“Ama size borçlu olduğum için yaptım Prenses Ariel… Saraya ışınlandığım zaman ne yaptığımı veya nerede olduğumu bilmiyordum. Eğer bana yardım etmeseydiniz—”

Ariel yavaşça başını salladı. “Bana olan borcunu ülkeden kaçtığımız sırada fazlasıyla ödemiştin zaten. O zamandan beri ikimiz eşittik. Ben sadece bana hizmet etmen için seni manipüle ediyordum.”

“Beni manipüle etmiyordunuz!” diye bağırdı Sylphie, gözleri fal taşı gibi açılmıştı. “Arkadaş olduğumuz için sana yardım etmek istiyordum sadece!”

Buna cevap olarak Ariel memnuniyet dolu bir tebessüm edip başını salladı. “Bunun doğru olduğuna eminim. Zaten tam da bu yüzden sana yardım etmek istiyorum. Sonuçta, biz arkadaşız, değil mi?”

“Ne…?”

“Seni çok iyi tanıyorum Sylphie. Sırf benim için gerçek duygularını gizliyorsun değil mi? Sen benim hizmetçim değilsin, sen benim arkadaşımsın. Şahsi hedeflerimi kendilerininkinin önüne koymana gerek yok. Eğer yapmak istediğin bir şey varsa, benden ayrıl ve isteğini önceliğin yap.”

Ariel’in tatlı sözleri Sylphie’nin iradesini sarsmak için yeterliydi. Lakin kalbi sarsılıyorken bile karşı koyacak gücü bulmuştu. “Ama bu… size ihanet etmek anlamına gelirdi.”

Ariel sertçe “Hayır kesinlikle gelmezdi,” diye cevap verdi. “Asıl seni gerş planda tutmam sana ihanet ettiğim anlamına gelirdi.”

Bu iddiaya, eğer hala Asura Krallığında olsalardı muhtemelen şüpheyle bakılırdı. Asura Krallığında Ariel bir prensesti, Sylphie ise sadece adsız bir köyün avlak bekçisinin kızıydı. Muhafız Büyücü unvanını hak etmiş olabilirdi, evet, ama yine de bu aralarında dağlar kadar fark olduğu gerçeğini değiştirmezdi. Lakin artık Ranoa Krallığındaydılar, Ariel ise sürgün bir soyludan başkası değildi. Bu yüzden söylediklerinde doğruluk payı olmalıydı.

Eğer aynı şeyi Luke’a söyleseydi muhtemelen olumsuz cevap verirdi. Luke, Ariel’in yaveri olmaktan gurur duyuyordu, ondan emir almak ve istediği her şeyi yerine getirmek için feda etmeyeceği şey yoktu.

Lakin öbür yandan Slyphie, Ariel’e bağlılık sözü etmemişti. Ancak Ariel’i hizmet etmeye layık birisi olarak görüyordu. Ona o kadar saygı duyuyordu ki eğer bir gün Ariel ondan canını vermesini isteseydi memnuniyetle verirdi.

Gerçi bu düşüncelerini o sırada dile getiremiyordu. Muhtemelen Ariel’in onunla nazik konuşması yüzündendi.

“Söyle bana Sylphie. Senin için yaptığım onca şeyden sonra beni sana ihanet ettirmek istiyor musun?”

“Ne? Hayır tabi ki!” Ariel’in manipülatif sözleri karşısında ne diyeceğini şaşıran Sylphie şaşkınlıkla arkadaşına baktı. Prensesin gözlerinde sert bir tavır vardı. Sylphie istemeden gözlerini kaçırmak istese de bu dürtüye zar zor karşı koymayı başarmıştı. Sesli bir şekilde yutkunmaya karşı koyamamıştı gerçi.

“Cesaretini topla ve bize gerçekte neyi istediğini söyle. Söyle bana, şu anda ne yapmak istiyorsun?”

“Yani… Ben…” Sylphie dudaklarını büzüştürüp ellerini sıktı.

Ne yapmak istediğin çok iyi biliyordu. Tek yapması gereken duygularını dile dökecek cesaretini bulmaktı. O cesareti farkında olmadan kaybetmişti. Ama şimdi, iyi kalpli arkadaşı onu sabırla bekliyorken, kaybettiği cesaretin bir kısmını geri kazanmıştı. “Ben… Rudy ile birlikte olmak istiyorum.”

“Ha şöyle.” Ariel arkadaşına gülümsedi. İlk defa sahte bir şekilde gülümsemiyordu. Bu–çok nadir kullandığı— nadir bir gülümsemeydi. “Sonunda itiraf etmene sevindim. Herkesinkinden önce kendi hedeflerinin peşinden gitmelisin Sylphie. Hazır olduğunda da bana yardım edersin.”

Luke’un gözlerinde de biraz nezaket vardı. “Prenses doğruyu söylüyor. Başkalarının endişelerinden önce kendi endişelerini düşünmelisin.”

Luke’un bu durumla ilgili çelişkili duyguları vardı aslında. Ama arkadaşının gerçek hislerini dile getirebilmesine seviniyordu. Ayrıca Ariel’in hükmüne de güvenmek istiyordu.

“Ama… Eğer Rudy beni hatırlamazsa, bunu kaldıramam gibi geliyor..”

Ariel ile Luke birbirlerine bakıp alaycı bir şekilde gülümsedi.

“O zaman hadi bu endişen üzerine konuşalım, olur mu?”

Ariel’in ağzından çıkan bu nazik sözlerle birlikte konferans odasında ani bir strateji görüşmesi başlamış oldu.

 

 

“Bana sorarsan hiç uzatmaya gerek yok. Bence ona dümdüz Buena Köyünden Slphiette olduğunu söylemelisin.”

“Bunu mantıklı olmadığını düşünüyorum. Eğer hadi diyelim onu hatırlamıyor ise bu isim ona yabancı gelebilir.”

