İşsizin Reenkarnasyonu Cilt 09 Bölüm 07
Beyaz Maske (Part 2)
Çevirmen: RaccoonYobo
Nanahoshi Shizuka- adı Japoncada resmen “yedi yıldız” ve “sessiz” anlamına gelir- benim gibi değildi. Bu dünyaya bebek olarak gelmek yerine kendi bedeninde gelmişti.
Bana bunları içten bir dürüstlükle anlattığı için bende ona hayat hikayemi anlattım, buraya ışınlanmadığımı ama reenkarne olduğumu yani. Aniden yaşanan bir kaza neticesinde ölduğumu söyledim ama birçok detayı anlatmamayı seçtim. Önceki hayatımda leş birisiydim. Eğer neye benzediğimi hatırlarsa gözündeki değerim kesin düşerdi. İnsanların görünüşü önemlidir, tamam mı?
Ayrıca, onun buraya düşmesi benim hatam olabilme olasılığı var. Bana bu nedenden dolayı kin beslemesini istemezdim.
Nanahoshi ile bir süre muhabbet ettim, uzun zaman sonra ilk defa Japonca konuşuyordum. Birbirimizi o sırada pek tanımıyorduk, o yüzden Üstat Fitz’i gözlemci olarak tutmuştuk, tabi bütün konuşma Japonca geçtiği için bir şey anlamıyordu. Onun için kötü hissediyordum. Çok sıkılmış olmalıydı.
Konuşmamızın başında Nanahoshi bana bir bildiri yapmıştı. “Bu allahın belası dünyaya herhangi bir ilgi beslemiyorum. Ergen mangalarında ve hafif romanlarında olduğu gibi bilgimi kullanıp bu dünyayı daha iyi bir yer yapmak gibi bir amacım da yok. Ben sadece ve sadece kendi iyiliğimin peşindeyim. Ever olabildiğince çabuk dönmek istiyorum.”
Onun öncelikleri neredeyse benimkilerin tam tersiydi. Ben bu dünyada yaşamak istiyordum.
Bu dünyayı nasıl ve neden “sıkıcı” ve “iğrenç” bulduğunu dinlemekten hoşlanmıyordum ama nasıl hissettiğini anlayabiliyordum. O sadece kendini bu dünyaya ait hissetmiyordu. Bu dünyada ait olduğu bir yer bulamamıştı. Bir yere ait olmamanın nasıl bir şey olduğunu çok iyi bilirim ve bundan dolayı etrafındaki dünyaya iğrenti ve öfkeyle bakmanın nasıl çekici bir düşünce olduğunu da bilirim. Onun dünya görüşünü “düzeltmeye” çalışmayacağım bu yüzden.
Yine de, Nanahoshi bana karşı hala temkinliydi. Bana yaptığı ortaklık teklifini reddetmem bir hataydı. Benden bir şeyler sakladığını hissedebiliyorum, ki bu yanlış bir şey değildi tabi ki. Düşmanın olabilecek birisine tamamen güvenmek aptallıktır. Bende ona karşı temkinliydim.
Yine de, bu durumu daha iyi ele alabileceğimi düşünmeden edemiyordum. İlk karşılaştığımızda bağırıp kaçmasaydım ve ona “ben burada kalacağım ama dünyaya dönmen için sana yardım” edeceğim gibisinden bir şey söyleseydim muhtemelen bana biraz daha güvenirdi.
Amaan neyse. Dökülen ayrana ağlamanın anlamı yok.
Nanahoshi bana Asura Krallığında bir yerde ortaya çıktığını söylemişti. Bomboş bir arazinin ortasına düştüğünü daha doğrusu. Sonradan oranın Asura olduğunu öğrenmiş. Etrafında onun dışında kimse yokmuş, tek bir canlı bile. Ne yapacağına dair en ufak fikri yokmuş. Ama şansına ki bir anda karşısında Orsted çıkıp onu koruması altına almış.
“Orsted neden oradaydı?”
“…Neden orada olduğunu bilmiyorum ama beni buraya getirenin o olduğunu da düşünmüyorum.”
Asura Krallığında Nanahohi bu dünyayı tanımaya başlamış– yerel dili öğrenmekle başlayıp büyü, ekonomik sistem ve insanların yaşam tarzı gibi önemli bilgileri öğrenmiş. Bu konuda benimle benzerlik gösteriyordu doğrusu.
İnsan dilini bir yılda öğrendiğini duyduğumda kulaklarıma inanamamıştım. Orsted lanetli olduğu için onu gören herkes ondan nefret ediyordu o yüzden muhtemelen etrafındaki insanlarla konuşarak olabildiğince hızlı bir şekilde öğrenmeye çalışmış olmalı. İhtiyaç bazen büyük motivasyon kaynağı olabiliyor.