Luke ve Ariel bir müddet birbirlerinin söyledikleri üzerine düşündü. Rudeus’un Sylphie’nin adını unutmuş olması muhtemeldi. Sonuçta birbirlerinden ayrıldıklarından beri sekiz yıl geçmişti. Sekiz yıl çocukluk arkadaşını unutmak için gayet yeterli bir süreydi. En azından Sylphie, Rudeus’un geçen yıl boyunca adından bahsettiğini duymamıştı. Adının Rudeus’un beyninde çağrışım yapacağını düşünmesi bile zor bir olasılıktı.

Onu hatırlaması için ne yapabilirdi? Önemli olan soru buydu.

Ariel kendini Rudeus’un yerine koymaya çalıştı. Son sekiz yılda ona hizmet edenlerin hepsinin ismini hatırlayamasa da hatırlayabildiği birkaç tanesi vardı. Örneğin Ariel daha bebekken haremden ayrılan Lilia. Ariel kadının yüzünü net olarak hatırlamıyordu ama onu suikastcilerden korumak için nasıl dövüştüğünü hatırlıyordu.

“Sylphie onunla ne tür anıların oldu?”

“Anılar mı?”

“Evet. İnsanlar birbirlerini sahip oldukları yeteneklerden ve birlikte yaşadıkları anılardan hatırlar. Soyluların sürekli parti düzenleyip misafirliğe gitmesinin asıl nedeni de budur aslında. Eşitlerinin anılarında olabilecek en büyük etkiyi bırakmak için süslü konuşmaları ve karmaşık dans hareketlerini ezberlerler. İnsanlar doğaları gereği kalabalık olduklarından onları hatırlaması zordur.”

Sylphie’nin sahip olduğu yetenekler oldukça ayırt ediciydi. Dünya üzerinde sessiz efsun yapabilen fazla insan yoktu, hele Rudeus ve Sylphie kadar genç olanı, hiç yoktu. Lakin yine de böylesine önemli bir ipucu bile Rudeus’un gözünden kaçmıştı.

Gözünden kaçmasının üç tane sebebi vardı.

İlki, Rudeus’un kendini aşağılama sorunuydu. İçgüdüsel olarak yapabilidği her şeyin başkaları tarafından kolayca taklit edilebileceğini düşünüyordu.

İkincisi, Ruijed, Kishirika, Orsted ve Badigadi gibi isimlerle karşılaşması. Böylesine güçlü kişiliklerle tanışması Rudeus’ta dünyanın kendisinden güçlü insanlarla dolu bir yer olduğu izlenimi yaratmış olabilirdi. Ona göre dünyada kendisi gibi sessiz efsun yapabilen büyücü olması mantıklı bir şeydi.

Ve son sebep, Ariel’in kendisi. Sadece basit bir öğrenci olsaydı Sylphie’nin sessiz efsun yeteneği alışagelmedik bir yetenekmiş gibi görünebilirdi ancak o güçlü bir prensesin muhafızıydı. Kraliyet Ailesine hizmet eden bir muhafızın yetenekli bir büyücü olması Rudeus’a mantıklı geliyordu.

“Anılar mı? Uhm… size eskiden nasıl zorbalandığımı anlatmıştım değil mi?”

“Evet. Saçının rengi yüzünden hor görüldüğünü söylemiştin.”

Sylphie, kendisinden şüphelenebileceklerinden korktuğu için Prenses’e saç renginin eskiden yeşil olduğunu söylememişti. Onlara güvenmediğinden ötürü yapmamıştı bunu. Saçının eskiden yeşil olduğunu itiraf etmek düşüncesi bile ona korkunç geliyordu, o yüzden saçı her zaman beyazmış gibi davranmaya karar vermişti. Ok yaydan bir kere çıktımı geri alması zordur. Zaten saçı eski rengine döneceğine dair herhangi bir belirti de göstermiyordu, o yüzden itiraf etmeye gerek yoktu.

Onlardan sakladığı şeyi açığa çıkarmanın en iyi zamanıydı aslında… ancak çocukluğunda yaşadığı zorbalık zihninde kara bir leke bırakmıştı. Bunu itiraf edecek cesareti kendinde bulamıyordu.

“Rudy ile beni zorbalardan kurtardığında tanışmıştım. Onunla yaşadığım en güçlü anı buydu.”

“…Hmm, anlıyorum.”

Ariel bir süre düşüncelere daldı. Acaba Sylphie’i bir grup serseri tarafından saldırıya uğratıp Rudeus’a onu kurtarması için gerekli fırsatı verebilirler miydi?

Bu planda, maalesef, hatalı bir kısım vardı. O da Sylphie’nin oldukça güçlü bir büyücü olmasıydı. Dışarıdan güçlüymüş gibi görünmüyor olabilirdi ama savaş esansında Sylphie oldukça kararlı, hızlı ve ölümcül birisine dönüşüyordu. Ortalam bir grup serseri onun karşısında beş saniye bile dayanamazdı. Zaten Rudeus’un arkadaşı Fitz’i güçlü birisi olarak gördüğü oldukça muhtemel. Acaba onu gerçekten tehlikeye sokabilecek kadar güçlü potansiyel saldırgan var mıydı?

…Evet vardı aslında.

Gücüyle ün salmış ünlü Thunderbolt klanı şu anda şehirde konaklıyordu. Makul bir fiyat karşılığında muhtemelen onları Sylphie’ye saldırmaları için tutabilirdi. Ancak etrafta bu klanın Rudeus ile yakın ilişki içinde olduğuna dair bazı dedikodular dönüyordu. Söylentilere göre “Quagmire Rudeus” Stepped Leader’ın başı Soldat Heckler ile bir barda içki içerken görülmüş. O sırada yanlarında Elinalise Dragonroad ve Cliff Grimoire da bulunuyormuş. Bu bilgi göze alındığında Thunderbolt uygun bir seçenek olmaktan çıkıyordu.

Bu rolü sıradan maceracılara vermekte Ariel’e mantıklı gelmiyordu. Rudeus’un muhtemelen maceracı camiasında Ariel’in tahmin ettiğinden daha fazla bağlantısı vardı. Onu tanımayan bir parti bulsalardı bile daha önce onunla başka bir yerde karşılaşmış olma olasılıklarını göz ardı edemezdi.