Toplamda Nanahoshi Asura’da iki yıl geçirmiş. O zaman içinde bizim dünyamızın mutfağı ve giyim tarzındaki bilgilerini kullanıp para kazanmış sonra da o parayı güvenilir pasif gelir kaynakları oluşturmak için kullanmış. Ayrıca yedi dünya gücünden biri olan Ejderha tanrısının onu koruduğunu da insanların akıllarına kazımış. Sıkı bir pazarlık yaparak güçlü Asura tüccarlarını ikna ederek ürünlerinin istikrarlı dağıtımını güvence altına almış. Bütün hayatını lüks içinde yaşayabileceği bir servet elde etmişti.
Dili öğrenmesi ve sağlam bir ekonomik temel atması güzel şeylerdi ancak bunlar gerçek amacına yani ait olduğu dünyaya geri dönme yolunda attığı adımlardan başka bir şey değildi.
Asurayı arında bıraktı ve Orsted ile bir yıl boyunca birlikte yolculuk etti. Dünyasına nasıl dönebileceğini öğrenmek ve onunla birlikte buraya gelmiş olabilecek tanıdıklarını bulmak için dünyanın her tarafını aramışlar.
Orsted’in birçok düşmanı vardı, o yüzden yolculuk sırasında sürekli saldırıya uğruyorlarmış. Lakin Orsted düşmanlarını kaşla göz arasında öldürebildiğinden sorun yaşamıyorlarmış. Benimle olan dövüşü de bu karşılaşmalardan biriydi. Nanahoshi benimle ilgili tuhaf bir şeyler sezdiğinden dolayı Orsted’den beni hayata geri döndürmesini rica etmiş.
Ona bu iyiliğinden dolayı minnettarlığımı sundum. Ne kadar karşı koymaya çalışsaydım eğer Nanahoshi bana yardım etmeseydi şu an hala o geçitte hareketsiz yatıyor olurdum. “Bir şeyi sormam gerekli… Orsted’in İnsan Tanrıyla alıp veremediği ney? Bana aniden saldırınca ödüm bokuma karışmıştı.”
“İnan hiç bilmiyorum, ama bana anlattığına göre aralarında bir kan davası söz konusuymuş. Ayrıca bana insan tanrının havarilerini erkenden öldürmenin en mantıklı şey olduğunu söylemişti çünkü yaşamalarına izin verince burnun boktan kurtulmuyormuş.”
Alakam olmadığı kan davaları yüzünden insanlar beni öldürmeye çalışmasa dünya sona ermezdi. Bu arada kayda geçsin diye söylüyorum, ben o herifin “havarisi” falan değilim. Bunca zamandır bana dediği şeyleri yapıyorum evet orası doğru ama birbirimiz en çok yılda bir ya da iki kere görüyoruz. Çok yakın bir ilişkimiz yok yani.
Her neyse… Nanahoshi dünyayı gezmiş, yolculuğu sırasında da bir sürü insanla tanışmış. Orsted çok nefret ediliyormuş, doğal olarak, ama doğru kullandığında namı çok işe yarıyormuş. Ejder Tanrısı tarafından imzalanmış tek bir mektup sayesinde bile ünlü büyücülerle, yüksek rütbeli şövalyelerle ve hatta ülkelerin krallarıyla özel görüşme ayarlayabiliyormuşsun.
“Bir dakika ne, dünyayı bir yılda mı gezdin…?” Hikayesinin o kısmı oldukça tuhaf gelmişti. Sonuçta ben dünyayı üç yılda zar zor dolaşabilmiştim.
“Evet. Özel bir metot sayesinde ama.”
“Nasıl bir özek metot bu peki?”
“Özet geçmek gerekirse, Uzay Zamanı büken aletler ile. Bu dünyada o cihazlara Işınlanma aleti deniliyor yanılmıyorsam. Daha önce duydun mu onları?”
“İsim sadece tanıdık geliyor o kadar.” Daha önce nerede duymuştum bu adı? Şeytan Kıtasında yolculuk ediyorken sanırım? Evet, hatta Ruijerd’den duymuştum. Bak anılarım depreşti yine… “Bir dakika. Hepsi yüzyıllar önce yok edilmemiş miydi?”
“Hala çalışan birkaç tanesi var. İnsan-Şeytan savaşından kalma harabelerin içinde gizlenmiş bir şekilde duruyorlar.”
“Dalga geçmiyorsun değil mi? Bu harabeleri nerede bulabilirim peki?”
“Sana söyleyemem maalesef. Orsted benden bunu bir sır olarak saklamamı istedi. Işınlanma sanırım yasaklı bir büyü dalı o yüzden bu konuda benden dikkatsiz olmamamı istedi.
“…Ah, anladım.”
“Her neyse, ben sadece onun yanında geziyordum zaten. Cihazların nerede olduğunu hatırlamıyorum bile.”
Demek bütün dünyayı yürüyerek gezmek yerine bir ışınlanma cihazından diğerine atlayarak gezmişler. Nerede olduklarını bilmediğini söylediğinde muhtemelen doğruyu söylüyordu o zaman. Eğer elinde harita olmadan bilmediğin bir yere ışınlansaydın nerede olduğunu ne kadar uğraşsan da öğrenemezdin.