Bu durum işleri olduğundan daha çok karmaşıklaştırabilirdi. Hem de çok. Günün sonunda birisi yaralanabilirdi bile, Ariel kesinlikle böyle bir şey olmasını istemezdi.

“Onunla yaşadığın başka bir anı var mı?”

“Şeyyy… Ah, evet. Aklıma bir tane geldi…”

Sylphie’nin yüzü bir anda kızardı, konuşmaya devam etmeden önce bir süre duraksadı. “İlk başlarda Rudy benim erkek olduğumu sanıyordu. Bir gün dışarıda büyü çalışıyorken yağmur yağmaya başladı o yüzden Rudy’nin evine gidip banyo yapmak zorunda kalmıştık. Ama o, sonra, uhm, kıyafetlerimi zorla çıkarmaya başladı…”

Hikayesinin yarısına geldiğinde Sylphie, Luke’a doğru bir bakış attı. Luke hemen elleriyle kulaklarını kapattı. Adam hakkında ne düşünüyorsanız düşünün, ama adam ortamı okuyabiliyordu.

“Uhm, ve sonra… k-külodumu indirdi ve… benim, benim, özel bölgelerimi… gördü. Benim kız olduğumu böyle öğrenmişti…” Sylphie, Rudeus’un bu olaydan sonra nasıl çok üzgün olduğunu anlatmaya başladı.

Ariel bu kazadan sonra olan şeyleri daha önce duymuştu aslında. Bu olayların Rudeus’un Fitz’in gerçek cinsiyetini sır olarak saklama kararını vermesiyle bir ilgisi olabilirdi hatta. Sylphie’yi artık hatırlamıyor olsa bile onun sayesinde asla unutamayacağı bir ders almıştı: zorla insanların sırlarını açığa çıkaramazsın.

“Bu… oldukça tatlı bir hikayeymiş,” dedi Ariel gülümseyerek. İçinden, işte bu, işte bunu yapmalıyız. Sadece Rudeus’un kendi elleriyle Sylphie’yi soyacağı bir senaryo yaratmaları gerekiyordu. İki tarafta heyecandan taşıyorken Sylphy’nin endişelerini ve korkularını aşıp gerçeği ağzından kaçıracağını umuyorum.

“Tamamdır. Hadi bunu yapalım.” Ariel kararını vermişti ve bu karar tartışmaya açık değildi. “Luke, ellerini kulağından çek. Plan yapacağız.”

Bu sırada prenses büyük bir sorunu göz ardı ettiğinin farkına vardı: Sylphie’nin kendine engel olma gibi bir sorunu vardı. Eğer önlem almazsalar korkaklığı planlarını tehlikeye sokabilirdi.

“Planı yapmaya başlamadan önce açıklık getirmek istediğim bir şey var.

“T-Tamam…”

“Sylphie, az önce bize Rudeus ile birlikte olmak istediğini söyledin. Bunun senin için ne anlama geldiğini bize söylemeni istiyorum, detaylı bir şekilde.”

Sylphie bir süre düşündü. Rudy’den tam olarak ne istiyordu? Onunla ne yapmak istiyordu? Hiç yoktan onun yanında olmak istiyordu, orası kesindi. Onu uzun zamandır seviyordu ve ona olan sevgisi tekrar kavuştukları günden beri her geçen gün artıyordu.

Ancak arada sırada birtakım fantezilere daldığı da oluyordu. Örneğin, gün içindeyken çoğu zaman evlendikten sonra hayatlarını nasıl olacağını düşlüyordu.

Bu fantezilerinde Rudy’nin Buena köyündeki evlerinde, ya da ona benzer bir evde, yaşıyorlardı. İkisi aynı yatakta yatıyordu, doğal olarak. Her gün uyandığında Rudy’i yanı başında buluyordu. Ona “günaydın” diyip alnına bir öpücük konduruyor ve sabah idmanına hazırlanmak için kıyafetlerini değiştiriyordu.

Zemin kata indikten sonra Sylphie kahvaltı hazırlıyordu. Ev işlerinde üzerine düşen görevlerden biriydi bu. Çok şaşalı değildi, ama Rudy çok obur birisi olduğundan ona bol bol yemek hazırlıyordu. Her şey hazır olunca Rudy geliyordu. Yemeğini yerken “her zamanki gibi leziz” gibisinden şeyler söylüyordu. Gerçi Rudeus yemek yerken konuşmazdı. Sylphie onun yemeğini afiyetle yemesini izliyor tabağı bittiğinde yenisini koyuyordu.

Kahvaltı bittikten sonra Rudy işe gidiyordu. Sylphie eline öğle yemeğini sıkıştırıp onu yolcu ediyordu sonra Prenses Ariel ile buluşmaya gidiyordu. İkisi de işe gidiyordu, aynı Rudy’nin ebeveynleri gibi. Rudy için aklında herhangi bir iş uyduramamıştı ama sonuçta bunların hepsi hayal olduğundan işinin olup olmaması pek önemli değildi.

Sylphie işten eve geri döndüğünde kapıda Rudy ile karşılaşıyordu. Rudeus onu görür görmez yüzünde güller açıyor, omzundaki karları temizliyor kolları arasına alıp ona sarılıyordu. Sonra içeri birlikte girip şömineyi yakıyorlardı. Çok geçmeden banyoları hazır oluyordu. İyicene temizlenip ısındıktan sonra sıra akşam yemeğine geliyordu. Sylphie yemekle meşgulken Rudy taştan heykel yapmakla uğraşıyordu.

Akşam yemeği kahvaltı gibi olmuyordu. Rudy daha konuşkan oluyordu mesela. Gün içinde yaşadığı, işteyken gördüğü şeyleri anlatıyordu. Hikayeleri de muazzam oluyordu… hayal edemeyeceği kadar muazzam. Yaptığı şakalara gülüp başardığı şeyler karşısında şaşırıyordu.