Yine de, o şeylerden biriyle yolculuk etmek fena olmazdı doğrusu… kulağa oldukça kullanışlı geliyorlardı. Dünyanın diğer yarısına ne zaman ulaşman gerekeceğini bilemezsin sonuçta değil mi?
Her neyse, ana konuya dönelim:
Nanahoshi aradığı kişileri bulamamış ama yolculularında birçok ilginç karakterle tanışmış. O kişilerden biri ona “Birisi seni bu dünyaya çağırmış olabilir.” demiş.
“…Bunu kim söyledi sana?”
“Kim olduğunu söyleyemem. Kendisiyle tanıştığımı kimseye söylememelerini rica etti benden.”
“Niye peki?”
“Benim kendi güvenliğim için. Eğer o kişiyle tanıştığımı insanlar öğrenirse başıma bir sürü güç bağımlısı yozlaşmış insanın üşüşeceğini söyledi. O yüzden kafam çalışıyorsa o kişinin adını anmaktan ‘çekinmem’ gerektiğini söyledi.”
Anlaşılan bu gizemli isimsiz kişi çağırma büyüsünde oldukça yetkin birisiymiş lakin o kişi bile Nanahoshi’nin neden ve nasıl bu dünyaya geldiğini çözememiş. “Başka bir dünya”’ kısmını bırak, bir insanı herhangi bir yerden çağırmak teorik olarak imkansız bir şeydi.
Yine de, Sonunda Nanahoshi’nin üzerinde çalışabileceği bir şeyi olmuştu. Çalışma alanını Ranoa Büyü Akademisine kurup çağırma büyüsünü araştırmaya başladı. Servetinden yaptığı devasa bağışlar sayesinde de Büyücü Loncasına B-Seviye üye ve Akademiye özel öğrenci olarak katıldı.
Kampüse geldiğinde de Asura Krallığındaki bağlantılarını kullanıp Akademiye yeni üniformalar ve çeşitli yenilikler tanıttı. Yeni uzun süreli ders programı tanıtıp profesörlerin öğretim araçlarını bile yeniledi. Kaşla göz arasında Loncada A-Seviye rütbeye ulaştı. Bildiği bütün bilgileri paylaşması şartıyla ona S-Seviye rütbe teklif edilmiş ama Nanahoshi kabul etmemiş.
“Kendimi tekrarladığım için kusuruma bakma ama ben bu dünyayı daha iyi bir yer yapma peşinde değilim. Bu dünyayı yönetmek de istemiyorum.”
Bu tutumundan ötürü kullanmayacağı hiçbir şey yapmıyordu ve kendisini başkalarına kanıtlamaya çalışmıyordu. Bu bana biraz taş kalplilik gibi geliyordu doğrusu. Dünyayı herkes için daha yaşanabilir bir yer haline getirmek kimsenin zararına olmazdı, değil mi?
Nanahoshi, sessiz bir şekilde tutumunu onaylamadığımı fark edince. “Bak, biz bu dünyaya ait değiliz, değil mi? Eğer tarihi kökten değiştirecek bir şeyler yaparsak işin sonunda bizim başımız yanabilir hatta gerçeklikten silinebiliriz bile.”
“Silinmek mi? Ne demek istiyorsun?”
“Daha önce hiç bilim kurgu okumadın mı? Ya bu dünyada… insanları belli bir yoldan gitmeye zorlayan bir güç varsa?”
Şimdi bahsedince, o türden bir dönüm noktasının olduğu bir manga okumuştum. Sanırım o şeye “Nedensellik ilkesi” diyorlardı. “…Bu dünyada öyle bir şey var mı acaba?”
“Hiç fikrim yok. Dikkatli olmaktan zarar gelmez ama.”
Bu gibi sorunalrın sadece insanların geçmişe gittiği zaman yolculuğu hikayelerinde olduğunu sanırdım. Bambaşka bir dünyaya geldiğimizden dolayı endişelenmemiz gereken bir durum olmadığını düşünüyorum. Ama her neyse. Bu onun kararıydı. Saygı duyacağım.
Kimse tarafından rahatsız edilmeyeceği bir çalışma alanına sahip olduktan sonra Nanahoshi kendini çağırma büyüsüne adamış. Ayrıca bu dünyada kullanmak için kendine sahte bir isim de uydurmuş. Sessiz Yediyıldız çok göze batmayan bir isim değildi açıkçası. Tarzan çevirisinden başka bir isim tercih ederdim doğrusu. Belki de kaybolan iki arkadaşının onu tanıyabilmesi için seçmiştir bu ismi? O ikisinin hala ortalıkla olup olmadığı zaten başlı başına muallak bir konu. Arkadaşlarını daha önce duymadım çünkü.
Her neyse, çağırma büyüsü yapmak için öncelikle büyü çemberleriyle haşır neşir olman gerekiyor. Element ve şifa gibi dinamik büyüler için ağız yoluyla efsun yapmak yetse de çağırma ve bariyer gibi statik büyüler için büyü çemberi gerekiyordu.
Nanahoshi büyü çemberleriyle ilgili bulabildiği bütün bilgileri, arkasındaki prensiplerin hepsini öğrenmiş. Profesörlerden yardım istemek yerine eski kayıtları ve kitapları kullanarak kendi kendine öğretmiş.
“Bu dünyanın insanları nasıl desem… değişime çok kapalı, bilmem anlatabildim mi? Gerçi bu dünyanın haşin ortamını göze aldığımızda çok da şaşılmayacak bir durum. Ben daha önce görülmemiş bir şeyin peşinde olduğumdan dolayı başkalarının bana pek bir şey katamayacağını düşünüyorum.”
Hm. Peki ya ben? Ben büyüyle alakalı bildiğim her şeyi bu dünyanın insanlarından öğrendim… Gerçi benim durumum alakasız olabilir? Sonuçta Nanahoshi gibi devrimsel nitelikte bir şey başarmaya çalışmıyordum.
“Ve tabi en önemlisi, benim manam yok.” diye devam etti Nanahoshi. “Manan olduğunu farz etmeleri insanı deli ediyor.”
“mUH?” dedim salak bir edayla. Onun hiç manası yok mu? Ne?
“Ne var? Tuhaf bir şey mi dedim?
“Yani, benim manam var. Büyüyü rahatça yapabiliyorum. Hatta, birisinin bana söylediğine göre, dünyada en çok manaya sahip olan kişiler arasındaymışım.”
Nanahoshi maskesine eliyle bastırdı. Yüz ifadesini göremiyordum ancak söylediklerimin onu etkilediğini hissedebiliyordum. “A-Anlıyorum. Gerçi sen reenkarne olduğun için farklısın, doğru ya. Oysaki benim mana kapasitem… aslında sıfır.”
Boşluğa göz kırptım. Tamamen sıfır mı? Bu onun hiç büyü kullanamayacağı anlamına falan mı geliyor yoksa?
“Bu dünyadaki her şeyin manası vardır bu arada. Cesetlerin bile. Lakin biz hiç mananın olmadığı bir dünyadan geldiğimiz için bende hiç olmaması mantıksız değildi.”
Cesetlerin manası mı var? Bak bunu yeni öğrendim. Eğer madem büyü bu dünyanın her yerinde bulunuyor o zaman hiç manaya sahip olmaman… birtakım sorunları beraberinde getirmez mi?
“Sanırım bu senin için geçerli değil, yanlış mıyım?”
Bunu takiben Nanahoshi bir kez daha maskesini çıkarttı. Uzun yıllar sonra ilk defa Japon yüzü görmek tuhafıma gidiyordu. Süper modeller gibi güzel değildi ama yine de tatlıydı. Bu dünyaya geldiğimden beri bir sürü güzel insan gördüm o yüzden standardım biraz yüksek olabilir. Onun Japonyadayken en tatlı kızlar arasında olduğunu düşünebiliyorum.
“Bu dünyaya geldiğimden beri beş yıl geçti ama ben hiç yaşlanmadım.”
Beş yıl içinde az da olsa yaşlanması gerekirdi ama o hala on altı, on yedi yaşlarında görünüyordu. Anlaşılan vücudu yaşlanmıyordu. “Neyse… şerrin içindeki hayır diyebiliriz.”
Nanahoshi kaşlarını çatıp boğuk bir kahkaha atarak. “…Yabancı bir diyarda yaşlanmaktan iyidir.” dedi.
Şimdi düşündüm de İnsan Tanrı rüyalarımda olan versiyonum da hiç yaşlanmamıştı. Belki başka dünyadan buraya gelen insanların ortak özelliğidir bu?
“Neden yaşlanmadığım hakkında en ufak fikrim yok. Sadece, tuhafıma gidiyor.”
“Eklemek için söylüyorum ben normal yaşlanıyorum.”
“Evet. Yaşlanmamın sebebi bedenime özel bir durum sanırsam. Fırsatım olduğunda o konuyla da ilgileneceğim. Bu konuda yapabileceğim bir şeyler olmalı.”
Nanahoshi küçük bir defter çıkarıp bir şeyler karaladı. Aklına gelen fikirleri unutmamak için defter tutuyordu anlaşılan.
“Tamamdır, konumuza geri dönelim.”
Nanahoshi büyü çemberleriyle ilgili her şeyi öğrenmişti. Özet geçmek gerekirse, büyü kristallerini öğütüp çeşitli malzemeler ile karıştırıp bir boya elde ediyor ve bu boyayla uygun bir yüzeye yazıp çiziyordun. Boya, uygun yüzeye oturduğundaysa emiliyor ve silinmesi çok zor bir kıvama geliyormuş. Boyaya mana yükledikçe büyü ve yarattığı etki, çemberin yapısı ve dayanıklılığına göre güçleniyormuş.