Yemek bittikten sonra şöminenin önündeki koltukta biraz zaman geçiriyorlardı. Sylphie Rudy’nin koynuna giriyor, Rudy de kollarıyla onu sarmalıyordu. Bazen konuşuyorlar bazen de konuşmuyorlardı. Çok geçmeden birbirlerinin gözlerinin içine dalıp birbirlerine yaklaşıyorlardı. Rudy, Sylphie’yi kollarına aldığında gölgeleri birleşiyor ve şömineyi kapatıp yatak odasına çıkıyorlardı.

Gerçi Rudy bazen biraz sapıklaşabiliyor. Bana “Ne kadar çocuk istiyorsun?” gibisinden şeyler söyleyebilir. Ben de ona, “Ne kadar istersen o kadar Rudyy!” diye cevap veririm. Sonra o gülüp “O aman çok fazla çocuğumuz olabilir,” deyip bir anda kıyafetlerimi soymaya başladığında… bende gülüp “O zaman başlasak iyi olur!” diyorum. Hee Hehe Hehe Hee!

“—Hehe hee hehee!”

“Öhöm.”

“Gah!” Ariel’in genzini temizlemesiyle gerçekliğe geri dönen Sylphie monoloğunu yarıda kesmek zorunda kalmıştı, yüzü domatese gibi kızaran Sylphie utançtan başını eğip kulaklarıyla oynamaya başladı.

“Şimdi” diye başladı Ariel. “O fantezini başka bir kadının senin yerine yaşadığını düşün.”

Sylphy bunun üzerine Nanahoshi’nin Rudeus’un karısı olduğunu hayal etmeye çalıştı. Komşuları olduğunu, günlerini camın arkasından onları izleyerek geçirdiğini hayal etti. Rudy ile Nanahoshi onları izlediğini fark ettiğindeyse hafifçe sırıtıp perdeleri üzerine kapadığını hayal etti bir anda…

“Hoşuna gitmedi değil mi?”

“H-Hayır! Hemde hiç!”

“İyi o zaman.” dedi sertçe başını sallayarak. Ariel, Sylphie’nin gözlerinin içine bakıyordu. “Bu operasyonun başarıya ulaşıp ulaşmaması tamamen senin ne kadar uğraş vereceğine bağlı Sylphie.”

“E-Evet!”

Bu kadarı yeterli olmazsa diye Ariel son bir gol daha atmaya karar verdi. “Bir daha korkup kaçmana izin vermeyeceğim aklında bulunsun. Bu sonuncu şansın. Eğer bir daha bana açılacak cesareti bulamadığını söylersen sana bir daha yardımcı olmam. Hatta daha kötüsünü yaparım. Asura Krallığının İkinci Prensesi Ariel Anemoi Asura olan ben bütün yetkilerimi kullanarak bir daha Rudeus Greyrat ile iletişime geçmeni yasaklarım.”

Sylphy bu bildiri üzerine sertçe yutkundu. Ariel’in sadece onu başarıya ulaşması için zorladığının farkındaydı tabi ki. Bu tehditten çok bir nevi emirdi aslında.

Sylphy’nin yüzündeki gerilimi fark eden Ariel sakince son hükmünü verdi. “Elinden gelenin en iyisini yap.”

“Uh… emredersiniz madam!”

“Aferin.” Ariel bir kez daha kafasını salladı. Artık planın ayrıntılarını konuşma zamanı gelmişti.

 

Sylphie

 

Operasyonu hiç zaman kaybetmeden hızla harekete geçirdik.

Normal bir okul gününün öğle yemeği vaktiydi, yemek salonunun birinci katındaydım. Salon bir sürü “avam” öğrencilerle doluydu: eski maceracılar, hayvan ırkları, şeytanlar ve daha birçok ırk.

Soylu doğan öğrenciler bu kişilerle her karşılaştıklarında sürekli dalga geçerlerdi. Ancak hakaretlerinin çoğu önyargıdan doğan şeylerden öte değilldi. Prenses Ariel bu tavrı oldukça anlamsız buluyordu; dalga geçtikleri ırkların daha bundan yüz yıl önce insanları yok olmanın eşiğine getirdiğine dikkat çekiyordu sürekli.

Gerçi bunun konumuzla pek alakası yoktu.

Rudy’i masaların en arkasında arkadaşlarıyla birlikte oturduğunu gördüm, gülüşüp şakalaşıyorlardı. Zanoba, Kral Badigadi ve Julie ile birlikte ellerinde içki dolu bardaklarla oturuyorlardı.

“Açıklayın lütfen Badi Hazretleri. Sizin için bir figürinin sahip olması gereken en önemli özellikler nelerdir?”

“Gerçeğinden daha tatlı olmalılar! Ve daha önemlisi onu gören herkesi heyecanlandıracak kadar seksi olmalılar!”

“Ah evet, erotik element! Nadide zevklere sahipsiniz Majesteleri. Lütfen bir bardak daha için lütfen…”

Badigadi su gibi bira içiyordu. Siyah cildi hafif kızarmış görünüyordu. Rudy ve Zanoba gülerek onu izliyorlar arada bir boş bardağını dolduruyorlardı. Bu çok tuhaftı. Yemek salonun bu katında içki servisi yapılmıyordu. Dışarıdan mı getirdiler acaba?

“Hazır aklıma gelmişken söyleyeyim Badi Hazretleri, İmparatoriçe Kishirika’nın figürinlerini yapmam bir sakınca doğurur mu? Aşırı seksi bir figürin olacak tabi ki.”

“Nişanlımı tasvir etmek mi istiyorsun? Ama evlat, daha olgunlaştığında vücudunun nasıl göründüğünü bilmiyorsun.”

“Ben de o konuya değinmek istiyordum aslında. Eski haline döndüğünde tatlış minyatür halinden mahrum kalacağınız için İmparatoriçe’nin suretini sonsuza kadar koruyacak bir eser yapmak istiyorum!”

“Aha anlıyorum ne dediğini! Bak haklısın. Kadın bazen baya sakar birisi olabiliyor doğrusu, ayrıca aniden ölüp kalabiliyor da. Eski haline eninde sonunda geri döneceğine eminim.”