Genel bir kural, kullanımdan sonra büyülü boya buharlaşır. Boyayı yapmak için büyünün türüne göre oldukça spesifik şeylere ve malzemelere ihtiyacın oluyordu. Kral seviyesi ve üstü gibi büyük çaplı büyüler benzersiz ve alışagelmedik katalistlere ihtiyaç duyuyordu. Bu seviyelerde çember hazırlamak için elinin altında koca bir ülkenin maddi durumunun olması gerekiyordu.
“Harabelerdeki ışınlanma çemberleri de kullanıldıktan sonra kayboluyor mu?”
“Hayır, onlar farklı şekilde çalışıyor. Özel bir teknik yoluyla zemine oturtuluyorlar.”
İlginç…
Boyadan büyü çemberleri yapmak bugünlerde normmuş anlaşılan ancak eskiden birçok farklı teknik kullanılıyormuş. O tekniklerin bazıları zaman içerisinde kaybolmamıştır ama. Bir taşın üzerine büyü çemberi kazıyıp içine mana aktarabilirsin mesela. Nanahoshi bu yöntemi kullanamayacağından araştırma derdine de girmemiş ama büyü aletleri yapımında sık kullanılan bir yöntemmiş. “Boyayla çizmekten daha yaygın değil mi aslında?”
“O tekniği kullanamıyorum o yüzden umurumda değil.”
Büyü çemberleri iyi bir şablonun, doğur boyan ve yeterli manan olduğu sürece herhangi bir büyüyü yapmak için kullanılabiliyordu. Lakin tek bir sorun vardı. Şablonlar gelecek nesillere ağız yoluyla öğretiliyordu ve bu yüzden şablonların çoğu zaman içinde kaybolmuştu. Yeni şablonlar üretecek kadar donanımlı kişiliklerde yoktu. Eğer “yeni” bir büyü çemberi keşfetmek istiyorsan elinde olan tek seçenek ya kraliyet hazinesinin derinliklerindeki bir parşömendi ya da antik harabelerin derinliklerini yağmalarken şans eseri karşılaştığın oymalardı.
Nanahoshi gelene kadar durum böyleymiş. Nanahoshi bilinen büyü çemberlerini inceleyip yeni çemberler oluşturmaya çalışmış ve sayısız deney yapmış. Sonunda ise kendi büyü çember şablonlarını oluşturmayı başarmış.
Bu inanılmaz bir başarıydı. O bu konuda konuştukça ben daha çok öğrenmek istiyordum. Lakin konuyu ben dallandırıp budaklandırmaya fırsat kalmadan Nanahoshi beni durdurdu. “İsteyen herkese bulduğum bilgileri veremem.” Karşı çıkmak istedim ama o daha sözünü bitirmemişti. Elini kaldırıp sakin bir edayla yüzüme bakarak. “Hadi bir anlaşma yapalım.”
Muhtemelen bunca zamandır bu teklifin zeminini hazırlıyordu.
“Benim manam ya da kendimi savunma aracım yok. Yaşlanmıyorum ancak ölümsüz olduğumu da sanmıyorum.”
“Evet.”
“Bu dünyaya katlanamıyorum. Bu yaşananların hiçbiri bana gerçek gelmiyor. Yemekler berbat, ahlak anlayışları iğrenç ve her şey çok zahmetli. Daha şampuanı bile icat etmemiş bu maymunlar. Ayrıca daha önemlisi önemsediğim, sevdiğim herkes diğer dünyada. Oraya gitmeyi çok istiyorum. Peki ya sen?”
“Bu dünyayı seviyorum.” diye tekrar ettim kendim. “Ve eski dünyamda olduğundan daha fazla arkadaşım var bu dünyada. Geri dönmek istemiyorum.”
“Anlıyorum. Geride bıraktığın bir ailen veya herhangi birin yok mu?”
“Hiçbir pişmanlığım yok.”
Eski hayatım hakkında düşünmek bile istemiyordum. Gerçekten istemiyordum. On beş yıl önce ikinci şansımı en iyi şekilde değerlendirmeyi seçtim. O zamandan beri bir sürü şey atlattım– bazısı güzel bazısı acı vericiydi. Ama şu an yaşadığım hayattan memnundum. Eğer birisi beni eski dünyama geri döndürmeye kalkışsaydı geri dönmemek için canımı bile verirdim.
“Anlıyorum. Sanırım uzun ve mutlu bir hayat yaşadın…”
Nanahoshi durumumu biraz yanlış anlamıştı, aman neyse. Son anlarında kamyonun önüne atlayan ucube olduğumu söylemedim sonuçta ona. Tek söylediğim ölümümün bir kaza nedeniyle olduğuydu.
“Senin ve benim farklı emelleri var o zaman. Lakin birbirimize katacağımız bir şeylerimiz de var, o yüzden hadi birlikte çalışmanın bir yolunu bulalım.”
“İstediğin bir şey mi var?”
“Bu dünyadaki en büyük mana kapasitesine sahip olduğunu az önce kendin söyledin ya?”
Onca şey arasından benim manamı mı istiyor? Odasında kutu kutu büyü kristali gördüğümü hatırlıyorum… o kadar kristal yetmiyor mu?
“Bana deneylerimde yardım etmeni istiyorum. Karşılığındaysa sana istediğin şeyi öğreteceğim. Eğer bilmediğim bir şeyi öğrenmek istiyorsan senin için bulup ayağına getiririm. Bir sürü önemli insan tanıyorum ve yetenekli bir araştırmacıyım. Elimden geldiğince sana her türlü konuda yardımcı da olacağım tabi ki.”
“Yani bir tür al gülüm ver gülüm ilişkisi kurmayı istiyorsun?”
“Evet doğur dedin. Dediğin gibi, al gülüm ve gülüm.”
Nanahoshi zeki ve donanımlı birisine benziyordu. Ona nasıl yardımcı olabileceğimi bilmiyordum. Belki de aynı dünyadan geldiğimiz için bana yakınlık hissediyordur. Kendi ırkında biriyle karşılaştığı için mutlu olduğunu söylemişti.
“Tamamdır. Kulağa hoş geliyor. Kabul ediyorum.”
“Bunu duyduğuma sevindim. Sonradan fikrini değiştirme tamam mı?”
“Erkek adam asla sözünden dönmez.”
“…Heh. Japon beylik sözlerini tekrar duyacağımı hiç düşünmezdim.”
“Nasıl hissettiğini biliyorum. Buradaki kimse yaptığım göndermeleri anlamıyor.”
Nanahoshi boğazını temizleyip oturduğu yeri düzeltti. Sonra cebinden bir yüzük çıkartıp parmağına geçirdi. Bunun anlamı neydi?
“Hadi başlayalım o zaman. Bana sormak istediğin bir şey var mı? Duyduğuma göre Işınlanma Felaketini araştırıyormuşsun.”
“Kim dedi bunu sana?”
Nanahoshi, kenarda somurtarak oturan Fitz’e bir bakış attı. Ben baygınken konuşmuş olmalılar sanırım? Ona baktığımızı fark edince Fitz kafası karışık bir şekilde başını yana yatırdı.
“Hm? Ne oldu Rudesu? Bir sorun mu var?” diye sordu bana Nanahoshi Japonca.
“Işınlanma Felaketi hakkında konuşacağız Fitz. Nanahoshi, İnsan Diliyle devam edebilir miyiz lütfen?”
“Anlaşıldı.”
Fitz yanıma, Nanahoshi’nin karşısına oturdu. Artık odadaki herkes ortak bir dille konuşuyordu.
“O felaketin neden yaşandığını tam olarak bilmiyorum,” diye konuşmaya başladı Nanahoshi çekingen bir şekilde. “Lakin, bu dünyaya gelmemle alakalı olduğundan şüpheleniyorum.”
Bu dünyaya nereye ne zaman geldiğini öğrendiğimden beri bu konuda şüphelerim vardı. Fitz’den de felaketin mağdurlarından biri olduğumu öğrenmiş olmalı. “Başka bir deyişle?” diye sordum.
“Felaket beni buraya getiren şeyin neden olduğu bir yan etki olmalı. Aslında…” Nanahoshi devam etmeden önce bir müddet bekledi ve, “… felaket benim yüzümden yaşanmış olabilir.”
Doğru. Şaşırmamak gerek.
Bunu demesini uzun zamandır bekliyordum. Çünkü çağırma ve ışınlanma birbirlerine oldukça benzer şeylerdir. Nanahoshi nin buraya gelmesiyle bizim ışınlanmamız aynı zamana denk geliyor. Bütün bunlar bir tesadüf olması için birbiriyle çok bağlantılı. Felaketin benim buraya gelmemle bir alakası olmadığı için ne kadar mutlu olduğumu anlatamam.
Lakin Fitz bu duruma çok farklı tepki vermişti. Boğuk, öfkeli bir şekilde “Seni öldürürüm!” diye bağırıp Nanahoshinin üstüne atladı.
Nanahoshi “Ne?! Sen neden-?!” diye cırlayıp elini kaldırdı ve elindeki yüzüklerden biri parlayarak Fitz’in attığı büyüyü engelledi. O da neydi be?
Büyünün işe yaramayacağının farkına varan Fitz bir kez daha Nanahoshi’nin üzerine atılıp onu yumruklarıyla dövmeye çalıştı. Lakin Nanahoshi’nin elindeki diğer yüzük de parlayınca Fitz’in yumrukları Nanahoshi yerine görünmez bir bariyer ile buluştu.