“Lakin sarayınızın İmparatoriçe Kishirika’nın her yaştaki haliyle donatılması fikrine sıcak bakacağınızı umuyordum!”

“Sen insansın evlat. Onu her haliyle görecek kadar uzun yaşayamayacaksın.”

“Asıl sorunumuz da bu işte. Eğer bu hayalimi gerçekleştireceksem figürin yapma tekniğimi gelecek nesillere aktarmam gerekecek. Zaten bu yüzden sizin yardımınıza ihtiyacım var Majesteleri! Eheheh.”

“Bwhahaha! Sahip olduğun onca güce rağmen çok iyi sinsi tüccar rolü yapıyorsun! Çıplak açgözlülüğünü onaylıyorum evlat! Benden dileğin nedir peki? Para mı? Adam mı?”

“Ah öyle şeyler değil. Sadece benim hakkımda olumlu şeyler söylemenizi istiyorum o kadar…”

Rudy kötü gülüşünü takınmıştı. Böyle gülerken gerçekten bir kötüye benziyordu. Fazla gülen birisi değildi ama güldüğü zaman da böyle gülüyordu. Onunla tanıştığımdan beri hiç değişmemişti.

Kraliyet divanında bana onun gülümsediği gibi gülümseyen birisi vardı— Bakan Darius adında bir adamdı. O bizi ülkeden sürgün eden ezeli düşmanımızdı. Ama gülüşü Rudy’nin gülüşüne çok benzediğinden bize sırıttığında hiç irkilmiyordum. Belki bu zeki bir insan olmanın getirdiği bir şeydir?

Rudy ile Zanoba toprak büyüsüyle insanları tasvir etme hobilerine kelimenin tam anlamıyla kendilerini adamışlardı. Eserlerinin kalitesini değerlendirmek benim için zor bir işti ama. Rudy bana üzerinde çalıştıkları Kızıl Ejder heykelini gösterdiğinde neredeyse küçük dilimi yutacaktım.

Onlar ayrıca yetenekli bir cüce olduğunu kanıtlayan Julei’yi de eğitiyordu. Saflarına bir Şeytan Kralı da çekmeye çalışıyorlardı. Bu projeyi konusunda ciddi oldukları barizdi. İyi bir büyücü olduğumdan onlara katılıp yardım etmek istiyordum ama bu şu an elimde olan bir seçenek değildi. Manamı Prenses Ariel’i korumak için ayırmalıydım.

“Merhaba, Rudeus.”

“Ah! Merhaba Üstat Fitz.” Ona seslenince Rudy bana yüzünde tatmin olmuş bir ifadeyle baktı. Son zamanlarda onun yanında biraz tuhaf davranıyordum ama o bana karşı oldukça normaldi. Açıkçası bazen biraz fazla odun birisi olabiliyordu.

Yine de… bu bana tamamen güvendiği anlamına geliyordu. Bu beni mutlu ediyordu.

“Senin için ne yapabilirim?”

“Uhm…” Tereddüt ettim. Zanoba ve Şeytan Kral beni izliyorken konuya girmek biraz zordu. “Er, iki dakika yalnız konuşabilir miyiz acaba?”

“Hiç sorun olmaz. Zanoba gerisini halleder misin?”

“Tabi ki de Usta! Bana güvenebilirsiniz.”

Rudy ile Zanoba bugünlerde sıkı arkadaştılar. Açıkçası arkadaşlıklarını kıskanmadığımı söyleyemem.

Rudy’i yemek salonunda uzak, sessiz bir köşeye çektim. Artık konuya girme vaktiydi.

“Söyleyin lütfen,” dedi Rudy. Ciddileştiğinde çok yakışıklı oluyordu. Ah kalbim.

“Uhm… aslında senden büyük bir iyilik isteyecektim.”

“İsteyecek misin? Lafı bile olmaz merak etme!” dedi Rudy yumruk yaptığı elini göğsüne vurarak. “Senin için elimden gelen her şeyi yaparım!”

“Bekle bir dakika. Daha senden ne istediğimi söylemedim bile…”

“Sizi reddetmeyeceğim Üstat Fitz. Yani, zorunda kalmazsam tabi.”

Vay canına. Çok tatlı. Onu böyle kandırmaya çalıştığım için çok kötü hissediyorum. O kadar kötü hissediyorum ki sanırım ona gerçekte kim olduğumu söyleyeme–

“Tamam o zaman. Eee… sana Prenses Ariel’in tanışık olduğu soyluların evine misafirliğe gittiğini söylemiştim değil mi? İşte, o soylulardan birinin çok güçlü olduğu söylenen bir koruması vardı.”

“Ah. Korumayı yenmende yardımcı olmamı istiyorsun, değil mi?”

“Bekle ne? Hayır hayır öyle bir şey yok!”

“Ah, anlıyorum. İyi o zaman. Zaten pek dövüşme havamda değildim.”

Dövüşme havanda değil misin…? Şaka mı yaptı acaba? Şu an gülmem mi gerekiyor acaba? Neyse devam edelim… “Prenses Ariel soylunun korumasıyla böbürlenmesinden sinirlenince bir anda ‘Benim Fitz’im sizin korumanızdan daha güçlüdür’ diye çıkışta bulundu.”

“Ahah. Anladım.”

“O yüzden soylu ona ‘Benim korumam kışın ortasında dört kişilik bir grupla Dolu Ormanını dize getirip sadece ormanın en derinlerinde yetişen bir çiçeği bana getirdi.’ dedi böbürlenerek…”

Rudy elini çenesine götürüp düşüncelere daldı. “Dolu Ormanının derinlerinde yetişen bir çiçek he… Dolu Saçağını kastediyor olmasın? Yaprakları oldukça güçlü bir ilacın yapımında kullanılır ama sadece bu ormanda kışın yetiştiği söylenilir.”

Vay canına. Rudy’e bak sen. Bütün bunları ezberden mi söyledi? Gerçekte var olan bir çiçeği araştırıp kullanmamız iyi oldu.