“Senin… ne kadar acı çektiğimiz hakkında… en ufak fikrin dahi var mı?! Babam, annem hepsi… hepsi senin yüzünden öldü!”
Elindeki yüzükler efsunlu olmalı. Fitz’in yaptığı hiçbir saldırı işe yaramıyordu. “Orada sırık gibi durmasana Rudeus Greyrat!” diye bağırdı Nanahoshi kızdığını belli eden bir üslupla. “Bir şeyler yap!”
Öne doğru bir adım attım ve sinir krizi geçiren arkadaşımı bariyeri daha çok zorlamaması için geriye doğru çektim. “Sakinleşin lütfen Üstat Fitz.”
“Dalga mı geçiyorsun Rudeus? Az önce her şeyin sorumlusunun kendisi olduğunu itiraf etti! Nasıl bu kadar sakin olabiliyorsun?! Sen de… sen de onun yüzünden acı çekmedin mi?!”
Daha önce Fitz’İ hiç böyle görmemiştim. Onu ben hep soğukkanlı birisi olarak bilirdim. Soğukkanlılığını kaybettiği için onu suçlayamam gerçi. O felaket yüzünden sevdiği insanları kaybetti çünkü. Her ne kadar üzerinden beş yıl geçtikten sonra olanları kabullenmiş olsa bile felaketin yaşanma sebebinin kendisi olduğunu iddia eden birisiyle karşılaştığında ondan sakinliğini korumasını bekleyemezdiniz.
Şimdiye kadar duyduklarımdan yola çıkarak ışınlanma felaketinin sorumlusunun Nanahoshi olmadığını söyleyebilirim. Her şeyi geçtim, bu dünyaya çağırıldığımızda yanındaydım… gerçi, neden benden on yıl sonra bu dünyada belirdiğini bilmiyorum.
Uzun lafın kısası: O, bu dünyaya gelmeyi seçmedi. Başka birisi onun yerine karar verdi.
Ah, evet doğru ya. Biz bunca zamandır japonca konuşuyorduk değil mi? Fitz’i ani tepki verdiği için suçlayamam. Daha neler olup bittiğini bile bilmiyordu çocukcağız. “Özür dilerim, sana olan biteni doğru dürüst açıklayamadım. Nanahoshi buraya kendi isteğiyle gelmedi Üstat Fitz. O da bizim gibi birer mağdur.”
“Mağdur mu…? Bekle… gerçekten mi?” Fitz hala öfkeliydi ama dediklerime inanmış gibi duruyordu. Uzun bir iç çektikten sonra sandalyesine geri oturdu.
“Özür dilerim,” dedi Nanahoshi. “Alıştıra alıştıra söylemeliydim. Seni üzmek istememiştim.”
“…Sorun yok, dert etme. Ben de seni suçlamalıydım.” Fitz halen sakinleşmiş değildi. Gözlerinde korkutucu bir öfke vardı. Ancak en azından şimdilik sinirlerini kontrol altına almış gibi duruyordu.
Acaba Nanahoshi o yüzükleri saldırıya uğrayacağını düşündüğünden dolayı mı taktı? Bu kız çok yürekli doğrusu. Yüzükler fena değilmiş ama. Bende kendime bir çift istiyorum. Belki de o yüzükler onun ana savunma aracıdır…
“Her neyse, bende sizin gibi felaket ile ilgili pek bir şey bilmiyorum. Sadece buraya o felaket yüzümden geldiğimi biliyorum o kadar ancak kimin sebep olduğunu, sebep olanların amacının ne olduğunu ya da neden böylesine büyük bir felakete yol açtığını bilmiyorum. Kimse bilmiyor daha doğrusu.”
“Orsted’in de mi aklına bir şey gelemdi peki?”
“Hayır. Bana sadece tahmin edilmeyen bir gelişme olduğunu söyledi.”
Koskoca kendine tanrı diyen varlık bile bir şey bulamadıysa biz hiç bulamayız. İnsan Tanrının Orsted’in suçu olduğunu söylediğini hatırlıyorum sanki… ancak laneti yüzünden herkes ondan nefret ettiği için İnsan Tanrının da lanetin etkisiyle bunu söylediğinden şüpheleniyorum. Ayrıca aralarında bir tür kan davası gibi bir şeyde vardı değil mi? Durduk yere suçu Orsted’in üzerine yıkmış olabilir.
Eğer Nanahoshi bana doğruları söylüyorsa Orsted’in felakette bir rol oynadığına inanmak açıkçası biraz zor. Ne diye onu buraya çağırma zahmetine girip sonra onu evine geri yollamaya çalışsın ki? Kulağa hiç mantıklı gelmiyor.
“Peki neden senin yüzünden yaşanmış olabileceğini söyledin?”
“E nasıl desem, bir nevi benim yüzünden yaşandı da ondan. Ayrıca bu bilgiyi olabildiğince erken açıklamak istedim. Kimsenin bana bu yüzden ihanet etmesini istemiyorum.”