“Dolu Ormanı kışın oldukça tehlikeli bir yerdir.” diye devam etti Rudeus, “Ama A Rütbesinde dört tane maceracıyla o ormana girmenin pek böbürlenecek bir tarafı yok aslında. Herkes attığı adıma dikkat ettiği sürece kendini tehlikeye atmadan çiçeği koparıp geri dönebilirsin.”

Dolu Ormanında yaşayan canavarların isimlerini sıralamaya başladı: Kar Eşekarıları, Beyaz Pumalar, Hardal Treantları vesaire vesaire. Bütün bu bilgileri kitaptan okuyormuş gibi olmasına çok şaşırdım. Hepsini nasıl ezberlemişti?

“Uhm, evet. Her neyse… Prenses Ariel aşağılanmayı kabul edemediğinden ona ‘Benim Fitz’im o çiçeği daha az kişiyle alabilir!’ dedi bana sormada.”

“Hıı şimdi anlıyorum. Demek sorun bu he?” Rudy memnuniyetle kafasını salladı. “Maceracı arkadaşlarımla iletişime geçip sana o çiçeği uygun bir fiyata satmalarını sağlayacağım. O soylu adam muhtemelen oraya gitmediğini anlamaz bile.”

“Ne?! Ama bu hile yapmak anlamına gelir Rudeus! Bu işi kendi başıma yapmam gerekiyor!”

“Gücün birden fazla şekli vardır Fitz. Tanıdıklarının olması da bir güçtür. Benim bir sürü maceracı arkadaşım var ve ben senin arkadaşınım. Kurduğun bağlantıları harekete geçirmen hile yaptığın anlamına gelmez.”

Vay canına, tatlı dilini nasıl konuşturduğuna bak bi. O neyden bahsediyor be?!

“Kusura bakma ama bunu yapamam. Eğer bu birinin kulağına çalınırsa Prenses Ariel’in itibarını yerle bir etmiş olurum.”

“Hm tamam. O zaman gidip çiçeği kendimiz alalım.”

Rudy taktik değiştirmekte hiç tereddüt etmedi. Tehlikeli bir ormana iki kişiyle girecek olması onu zerre endişelendirmiyordu.

…Ya da ben öyle olduğunu sanıyorum ta ki bir sonraki cümlesini duyana kadar.

“Tanıdığım üç beş kişi var, onları toplamam için ben üç gün ver. On kişilik bir ekibin altından kalkabileceği bir iş olmalı o yüzden endişelenme. Stepped Leader şu an şehirde kalıyor. Onları da işin içine sokabileceğimi düşünüyorum.”

Bak şimdi tamamen kafam karıştı. “Ne? Rudeus hayır! Ariel daha küçük bir partiyle gitmemi söyledi! Neden yanıma on kişi alıp açığa çıkma riskine gireyim?”

“Ah sakın endişen olmasın. Onlar bizden tesadüf eseri ormana birkaç saat önce girmiş ve etrafta malzeme topluyorlarken karşımıza çıkabilecek bütün canavarları avlamış olacaklar sadece. Ama hiçbiri bizim çiçeğimize dokunmayacak. Çünkü o bize kalacak.”

Uh… vay canına. Şu sinsiliğe bak sen. Maceracıalr işlerini hep böyle mi hallediyor?

Hayır hayır. Rudy yıllardır maceracılık yapıyor ve ormanların nasıl tehlikeli bir yer olduğunu iyi biliyor olmalı. Bu tür şeylerde amatör olduğum için benim incineceğimden endişeleniyor olmalı. Evet bu yüzden olmalı, muhtemelen.

“Bak, g-gerçekten başkalarına ihtiyacımız var mı ki? Sen ve ben bu işin altından kalkabileceğimizi düşünüyorum Rudeus.”

“…Ah bekle. Yoksa benden korumanız olmamı mı istiyorsunuz Üstat Fitz?”

Konuşmamın başında söylememiş miydim bunu? Belki de söylememişimdir… “E-Evet doğru dedin! Benim korumam olur musun Rudeus?”

Rudy bir elini çenesine koyup kafasını sallamadan önce bir müddet düşündü. “Tamam o zaman. Bana her türlü konuda yardımcı oldun Üstat Fitz. Seni geri çevirmem doğru olmazdı.”

“T-Teşekkür ederim Rudeus! Tek başıma gitmek zorunda kalacağımdan endişelenmiştim.”

Az kalsın başarısız olsam da ilk aşamayı başarıyla geçmiştim. Doğrusu, her ağzımı açtığımda yeni bir plan sunuyordu adeta. Rudy bambaşka bir şey…

 

Operasyon ikinci aşamaya geçmişti. Rudy ve ben Dolu Ormanına gidecektik. Sharia’dan üç günlük uzaklıkta, Basherant sınırı yakınında bulunan bir yerdi.

Ben kendi gezgin kıyafetimle yola çıktım, ama Rudy tepeden tırnağa donanımlı bir şekilde gelmişti. Devasa bir sırt çantası taşıyordu, içinde bir sürü acil durumlarda kullanılabilecek eşya ve yemek vardı. Doğrusu güçlü olduğu için yanına bir şey almayacağını beklemiştim… ama o bana şöyle cevap verdi. “Asla bir ormanın içinde barındırdığı tehlikeleri hafife almamalısın. Taş gülleyi bile havadayken kaçınabilen canavarlar vardır.”

Bu kulağa oldukça saçma geliyordu doğrusu ama bu şüphemi dile getirdiğimde bana Şeytan Kıtasında bahsettiği türden bir sürü yaratık olduğunu söyledi. İlk başta latife ettiğini sanmıştım ama meğersem doğruyu söylüyormuş.

Dolu Ormanındaki canavarlar genellikle B Rütbesindedirler. Muhtemelen onlarla başa çıkabilirdim… “Kusura bakma Rudeus. Bütün hazırlığı sana yaptırdım.”

“Özür dilemene hiç gerek yok. Koruma görevlerinde üzerime düşen görevlerden biri sadece.”

Bekle bir dakika. Bunu bir görev olarak mı görüyor… yoksa görev bittiğinde benden para mı isteyecek? “Uhm… hizmetlerin için sana ödeme yapmama gerekiyor mu?”

“Saçmalama. Bunu arkadaş olduğumuz için yapıyorum. Senden hiçbir şey istemiyorum.”

Her nedense Rudy “arkadaş” kelimesini vurgulayarak söylemişti, bunun ne anlama gelmesi gerektiğini bilmiyordum. “Yani demek istediğim şey, eğer olur da ödeme istersen ödeme yapabilirim. Benim için sorun değil.” Ariel bana düzenli olarak maaş ödüyordu, çok büyük bir meblağ değildi gerçi. Harcama yapacak pek bir şeyim olmadığından birikimim oldukça büyük bir hal almıştı. Rudy’i birkaç günlüğüne kiralamaya yetecek kadar param vardı en azından.

Oh, ama… o şu anda Kral Seviyesi bir büyücü değil mi? O-Ona yetecek kadar param var mı ki?”

“Heh, ucuz değilimdir he, söyliyeyim.”

“Y-Yani doğal olarak değilsin, ama…” Her nedense köle pazarını hatırlarken buldum, Rudy’nin standa çıplak bir şekilde çıkıp sergilendiğini hayal ettim. Rudy’i satın almak… aslında kulağa pekte kötü gelmiyor… hehe.

Bel altımda tuhaf bir his hissettim. Yüzüm utançtan kıpkırmızı olmuştu. “Uh, her neyse! Hadi devam edelim!”

“Hadi.”

Ve böylece birlikte Dolu Ormanına doğru giriş yaptık.

İlk bakışta Kuzey Topraklarındaki sıradan ormanlık alanlara benziyordu. Her yerde karla kaplı uzun ağaçlar vardı. Lakin burada dolu yağmasına neden olan bir tür büyü anomalisi vardı. Buradaki kara bastığında tuhaf bir ezilme sesi çıkıyordu.

“Çiçekler ormanın en sağ tarafında bir uçurumun kenarında açıyor. Önümüzdeki karı temizleyerek dümdüz oraya gideceğiz. Beni takip et ve etrafında olan bitenlere dikkat et lütfen.”

Bu açıklamadan sonra Rudy ihtiyatlı bir şekilde önündeki karı eriterek ilerlemeye başladı. Ona yardım etmek istesem de nasıl yaptığını bir türlü anlayamadım. Muhtemelen bir tür ateş büyüsü kullanıyordu, etkili olduğu alana bakarak… kalın bir kar tabakasını sürekli ısı üreterek eritmenin kolay olmadığı aşikardı. İsteseydim yapabilirdim ama bu mana açısından bana çok pahalıya mal olurdu. Rudy mana rezervini dilediğince harcayabiliyordu.

Buradaki kar insanın omuzlarına kadar geliyordu ama biz ilerledikçe Rudeus karı eritmeye devam ediyordu. İlk başlarda su buharının canavarları bize çekecek olmasından endişelendim ama, bir şekilde, hiç canavar çekmemişti. Ona nasıl bunu yaptığını sorduğumda bana ısının derecesini dikkatli bir şekilde kontrol edersen buhar çıkarmadan karın eritebileceğini söyledi. Bunu yapabilmek için ne kadar denemey yapmak gerekiyordu?

Odaklan Sylphie. Şu an önemli olan bu değil.

Asıl planı harekete geçirmenin vakti gelmişti. Derin bir nefes alıp Rudy’nin elindeki asaya işaret ettim. “Bunu sana getirdiğim günü hatırlıyorum. Mükemmel bir asan var. Kraliyet divanı dışında daha önce hiç tek taşlı, el yapımı bir asa görmemiştim.”

“Evet. Öğretmenlik yaptığım genç hanımefendi bana onuncu yaş günü hediyem olarak vermişti.”

Rudy nedense bunu söylediğinde biraz üzgün görünüyordu. Şimdi düşünüyorum da, öğretmenlik yaptığı hanımefendiden bana hiç bahsetmemişti. Adeta onun hakkında konuşmak istemiyor gibiydi. Duyduğuma göre oldukça vahşi bir kızmış… belki o zamandan kalma kötü anıları vardır.

“Bir süreliğine asanı almamda sakınca var mı? Bildiğin üzere, benim sadece başlangıç seviyesi asam var. Hep seninki gibi bir asayı tutmak istemişimdir.”

“Gerçekten mi? Prenses muhafızı olduğun için eğer isteseydin sana güzel bir asa vereceklerini sanıyordum. Oysaki”

“Sessiz efsun yapabildiğim için asaya ihtiyacım olmadığını söylediler. Ne kadar cimriler değil mi?”

Hala küçük asamı kullanıyor olmamın asıl sebebi bu değildi tabi ki. Rudy bu asayı bana hediye olarak vermişti, o yüzden benim için yeri ayrıydı. Oldukça sıradan bir büyü asasıydı. Tanıyamadığı için onu suçlayamazdım.

“İyi o zaman al. Sapını bi güzel elinde hisset. Çok kalın, değil mi?”

Her niyeyse bunu söylediğinde Rudy tuhaf bir şekilde sırıtıyordu. Farkında olmadığım komik bir şey mi vardı? Hafif şaşırmış bir şekilde Rudy’nin asasını elimde kavradım. Bu şeye tutmak biraz tuhaftı doğrusu. Ellerim bunun için çok küçüktü.

“Evet haklısın, aşırı kalın. Bunu iki elinle mi tutman gerekiyor?”

“…Muhtemelen. Sanırım büyüdüğümde de kullanabileyim diye öyle tasarlamışlar.”

“Hmm…”

Kendi kendine gülerek Rudy kar temizleme görevini yerine getirerek ilerlemeye devam ediyordu. Asasını tutarak arkasından onu takip ediyordum.

Tamamdır. Şu ana kadar iyi gitti. Bir sonraki adıma geçelim…

Serçe parmağıma taktığım yüzüğü ağzıma getirip şifreli sözcüğü olabildiğince sessiz bir şekilde fısıldadım “Kızıl Burç,”. Yüzükteki küçük taş maviden kırmızıya dönüştü.