“Anlıyorum…”
Sonradan öğrendiğimde ona ihanet edebileceğim bir gerçeği saklamak yerine dobraca yüzüme söyledi sonra da o gerçeğin iç yüzünü açıkladı. Sonradan öğrenebileceğimi hesaba kattığında bu kulağa doğru bir yaklaşım gibi geliyordu.
Tabi Orsted ile Nanahoshi’nin usta yalancı olabilecekleri ihtimalini de göz ardı etmemeliyim.
“Yazık oldu doğrusu. En azından senin bir fikrin olabileceğini umuyordum.”
“Maalesef yok. Ama gelecek araştırmalarıma dahil edeceğimden şüpheniz olmasın.”
“Eğer araştırman umduğun gibi ilerlerse Işınlanma Felaketinin ardındaki sırrı çözebileceğine inanıyor musun?”
“Hiç yoktan teorik olarak ne yaşandığımı açıklayabilmem gerekli…”
Kafamı düşünceli bir şekilde salladım. Sözlerini verirken ki dikkatli hali nedense bir güven ortamı yaratıyordu.
“Lakin bunu gerçekleştirmek için senin devasa mana kapasitene ihtiyacım var.”
“Anlıyorum. Sanırım beyaz atlı prensin ben oldum he?”
“Heh. Sanırım öyle oldu.”
Fitz biz konuşurken kaşlarını çatmıştı. İçimde onun Nanahoshi’ye tamamen güvenmediğine dair bir his vardı. Doğrusu onun gibi arkadaş canlısı sıcak kanlı birisinin bir anda 180 derece karakter değişimi geçirmesini beklemiyordum. Felaketten bir tanıdığının kurtulduğunu söylemişti ama… anne ve babasının öldüğünü bilmiyordum. Ona bir şey demeden önce biraz zaman versem iyi olur.
“Tamam o zaman Nanahoshi. Bütün bunları düşünmem için bana biraz zaman ver. Birkaç gün içinde sana haber vermeye gelirim tamam mı? Şimdi anlaşmanın içeriği konusunda anlaşırız.”
“Tamam o zaman. Görüşürüz.”
Birbirimizi son bir kez gördükten sonra Üstat Fitz ile birlikte revirden ayrıldık.
Nanahoshi’nin durumunu Üstat Fitz’e enine boyuna anlattıktan sonra onu birazcık olsa da sakinleştirmiştim. Onun bu dünyaya zorla getirildiğini ve eve geri dönmek için elinden gelen her şeyi yapmaya çalıştığını söylediğimde yüzündeki öfke yavaş yavaş kaybolmuştu.
Sözümü bitirdikten sonra bana tuhaf bir soru sormuştu. “Peki Rudeus… sen onun hakkında ne düşünüyorsun?”
Bu soruyu yanıtlaması biraz sıkıntıydı. Bende onun gibi buraya reenkarne olduğumdan hikayesine her ne kadar inansam da Üstat Fitz gibi bir yerli için Nanahoshi’nin hikayesi kulağa çok uçuk kaçık geliyordu. Nanahoshi’nin konuşma şeklinden bu dünyaya ya da bu dünyanın sakinlerine karşı herhangi bir sevgi beslemediğini anlayabiliyordum. O sadece buradan kurtulmak istiyordu. Benim aksime buraya geldiğinden beri her girdiği işi başardığı için belki de her şey ona sahte veya önemsiz gelmiştir. Yaşlı amcalar gibi çıkıp eşşek sudan gelinceye kadar çalıştım demeyeceğim ama… gerçekten onun bu tutumunu beğenmiyordum.
“Dürüst olmak gerekirse benim de onun hakkında beğenmediğim bazı şeyler var. Ancak onun hala güvenilir birisi olduğunu düşünüyorum.”
“Hm… Anladım. İyi o zaman.”
Fitz tuhaf yüzüne tuhaf bir tebessüm kondurmuştu. Başka bir yanıt verdiğim takdirde belki de insanlara güvenmekte aceleci olamam gerektiği gibisinden bir öğüt vermek istemişti? Nanahoshi’nin beni kandırmak için nasıl bir plan yaptığını anlamam imkansızdı, sonuçta onun yanına giden bendim… lakin hikayesinde birtakım boşluklar olduğunu kabul etmem gerekiyor. “Benim için mi endişelenmiştiniz yoksa Üstat Fitz? Teşekkür ederim, çok incesiniz.”
“Huh?! H-Hayır ben… endişelenmedim tabi ki ama… rica ederim, sanırım…”
Bu elemanı dili dolanırken izlemek kalbimi ısıtıyordu.
Her neyse, böylece Nanahoshi ile ben gayri resmi iş ortaklığımızın temelini atmış olduk.
Ona sormak istediğim tonla soru vardı lakin bazı şeylerin ağırdan alınması gerekilirdi. Zamanla sorularımın yanıtlarına kavuşacağına inanıyorum.
Not
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.