Yüzük Prenses Ariel’in her daim üzerinde bulundurduğu eşyalardan biriydi. Şifreli kelimeyi söyleyince yüzükteki taş renk değiştiriyordu— yüzüğün eşini takan kişininki de. Bu etki uzun mesafelerde işe yaramıyordu. Ancak yüzüğün eşini takan kişi hemen ormanın sınırında vereceğim sinyali beklediğinden herhangi bir sorun yoktu.

Bu gerçekten işe yaracak mı?

Havaya endişeli bir şekilde bakmaya ve planımızın bir sonraki aşamasının gerçekleşmesini bekledim.

Endişe etmeme rağmen sonraki aşama başarıyla gerçekleşti. Hava doğal olmayan bir hızda bulutlanmaya başladı. Şu ana kadar plan tıkırında işliyordu.

“Hm?” Rudy’nin havadaki değişimin farkına varması uzun sürmedi. Havaya bakarak, “Yağmur bulutu mu? Tuhaf,” diye mırıldandı.

Yılın bu zamanı Kuzey Topraklarına neredeyse asla yağmur yağmazdı. Bu yüzden çoğu insanın giydiği koruyucu kıyafetler yağmura dayanıklı değildi. Üzerimize giydiğimiz ağır şey Kirpi kürkünden yapılmaydı. Daha erimeden üzerine düşen karı temizleyebiliyordun o yüzden kışın oldukça kullanışlı oluyordu. Ancak yağmur hemen kürkün içine işlerdi. Yeterince su topladığında ise tek bir kutup rüzgarı bile seni dondurmaya yeterdi.

“Yağmur yağacağa benziyor Üstat Fitz,” diye seslendi ban Rudy kaşlarını çatarak.

Böyle durumlarda elinden gelen tek şey geçici bir barınak oluşturmak ya da bir mağaraya sığınmaktı. İkinci seçenek daha güvenliydi. Rudy toprak büyüsünde çok iyiydi, evet, ama yağmur dinene kadar bizi kuru tutmak için manasını harcamak istemezdi. Çok yorucu bir işti. Bu yüzden ona bir alternatif yol sunacaktım. “Uhm, bir bakayım. Haritaya göre sanırım–”

…ileride bir mağara var, hadi oraya sığınalım.

Ama daha sözüme devam etmeye fırsat kalmadan Rudy kafasını sallayıp sözümü kesti. “Endişelenme. Kaşla göz arasında bulutları dağıtırım.” deyip elini havaya doğru kaldırdı.

Ah siktir bu olmadı işte!

O an çok ciddi bir hata yaptığımın farkında vardım. Rudy Aziz Seviyesinde bir su büyücüsüydü; havayı kontrol etmek onun için çocuk oyuncağıydı. Prenses Ariel bana bu iş için iki tane gelişmiş seviye su büyücüsü tutacağını söylemişti ancak onların Rudy’nin gücüne karşı koyması imkansızdı. Muhtemelen bulutları göz açıp kapayıncaya kadar dağıtacaktı.

Ne yapmalıyım? Ne yapmalıyım? Eğer yağmur yağmazsa bütün plan suya düşer!

Aceleyle manamı elimde tuttuğum asaya aktarmaya başladım. Gücümün inanılmaz bir şekilde arttığını hissedebiliyordum. Belki de bunu yapabilirdim…

“Hmmm?” Hala elini yukarı kaldırmış olan Rudy kafasını şaşkınlıkla yana yatırdı. Muhtemelen bulutların emirlerini dinlemeyip dağılmasına şaşırmıştı. Lakin bilmediği şey bulutları bir arada tutmak için arkada ölüm kalım savaşı verdiğimdi. Rudy’nin tüm gücünü kullanıp kullanmadığını ya da asanın bana üstünlük verdiğini bilmiyordum ama ikimiz birbirimizi nötrlüyorduk. Ki bu da ormanın sınırındaki gelişmiş seviye su büyücülerinin büyüyü devam ettirebileceği anlamına geliyordu.

Sessizce kimselere fısıldadığım efsunlarla göklere doğru elimden geldiğince mana aktardım. Yağmur bulutlarının tombullaşıp gökyüzünü kapladığını hayal ettim. Aynı Rudy’nin bana öğrettiği gib— nemin toplanması, yoğunlaşana kadar soğuması ve aşağı düşmesi!

“Hmm…” Rudy bir kez daha kaşlarını çattı. Birkaç saniye sonra ilk yağmur damlası üzerimize düştü. “…Özür dilerim Üstat Fitz. Sanırım bugün formumda değilim.” Bu gelişme, anlaşılır bir şekilde, keyfini kaçırmıştı.

“H-Hiç sorun değil Rudeus. Asanı ben tuttuğum içindir belki.”

“Asam olmadan bile yağmur bulutlarını kolaylıkla dağıtmam gerekiyordu.” diye mırıldandı ellerini inceleyerek. “Herhalde bunu son zamanlarda yapmadığımdan dolayı… biraz paslandım? Ya da belki…”

Yağmur bulutlarının bilerek oluşturulmuş olabileceğinden şüphelendiğinin farkındaydım. Yine de, bulutları dağıtmasına engel olmuş olabileceğimi muhtemelen fark etmemişti.

“Aman neyse. Dökülen ayrana ağlamanın anlamı yok. İleride bir mağara var, değil mi? Hadi oraya sığınalım.”

“E-Evet iyi fikir.! Çok iyi fikir!”

Hızla başımı salladım. Bir kez daha hareke geçmiştik. Üzerimizdeki Kar Kirpisi kürkü yağmuru sünger gibi çekiyordu. Çok geçmeden soğuktan zangır zangır titremeye başlamıştık.

Plan tıkırında ilerliyordu.

“İşte geldik! Sonunda, titreyerek ve tepeden tırnağa su içinde sığınamıza girdik. Küçük, doğal bir mağaraydı, on metreden fazla derin değildi. Ve en önemlisi bu mağara gerçek varış noktamızdı.

 

Not

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.